Oku, bilgilen, fikir sahibi ol; zihnin ve gönül dünyan zenginleşsin! Dr. Ismail Kaygusuz

Kara Çalmaya Nasıl Karşılık Verilir

İsmail Kaygusuz

Sünniler hep merak ederler Aleviler toplanınca ne yapıyorlar diye. Resmi mezhebe aykırı olan “ibadetleri” her dönemde yasaklandığından ve baskıdan dolayı, gizli “ibadet” yapmayı kendilerine ilke edinmişler. “Ali sırrı” demişler, “ser veririz, sır vermeyiz” demişler. “İbadet de gizli, kabahat de” diye bir özdeyiş bile söylenir aralarında. “İbadet gizli”, ama bu ibadete katılmak için hiçbir kabahat gizli kalamaz. Onlardan arınılması, açıklanıp ortaya dökülmesi gerekir. Görgü cemi, öyle camilerde arka arkaya sıralanıp, birbirlerine arkasını dönerek anlamlarını bilmedikleri duaları okumaya benzemez. Duyarak, hissederek, anlayarak dinleyerek “tapınılır”. Günahlardan arınıp durulanarak Hakka, halkla birlikte gidilir.

Sevgiden bütünleşir, insanlaştırdıkları tanrı sevgisinde bir can, bir vücut olurlar. Günahlarını bağışlasın diye “Tanrı”ya koşulmaz, günahlardan arınarak huzura çıkmak, onların ilkesidir. Çünkü günah kavramı da değişiktir Alevilerin kafasında. Birbirlerine karşı işlenen kötü davranışlar, fenalıklar günahtır. Bunlara maruz kalmış kişinin, toplumun tanıklığında onu bağışlaması gerekmektedir. Bunun için soyut bir tanrıya başvurulmaz ve öbür dünyaya hiç bırakılmaz.

Bir talibin, bir sofunun, pir huzurunda günahlarını, toplumun içinde işlediği suçları döküp sayması, Hıristiyanlıktaki günah çıkarmaya ise hiç benzemez. Benzetenler yanılgıya düşmektedirler. İnançlı Hıristiyan hücrede rahibe, papaza günahlarını sayıp döker ve onu aracı koyarak tanrının bunları bağışlamasını diler. İşlediği suç ve günahtan zarar gören onun umurunda bile değildir. Tanrıya duyurdu ya! İçi rahatlamış olarak çıkar hücresinden. Oysa Alevi bireyi , yaşadığı toplumun içinde, onların karşısında sayar yaptıklarını; döktüğünü doldurur, ağlattığını güldürür...

Bu “ser verilip de, sır verilmeyen” Alevi ayinleri, törenleri için söylenmeyen mi kalmıştır? “Kadın erkek bir arada otururlar. Ortaya bir horoz korlar, ayakları bağlı. Dede zamanı gelince ayaklarını çözer, kanatlarını çırparak havalandığı zaman bütün mumları söndürürmüş. Karanlıkta herkes tuttu kadını-kızı oracıkta düzermiş. Göz gözü görmediği için anasını kızını bile düzenler olurmuş. Kızılbaşların hiçbirinin anası babası belli değildir bu yüzden. Hatta mum söndüğünde işlerini çabuk görsünler diye kadınların donlarının tablası yokmuş, ortası hep açık dururmuş.” Ve daha neler neler!

1571 tarihli “Kızılbaşların tecziyesine (cezalandırılmalarına) dair” başlığını taşıyan bir padişah fermanından bir iki cümle geçelim:

“...içün Kızılbaştır; kendü emsali kızılbaşlar ile cem olup gice ile bir tenha eve girüp saz ve çalku ve sayir alatı lehvile mühtelitler olup, bedehu şem’i söndürüp biri birinin avratın tasarruf iderler... itmegin buyurdum ki vardukda bu babda gereği gibi mukayyed olub...getürüb bahs idüb...”

Çok ilginçtir, inandırıcılığını sağlamak için olacak, fermanda adı geçen Kızılbaşın karısı muhbir olarak gösterilmektedir. Kızılbaşların toplanıp saz ve diğer çalgıları çaldıkları, sonra da mum söndürüp, birbirlerinin karısını kullandıkları (!) yazılı olan fermanda, muhbir olarak gösterilen kadının kendisini de düzdüklerine dair bir küçük açıklama olsaydı daha da inandırıcı olmaz mıydı? Yirminci yüzyılda olsaydı, bir de doktor raporu eklenirdi?

Ne var ki, aradan dört yüzyıldan daha fazla bir zaman geçtiği halde, bugün de aynı şeyler yineleniyor. Bir yazar çıkıyor. “Mum Söndü” isimli bir piyes yazıyor ve milyonlarca Alevinin sözleri önünde rahatça sahnelenebiliyor. Amerikalı yazar Henry Müller’in Seksus-Pleksus-Neksus üçlüsü romanlarını Türkçe’ye çeviren kadın yazar, romanın kahramanının yaşadığı toplu cinsel ilişkilerinin, Kızılbaşlarınkine benzediğini (!) yazmaktan çekinmiyor.

Bu konuda söylenenlerden değişik birisinin -tuhaf değil mi- doğruluğunun kanıtlanması için bana sorulmasını asla unutamam. 1972 yılıydı sanıyorum. Silahtarağa ilkokulunda öğretmendim. Silahtarağa İstanbul’un gecekondu bölgesi. Demir çekme, demir döküm fabrikaları. çok sayıda mermer atölyelerinin ve İstanbul’un ilk büyük termoelektrik santralının kurulmuş olduğu önemli bir sanayi çevresi. Türkiye’nin her yanından, ama özellikle Sivaslılar, Erzincanlılar ve Karadenizliler göç edip yerleşmişler. Alevi Kürtler ve Türkler işçi; Lazlar ise fırıncı, bakkal veya inşaat ustasıydılar genellikle. 12 Mart faşizminin Yıldırım ve Fırtına hareketlerini bütün şiddetiyle yaşadığım, evimin didik arandığı ve kitaplarımın parçalanıp sokaklara saçıldığı yerdi bu çevre. O gün biraz erken gelmiştim galiba; doğrudan sınıfa gitmemiş, öğretmenler odasına uğramıştım. Yirmiden fazla öğretmen vardı. Bir sandalye bulup ilişmiştim ki, bir subay karısı olan beşinci sınıf öğretmenlerinden Suşehirli Hatice hanım; “size bir şey sormak istiyorum, Alevisiniz değil mi? O zaman mutlaka bilirsiniz” dedi.

“Aleviyim, yadsıyacak değilim ya” dedim. “Sorunuz bildiğim bir şeyse, niçin yanıtlamayayım?” Sessiz sedasız okula gelip giden bu öğretmen hanımın sorusu ne olabilirdi? Herhalde Alevilikle ilgili, örneğin ibadetlerinin biçimi veya Sünnilerle tarihsel ayrılıklarının nedenleri üzerine bir soru olabilirdi. Genelinde bir öğretmen olarak, üstelik Alevilerin yoğun yaşadığı bir bölge olan Sivas’tan geldiğine göre Alevilik üzerine çok şey bilmeli, diye düşünüyordum. Belki de ayrıntıya inen, örneğin tasavvuf felsefesine ilişkin bir şeyler soracaktı.

Zaten Alevi sözcüğü geçer geçmez, herkes susup bana bakmaya başlamıştı. Oradaki öğretmenlerin üçte birinden fazlası Aleviydi oysa. Ne yazık ki, sadece ben biliniyordum. Her yerde olduğu gibi “itle dalaşmaktansa çalıyı dolaş” veya “ne şeytanı gör, ne de kul hü vallah oku” gibi edilgenliğe iten, mücadeleyi, başkaldırıyı yadsıyan atasözlerinin arkasına gizlenmişlerdi.

Öğretmen hanım sürdürdü: “Bizim çevrede biliyorsunuz Alevi çoktur. Tanık olanlardan bir anlattı. Anlayacağınız bizim oralarda hep söyleniyor. Bugün de bir arkadaşımla tartıştık yolda gelirken. Dedim, bunun en doğrusunu ancak siz bilirsiniz, size sorayım.” Merak daha da artmış, oradaki herkes bir bana bir ona bakıyor ve soruyu bekliyorlardı. Hatta okul müdürü de içeri girmişti.

Kadın doğal bir biçimde sorusuna geçti: “Siz Alevilerde, dedelerin yetki ve otoritesi öylesine sınırsızmış ki, ondan habersiz hiçbir şey yapılamaz, diyorlar. Hatta bir genç kız evlenme sözü kesildikten sonra dedeye gönderilirmiş; ayıp burada söylemesi, dedenin koynuna konulduktan üç gün sonra evlendirilirmiş. Bu bir çeşit törenmiş! Doğru mu Allah aşkına?” Soruyu sormuş, ama susmuyordu, açıklamaya bile geçmişti tanığın alıntısını.

Herkes şaşırmıştı. Bu arada Alevi arkadaşların renkten renge girdiğini, hatta bazılarının kapıya yönelmiş, kaçmaya hazırlandıklarını fark ettim ve hemen ayağa kalktım. Zaten çoğu ayaktaydı, zil çalmış, derse gireceklerdi. Kapıyı tutup engel oldum çıkmalarına. Sakin olmak için kendimi zorlayarak, “siz merak etmiyor musunuz” dedim. Soğuk bir hava esmişti.

Kadın hala “evet veya hayır” biçiminde bir yanıt bekliyordu. Sürdürdüm: “Arkadaşlar! Yazık ki, içimizde Alevi hanım arkadaş yok. En iyisi, yanıtı bir bayandan dinlemekti, değil mi? Ama, ben bir Alevi dedesinin oğlu olarak bu tür bir tören yaşamadım. Beni mecbur ettin, ilgili kişilerden özür dileyerek konuşuyorum; birçok Sünni bayan arkadaşla yatağımı paylaştım, çok mutlu anlarımız oldu. Şimdi çoğu bir yuva sahibi oldu ve çoluk çocuğa karıştılar. Sana gelince Hatice hanım; evlenmeden önce mahalle imamının koynundan geçmiş olmalısın ki, bana böyle bir soruyu bir öğretmen, bir eğitimci olarak sorabiliyorsun! Ama açık söyleyeyim, ben o imamın yerinde olsaydım seni koynuma almak değil, nikahını kıyarken bile on metre uzakta dururdum...”

Kadın ağlamaya başlamıştı. Arkadaşlardan bazıları sonradan “ağır konuştun, ama hak etmişti” dedilerdi. Neden böyle bir soru sorabiliyordu? Başka türlü nasıl yanıtlayabilirdim. Hala bilemiyorum...

Kar kapıyı kestiğinde, bizimkiler Büyük Ocak ya da Şeyh Bahşiş tekkelerinden birinde Görgü Cemlerini sürdürürken komşu Sünni köylerde hep dedikodu konusudurlar. Genellikle camiden veya mescitten çıktıklarında çekiştiriyorlardı Onarlı kızılbaşları. Galiba adamların namaz kılarken düşündükleri tek şey, onların kendileri gibi niçin namaz kılmadıklarıydı! Kadını kara çarşaflara dolayıp karartan, saçının bir telini bile erkeğe gösterenin cehennemlik olduğuna inanan bu adamcağızların; Alevilerin kadınlarını değil örtülere sarmak, onlarla diz dize, omuz omuza, görgü cemlerinde oturmaları üstüne öyküler uydurmalarından doğal ne olabilirdi? Elbette aralarında Onarlı Kızılbaşlar için söylenmedik söz bırakmayacaklardı.

Anlatıldığına göre iki kişi, bu dedikodulardan bıkmışlar mı, yoksa söylenenleri ispatlamak için mi her neyse; bir kış gecesi Onar’a gizlice gelirler. Kapıcının dalgınlığından yararlanıp, tekkenin baca-penceresinden seyretmeye başlarlar. Tam o sırada düvaz imamlar okunmuş, tıpkı şu anda olduğu gibi dede dua ediyor, canlar da yere kapanmış, “Allah Allah” çekiyorlarmış. Şaşırıp kalmış adamlar. Biri diğerine sormuş: “Benim gördüğümü sen de görüyor musun arkadaş?” Öbürü cevap vermiş: “Senin ne gördüğünü bilmiyorum, ama ben aşağıda koca bir koyun sürüsü görüyorum. Her taraf kış kıyamet onlar yemyeşil bir çayırda otluyorlar. Çobanları da sırtını vermiş bir ağaca kavalını üflüyor.”

Bu hikaye niçin üretilmiş? Acaba kendilerini yönlendirecek bir liderin arkasından, bir koyun sürüsü bağlılığı ve itaatkarlığıyla gideceklerini mi belirtmek istiyorlar? Yoksa Alevilerin, başlarına her geçenin kavalını-mavalını dinleyip, sürdüğü çayırda otlayan bir koyun sürüsü kadar saf ve karşıkoyumsuz oldukları mı vurgulanmak isteniyor?...

(İsmail Kaygusuz, Savaşlı Yıllar I : SON GÖRGÜ CEMİ, Alev Yayınevi; İstanbul, 1991, s.185-190).