İsmail Kaygusuz
Baba Resul ile ilk tanışıklığım 12 yaşıma rastlar. Çok uzun bir unutulmuşluğun ardından kırkbeşimde, Paris Üniversitelerinden birinin seminer odasında onunla ikinci tanışmayı yaşadım.
Alevi Dedesi olan babam her kış mevsimi kendisine bağlı taliplerinin köylerine gider. Cemler yapar, yetiştirebildiğince Ali yolunu sürdürürdü. Talipleri, onun huzurunda dar’a durur, ikrar verip musahib tutar ve görülür sorulurlardı. Ben ilkokulu bitirdiğim yıl musahib tutmuş, Görgü cemine katılarak Yol’a girmiştim. Yani artık bir Dede’nin Ali yolunda talibiydim. Ancak Dede oğluna bu yetmezdi, ileride kendisininki gibi taliplerim olacaktı. Onun deyimiyle “talipleri dar’dan indirip kaldıracak, musahib yapacak, görüp soracak” bilgi ve deneyim düzeyine en kısa zamanda erişmem gerekiyordu. Babam okuma-yazma bilmemesine rağmen Alevi inancına ilişkin geleneksel bilgi ve tapınma kurumlarını, eylemlerini öğrenmişti. Üç telli cura çalar, deyişleri, düvazimam ve gülbenkleri ezbere okur. Tek başına Cem hizmetlerini yönlendirir ve yönetirdi.
Onun bütün isteği ise benim, kendisinden daha fazla bilgi donanımlı bir Dede olmamdı. Bir Dede olarak, “şeriatı da tarikatı da bir iyice öğrenip zahidlerin karşısında hacil düşmemem”, yani boynu eğik kalmamam ve yenik düşürülmememdi. Oysa o yaşta kendi bildiklerinden daha fazlasını öğrenmiştim bile. Yüzden fazla deyiş ezberlemiş, hatta kendim düvazimamlar ve nefesler yazmayı deniyordum. Muhabbet cemlerinde kitaplar okuyor, ya da daha önce okuyup öğrendiklerimle dinleyen canları bilgilendiriyordum. Babam, cami hocaları da, çevremizde Dede diye dolaşanlar da karşımda ağızlarını açamasınlar istiyordu. Bu nedenle, o yıl beni bilgisine, inancına ve görgüsüne hayran olduğu sevgili talibi Hatip Mehmet efendinin yanına gönderecekti. Güz boyunca Hatip efendinin dizinin dibinde eğitim görecektim; onun evinde olmayan kitap yoktu. Okumayı çok sevdiğim için buna seviniyordum...
Babamın bu kararından bir süre sonra bir gün, köyün dışındaki Dikmetaş yolu üzerinde arkadaşlarımla çelik-çomak oynuyorduk. Nasıl olduysa içlerinden birisiyle, kavgaya tutuşmuş tozlu yolun ortasında alt alta üst üste boğuşmaya başlamıştık. Sırtımızdaki yırtık urbalarımız toz-toprak içinde kaldığı bir yana, benim burnum, onun ise kafası kanıyordu. Ama biz bunlara aldırmadan birbirimizi altetme çabasına girişmiştik. Birden çevremizde bağırıp çağıran arkadaşlarımızın sesleri kesildi ve tam başucumuzda bir at durdu; attan inen adam birer eliyle tutup bizi ayırdı. Yüzüm gözüm toz toprak içinde kafamı kaldırdığımda Hatip efendiyle gözgöze geldim. Beni tanımıştı, nasıl da utandıydım. Öbür arkadaşlarım dağılıp gitmişlerdi. Hatip efendi, cebinden çıkardığı mendiliyle ağzımın burnumun kanını, yüzümün tozunu silerken heyecanlı heyecanlı konuşuyordu:
“Baba Resul, Baba Resul! Sen bir Dede oğlusun. Herkesin bir adı var sizlerin iki. Sen Şeyh Hasan Oner evladısın, soyunuz Oniki imamlara çıkıyor. Ecdadına kurban olduğum, böyle çelik çomak oynamak, yol yolakta boğuşmak sana yakışır mı Baba Resul?”
Adamın bana her sözünün başında Baba Resul diye çağırmasından, beni başka biriyle karıştırdığını sanmıştım. Elinden kurtulup, “Ama Efendi dayı, dedim, benim adım Baba Resul değil ki. Benim adım...” Yumuşak ve düzgün pala bıyıklarının altından saygılı bir gülümsemeyle:
“Hayır seni kimseyle karıştırmadım Baba Resul, diye karşılık verdi ve sürdürdü: “ Ben pirimin, dedemin oğlunu tanımaz mıyım? Biz dedelerimize Baba Resul da deriz. Bizim başımız size bağlı kurban olduğum Baba Resul. Geçen yaz üç gün bizde kalmıştınız Baba-oğul, unuttun mu? Verdiğim her kitabı gürül gürül okuyordun. Beş’i pekiyi ile bitirdiğini öğrendim. Dedemle daha önce konuşmuştuk, ondan izin alıp seni benim eve götürmeğe geldim.”
Kucaklayıp beni atın eyerine bindirdi, sıkıca yelesinden tutmamı söyleyerek. Kendisi yular elinde yaya yürüyor ve bir yandan da anlatıyordu:
“Baba Resul seni dizimin dibine oturtacak, bütün bildiklerimi öğreteceğim. Yeni yazılı kitapları kendin okuyacaksın, anlamadıklarını bana soracaksın. Eski yazılı kitapları da ben sana okuyup anlatacağım. Sana eski yazıyı da öğreteceğim ömrüm olursa. Küllüklerde, tozlu topraklı yollarda bırak başka uşaklar oynasın. Sen çok bilgili bir Dede olmalısın, bilgili bir Dede. Bizim zahidlerinki gibi mektebimiz-medresemiz yok Baba Resul. Gelenek ve göreneklerimiz üzerinde birikmiş inanç bilgilerimiz, ağızdan ağıza söylenegelmiş. Arada birileri çıkmış yazıya dönüştürmüş, Cönk’lere çekmiş. Elyazma kitaplar çoğaltmış, Dedelere dağıtmışlar kendi aralarında. Ama zahidler onları yasaklamış, ele geçirdiklerini yakmış parçalamışlar. Ya da yalanlar dolanlar katarak, kendi inançlarına benzetmişler. Ah Baba Resul ah! Biz Alevi milletinin, Ali’yi sevenlerin çektikleri, bizlere yapılan zulümler kitaplara sığmaz. Ama biz tarihe de sığmamışız. Tarih yaratan düşünce ve inanç anlayışımız, elbetteki tek gözle bakılan tarihe sığmaz Baba Resul!...” Adam benim söylediklerini kavrayıp kavramadığımı düşünmeden buna benzer sözlerle habire konuşuyordu.
Eve yaklaştığımızda “Efendi dayı!” diye seslenerek sözünü kestim. “Bana Baba Resul, deme. Ben nasıl Baba Resul olayım? Baba Resul kim ben kimim?” Bu sözlerle, Baba Resul’un kim olduğunu sormuyor, beni ona benzetme demek istiyordum. Çünkü küçücük kafamda, onun kim olduğunu sözde çözmüştüm: Baba Resul, köyümüzde türbesi bulunan Şeyh Hasan Oner Dede gibi bir evliyaydı. Ya da babamın taliplerine dua ederken, cemlerde gülbenk çekerken onlar için yardımlarını, görüp gözetmesini, kollamasını ve elinden tutup kaldırmasını istediği; sağlık ve varlık vermesini dilediği Hünkar Hacı Bektaş Veli gibi birisiydi. Yoksula-varsıla, sağa-sayrıya, kısacası çağıranın yardımına koşan bir ulu evliya algısı uyanmıştı zihnimde.
Bir yatılı okula girip köy yaşamından uzaklaşıncaya dek, sık sık işittim Dedeler için Baba Resul nitelemesini. Özellikle Muhabbet cemlerinde, sanki latife olsun diye, Dede ve oğullarına ‘Baba Resul’ diye hitap ediliyordu. O oniki yaşımın güzü boyunca, dizinin dibinde inancımıza dair bir sürü bilgileri kafama sokan, ama Baba Resul gerçeğinden, o büyük Babai şahlanışından tek söz etmedi Hatip Mehmet efendi. Oysa çok ciddi anlarda, örneğin dar’a çekilmiş yargılanmakta olan talipler de, “Bağışlayın bu zavallı talibini Baba Resul! Ocağına düştüm Baba Resul beni fazla sıkıştırma vb.” diye yalvarılarırlarken bile kullanıyorlardı...
‘Bulvar Raspail No. 53 Paris’ adresinde, ‘Sosyal Bilimler Yüksek Öğretim Okulu’ binasının 8. katındaki 801 numaralı odada, 21.5.1987 günü, Prof. Dr. Paul Dumont’un “Tarihsel Süreç İçerisinde Alevilik” seminerini dinliyordum. Mösyö Dumont, Aleviliğin tarihsel süreç içinde dikenli, taşlı ve kanlı yollardan nasıl günümüze geldiğini bir saat gibi kısa bir zamanda özetlemişti. Ama onun bu özete rağmen, Aleviliğin Tanrıyı gökten indirerek insanlaştırdığı; Batı Uygarlığının hiçbir aşamasında insanı sevmeyi, hümanizmayı bu denli yüceltmiş bir külltür ve inancın bulunmadığı gerçekçi saptaması oldukça önemliydi. Konuşmasının bir kısmını, 13.yüzyılda Anadolu Alevi Türkmenlerinin inanç ve düşüncelerini devlet yönetimine geçirmeye ve halk iktidarını gerçekleştirmeye sadece birkaç adımın kaldığı, Baba Resul ayaklanmasına ayırmıştı. Baba Resul’un zikredilmesiyle birlikte, ilk kez burada, bu adın bilinçaltımdaki yansımasını keşfetmiştim. Belki de Fransızca konuşmanın içinde patlayan bu iki sözcük, çekiç gibi vurarak bilinçaltımı hareket geçirmiş ve yazının başından beri anlattıklarımı kare kare görüntülemiştim belleğimde.
Seminer boyunca Baba Resul ile ikinci tanışıklığı yeniden, ama bilinçli olarak yaşadım. Baba Resul ulumuz, evliyamız ve bizden biriydi. Ama neden, 1224 yıllarına köyümüzün kurucusu soyundan geldiğimiz ve evliya olarak kutsadığımız Şeyh Hasan Oner gibi ya da Ulu Hünkar Hacı Bektaş Veli gibi, Baba Resul’un da kerametleri, daha doğru deyimle toplumsal eylemleri kerametler örtüsü altında topluluk bilincimizde yoktu? Anadolu halklarını peşinden sürüklüyerek zalim Selçuklu Sultanı’na başkaldırıp, büyük bir devrim şafağı yaratan Baba Resul’un bu büyük eylemi bilincimizden silinmişti.
Sonraki yüzyıllar boyunca Osmanlı’nın Alevilere uyguladığı sürgün ve kıyımlar, baskılar silmişti kuşkusuz. Ama Baba Resul adı, kim olduğu bilinmeden aramızda yaşıyordu. Ben aldığım eğitim ve seçmek durumunda kaldığım çalışma ve araştırma alanı nedeniyle, inanç ve kültürümden epeyce uzaktaydım. Ama o seminer sırasında kendi kendime söz vermiştim. İkinci tanışıklığımdan sonra artık, araştırıp inceleyerek ve kılı kırk yarıp Baba Resul olayını, adını yaşatan halkımıza ulaştırmanın bir yolu kuşkusuz bulunabilirdi. Bunu, roman yahut tiyatro oyunu gibi bir edebiyat ürünüyle yapmayı denemem en güzeli olacaktı. Ama önce öz inanç ve kültürüme bilimsel bilgi donanımıyla dönmeyi ve bilimsel yöntemlerle bakmayı başarmalıydım... Gerçekten de Alevilik alanında beş-altı kitap yazdıktan sonra, Babailik ve Baba Resul çevresini tanıyabildiğimi artık söyleyebilirdim. O gün kendime yüklediğim bu görevi, bir roman değil ama, hem roman gibi okunacak ve hem de sergilenecek bir tiyatro oyunu aracılığıyla yerine getirmeyi başarabildiysem, bu bana sonsuz mutluluk verecektir...
ÖNCE MAKALE:
ANADOLU’DA İLK BÜYÜK DEVRİM ŞAFAĞI YARATAN
BABAİLER VE BABAİ AYAKLANMASI
1239-1240 tarihinde Anadolu’da yükselen, Baba İlyas-Baba İshak ikilisi önderliğindeki toplumsal başkaldırıyı, büyük halk ayaklanmasını, Aleviliğin ihtilalci siyasetlerinden Babailik yaratmıştır. Babailik toplumsal halk hareketi, Babek-Hurremi ve Karmati mazdek komünizmi ihtilalci geleneğinin Anadolu’daki yansımasıdır.
Ernst Werner: “Babai ayaklanmasının, Türkmenliğin artan öneminin ve Sultanlığın feodal çözülüşünün ifadesi olduğu söylenmelidir. İsyan aynı zamanda anti-feodal özellikler edindi ve böylece bir sınıf savaşı kimliğine büründü.”diyor.(E.Werner, Çevirenler: O.Esen-Y.Öner, Büyük Bir Devletin Doğuşu, İstanbul-1986,s.98) Babai ayaklanmasını Türkmenliğin artan önemine bağlamak doğru olamaz. Çünkü Babai Hareketi içinde Türkmen boyları çoğunluğu oluşturmakla birlikte Kürtler, Ermeniler, başka Hristiyan gruplar da bulunuyordu, yani ezilen ve baskı altındaki halk sınıflarıydı onlar. Sultanın Emirlerinin (feodal beylerin) ordularında da Türkmenler vardı ve Sultanlığa başkaldırmış Türkmenlerle çarpışıyorlardı. Eğer Türkmenlik belirleyici olsaydı, kılıçlarını soydaşlarına değil, toptan feodallara çekerlerdi. Gerçekte çekenler olmadı değil; bazıları isyancıların yanında yer aldı, bazıları da kaçıp uzaklaştı, beylerini terkettiler. Ama nedenlerin Türkmenlikle ilişkisi yoktu, olamazdı.
Sultanı ve beyleri Babai isyancılarının elinden kurtarmak, birkaç bin (tarihler sadece bin yazıyor) demir donlu paralı Frank şövalyelerine kaldı. Savaştan kaçan ya da isyancılara karışan Türkmen askerleri de tıpkı Babailer gibi, Baba İlyas’ın ‘Baba Resullah, yani Allahın Elçisi Baba’ olduğuna inanmaya başlamış. Herkes onun mucizevi gücünden yardım bekliyor. Getireceği toplumsal adaletle kendilerini kurtaracak ahir zaman Peygamberi olarak görüyordu. Demek ki, inanç unsurunun örtü olarak kullanılmasının belirleyiciliği önde gidiyor.
Çünkü Ortaçağın özelliği buydu; baskı altındaki kitleleri harekete geçirmek için bir peygamberin ortaya çıkması ve onların sınıfsal çıkarlarını koruyup gözlemesi gerekiyordu. Bu da egemen sınıfın din ve inançlarıyla olamazdı. Baba İlyas, o dönemden kalan kaynakların (Dominiken misyoneri Saint-Quentin’li Simon, Suriyeli Arap yazar Sibt al-Cezvi, Süryani yazar Bar Harbeus Gregorius Abu’l-Farac’ın yazıları) belirttiği gibi, ‘Baba Resulullah’ olarak ün yapmış; sadece Alevi Türkmen halkın değil, tüm ezilen Sünni ve gayri-Müslim yerleşik ve göçer kırsal topluluklar arasında, Tanrının Baba’ya göründüğü, ona Sultanlık bağışladığı ve kendilerini kurtaracağı yayılmıştı. Dönemin merkezi feodal yönetimi ve beylerinin baskısı altındaki toplum, onu ‘Peygamber’ kişiliğine büründürerek bir kurtarıcı kabul etmişti.
Gordlevski’nin belirleyici tanımlamaları doğrudur, Babai hareketinde, “Mazdek öğretisinin yankıları duyulmaktadır” diyor ve sürdürüyor: “Köy, kentin üzerine yürüdü. Kölece çalışmanın perişan ettiği köylülerle, zulmedici feodallar arasındaki karşıtlıktan yükselen gerçek bir sınıf savaşımıydı. Eski düzen, köylüleri, barış zamanında feodal için çalışmaya, savaş zamanında ise onun uğrunda kan dökmeye zorluyordu” (V.Gordlevski, Çev. Azer Yaran, Anadolu Selçuklu Devleti, Ankara-1988, s.180) Belki bu açıklama E.Werner’in, “Sultanlığın feodal çözülüşünün ifadesi” söylemine ışık tutmaktadır.
Ayaklanmanın gerçek lideri Baba Resul adıyla tanınan ve kutsanan Baba İlyas Horasani’dir. Hareketin örgütlendiği ve yönetildiği karargah Baba İlyas’ın Haraşna’daki (Amasya- Çat köyü) dergahıydı. İnanç örtüsüyle kitleleri peşinden sürükleyen bu büyük sınıf savaşının planı ve taktik çizgileri burada çizilmiştir. Baba İlyas’ın Anadolu halkları arasına propaganda için dağıtmış olduğu 60 halifesinden en tanınmışı ve hareketin başkumandanı (Server-i leşkeran) ise Baba İshak’tır. Şami, yani Şamlı lakabını taşıyan, Adıyaman yöresinde yaşamış ve propagandasını yürütmüş olan Baba İshak, olasılıkla Şam Bayadı Türkmenlerine mensuptu. Ancak ileri sürüldüğü gibi yerli Hristiyanlardan ya da Kürt kökenli de olabilir. Baba İshak’tan sonra Şeyh Edebalı, Emircem Baba, Ayna Dövle, Şeyh Osman, Hacı Mihman, Şeyh Edebalı, Karaca Ahmet, Geyikli Baba vb. gibi birçok Babai halifeleri arasında, hareketle ilgili olarak –Türkçü-islamcı yazar ve tarihçilerin ileri sürdüklerinin tam tersine- Hacı Bektaş da öne çıkmaktadır.
Babai Siyasetinin İnançsal Temelleri ve Yükselişi ve Ayaklanma
Rum (Anadolu) Selçukluları döneminde feodal beylere (atabeyler, emirler) topraklar sultan tarafından temlik edilmekte ve bunlar üzerinde yaşayan köylülerden vergi toplama hakkı verilen yurtlar olarak bilinmektedir. Toprağı kullanma ile birlikte -satış, devretme ve miras hakkı kuşkulu- toprak üzerinde özel mülkiyet kurumu doğmuştur. (V. Gordlevski, Çev. Azer Yaran, Anadolu Selçuklu Devleti, Ankara-1988, s. 130, 132)
Bu dönemde büyük zenginlikler feodalların ellerinde yoğunlaşmış olsa da, tarım ürünleri, değiş tokuş edilen ya da satın alınan mallar ve mamul mallar, savaş ganimeti sultana gidiyordu. Sultanın evlenmesi durumunda, ya da başkentte bulunmadığı uzunca bir süreden sonra dönüşünde bu, feodallara duyurulur ve onlar da sultanın sarayına armağanlar götürmek zorundadırlar. Sultan, gezi ve ziyaretleri esnasında geçtiği yerlerde kendisine güzel erkek ya da kadın tutsaklardan, altın dolu keselerden Türk ve Arap atlarından vb. oluşan armağanlar topluyordu.
Tükenmeye yüztutan hazine zaman zaman bağışlarla doluyordu... Feodallar sultana verdikleri haraçları, durumları gittikçe kötüleşen köylülere fazlasıyla ödetiyorlardı. Perişan durumdaki köylüler, dayanılmaz bir zulüm altında bunalıyordu. Feodallar, köylülere, sultanın kendilerine baktığı gibi bakıyor. Böylece ülkede zorbalık ve baskı egemenliği sürüyordu. Elbetteki köylülerin ellerinden ürünlerinin zorla alınmasını devlete şikayet edilmesi sonuçsuz kalıyordu. (V. Gordlevski, agy. S.162-164)
Böylece Horasanlı Baba İlyas ve Şamlı Baba İshak, feodal hükümete karşı, Sultan I.Alaadin’in son dönemlerinden itibaren (1230dan sonra) oluşmaya başlayan nesnel koşulların tam olgunlaştığı; feodal beylerin köylü ve konar-göçer halk yığınlarını ağır haraç ve vergilerle canından bezdirdiği son on yılda yarattıkları ihtilalci Babai Siyaseti’yle, Konya’ya yürümeyi ve iktidarı ele geçirerek eski düzeni yıkıp, kendi düzenlerini kurmayı amaçlamışlardı.
Diğer bazı yazılarımızda işlediğimiz gibi, İran’da Zerdüşt ortodoksizmine karşı yükselen heterodoks Mazdekizm’in mutlak eşitlikçi ve paylaşımcı siyaseti, Heterodoks İslamın (Aleviliğin) içine girip yerleştikten sonra isyanlar, kutsal kişilerin yani Ehlibeyt ve Oniki İmamların öcünü alma hareketleri olmaktan çıkmış ve kuramsal komünistik ihtilaller niteliğini kazanmışlardı. 9. Yüzyılın ilk yarısında 20 yıl aralıksız süren Babek Hurremi ihtilalci hareketi, onun bir çeşit devamı olan Karmati Alevilerinin ihtilalci siyaseti ile aynı yüzyılın sonlarında, yaklaşık 200 yıl süren bir devlet kurdurmuştu. Bu Karmati toplulukları, Mazdekizm’den alınıp geliştirilen sosyalist düzeni, kurdukları kale-kentlerinde (Dar al-Hicra) uygulamışlardı. Aleviliğin Babai siyasetinin de amaçladığı düzen farklı değildi.
Dönemin kaynaklarının verdiği bilgiler incelendiğinde görülür ki, Baba Resul’un yaşamı ve ortaya çıkışı Babek Hurremi’ninkiyle, büyük benzerlik göstermektedir. Özellikle Kıbrıs’ta oturan Dominiken misyonerleri şefi Frére Ascelin tarafından Azerbaycan’da bulunan Mogol komutanı Baycu Noyan’a gönderilen Simon de Saint Quentin’in verdiği bilgiler çok önemlidir. Bu seyahatı 1246’da Antakya, Adıyaman, Malatya, Sivas ve Doğu Anadolu üzerinden yapan rahip Simon Arapça, Farsça, Tükçe ve Ermenice biliyordu. 6 yıl önce gerçekleşmiş Babai ayaklanmasının bastırılmasına katılmış Frank askerleri, Türkmenler, yerli Hristiyanlarla konuşarak, bu bilgileri bizzat olayları yaşayan insanlardan öğrenmişti. Simon’un ve ondan 10-15 yıl sonra tarihini kaleme almış olan Malatyalı ve çocukluğu, gençliği bu kentte geçen Abu’l Farac’ın anlattıkları, ayrıca Selçuklu sarayı tarihyazıcısı İbn Bibi’nin yazdıklarını, uyum ve çelişkileriyle birlikte Elvan Çelebi tamamlamaktadır. Baba Resulallah olarak Baba İlyas Horasani hakkında verilen efsanevi ve tarihsel bilgiler birleştirildiğinde, Babek Hurremi menakıbnamesi Babekname’dekilerle benzeştiği ortaya çıkıyor. Görülüyor ki, tam dört yüz yıl sonra Baba Resul, Aleviliğin Babek-Hurremi siyasetini Rum’da (Anadolu’da) aynı bilinç ve inançla uygulamaya girişmiştir.
Çok kısa bir karşılaştırma yaparak bu benzerlikleri gösterebiliriz:
Babek Hurremi’ye Cebrail gözükür, Tanrının onu dünyanın sultanı yapacağını söyler. Baba Resul’a köylü kılığında Tanrı (ya da Cebrail) gözükür. Oğlunu kurdun (Kurt, Paulikien-Bogomil inancında Şeytanın yaratığı simgesidir) elinden kurtarırsa, kendisini Rum’un sultanı yapacağına sözverir. Babek peygamberliğini ilan etmiş ve mucize sahibidir; kılıç kesmez, ateş yakmaz ve düşünceleri-geleceği okur. Baba İlyas zaten Baba Resulallah (Tanrının elçisi, peygamberi) adını taşımaktadır. İnsanlara gelecekten haber verir, hastalıklarını-dertlerini giderir. Kendisine ok ve kılıç işlemez. Babek bir köyde çobanlık yaparak yetişmiş. Cavidan’ın müridi olmuş. Öldüğünde onun yerine getirilmiş ve liderlik görevini yüklenmiştir. Baba Resul da bir ağanın yanında çobanlık yapmış. Ebu’l Vefa yolağından Dede Garkın’ını müridi ve halifesidir. Elbistan ovasında dört yüz halifesini toplayan Şeyhi onu başhalife yapıp, Rum’da (Anadolu’da) göreve salmıştır. Babek zındıklıkla suçlanır; içkili ve kadınların katıldıkları toplantılar, yani geceleri Cemler yapmaktadır. Özel mülkiyet yoktur, Babeki toplumunda herşey ortaktır. Baba Resul da içkili ve kadınların katıldığı toplantılar, cemler yapan zındık ve inançsız olarak anılır. Mal ve ganimet ortaktır, özel mülkiyet yoktur. Babek Bagdad’ı ele geçirip halifeliği yıkarak adil ve eşitlikçi bir dünya yaratmak istemiş. Bunun için 20 yıl boyunca mücadele etmiştir... Baba Resul da Konya’yı alıp, Selçuklu Sultanlığını yıkarak halk yönetimini kurmayı ve düzeni değiştirmeyi amaçlamıştır...
Uzun adıyla Şeyh Şucaaddin Abu’l Baka Baba İlyas Horasani, Anadolu’ya göçetmiş bir Türkmen şeyhi idi. Ama kaynakların hiçbiri Baba İlyas’ın Anadolu’ya gelmeden önceki yaşamından sözetmemektedir. Oğullarından birinin (Muhlis Paşa’nın) torunu Elvan Çelebi, kendisi hakkında yazmış olduğu Mekakıbname’de (Menakıbu’l Kudsiyye fi Menasıbi’l- Ünsiyye, Hazırlayanlar: İsmail E. Erünsal-A.Yaşar Ocak, İstanbul-1984), onun gelişi ve Anadolu’ya yerleşmesi üzerinde bazı ayrıntılar geçmektedir. Elvan Çelebi’ye göre, Dede Garkın’ın baş halifesi olarak Rum’a gelir ve Amasya’ya yerleşir. Sultan Alaaddin’in (1220-1237) onu ziyaret ettiği ve büyük kerametlerine tanık olduğu için kendisine Çat Zaviyesi’ni vakıf olarak verdiği anlatılır. Zaviye vakıfları, Sultan Alaaddin’in, Mogol baskısıyla Türkistan’dan, Horasan bölgesinden, İran-Irak-Suriye üzerinden Anadolu’ya giren ve Claud Cahen’nın ‘İkinci göçmen krizi’ diye nitelendirdiği zorunlu göçer Türkmen gruplarını Uç’lara (sınırlara) yerleştirme ve teba’laştırma politikasının bir parçasıydı. Genellikle, sultan oluşunun ilk 5-6 yılları içerisinde bol vakıf arazisi dağıtmıştır iktidarını güçlendirmek için. Onun içindir ki, Menakıbname’ler ve veli söylencelerinde Alaaddin’in adı sık geçer. Her tanınmış evliya türbesi çevresinde, Sultan Alaaddin’in, türbede yatan veli’yi ziyaret ettiği ve kerametlerini görerek ona mürid olduğu anlatılır.
Yukarıda kısaca değindiğimiz Saint Quentinli Simon’un anlattığına göre Baba İlyas’a Tanrı, çok perişan ve fakir bir köylü kılığında görünüp, ondan oğlunu kapan kurttan kurtarmasını istemiş. Baba bunu gerçekleştirince, köylü ona Tanrı olduğunu söyleyerek, karşılığında kendisine Sultanlık bağışlamış. Hemen harekete geçmesini istemiştir.
Demek ki Baba İlyas, propagandasını, Tanrının insanları kurtarmak için gönderdiği peygamber olarak yapıyordu. Süryani Abu’l Farac, ‘Tarihi’nde “Baba, diyor, hakikaten Allahın peygamberi olduğunu söyleyerek, Muhammed’in yalancı olduğunu ve Peygamber olmadığını iddia ediyordu. Birçok Türkmenler ona inandılar. Bu adam ihtiyar İshak adındaki müridini Roma (Rum) diyarının hududu üzerindeki Hısn Mansur’a (Adıyaman çevresi) gönderdi ve onun burada halkı kendi peygamberliğine inanmaya davet etmesini istedi. ” ( Gregory Abu’l Farac, Abu’l Farac Tarihi II, İngilizceden çeviren: Ömer Riza Doğrul, 2.Baskı, Ankara-1987, s.539-540)
Baba İlyas’ın ‘Peygamber olarak ortaya çıkma’ eyleminden iki önemli nesnel olgu çıkarıyoruz: Tanrı-İnsan bütünlüğü ve Tanrının insan olarak görünüm alanına çıkması (epiphaneion), insanlaştırılması. Tanrıyı köylü kılığında tanımlama, köylü kitlesinin, yani halk çoğunluğunun yüceltilmesi, tanrılaştırılması olarak algılanmalıdır. Bu çoğunluk, yani halk herşeyin mutlak sahibidir, herşeyi yapmaya gücü yeter. Yönetim erki de onundur, o kullanır ancak. Tasavvuftaki ‘Enelhak (Tanrı benim)’ inancının bir çeşitlemesi olan El-Hakk-u Hüv-el Halk, v-el-Halk-u Hüv-el Hakk (Tanrı Halk’tır, Halk de Tanrıdır) söyleminin bir veli tarafından uygulamaya konulması olarak görüyoruz. Bu bağlamda Halk’ı, Hakk’ın gölgesi ve örtüsü olarak yorumlayan tasavvufi görüşlere rağmen sonuç değişmiyor. “ …‘Halk Hakk’ın gölgesi ve örtüsüdür’ yorumu da, Ortodoks İslamın (Sünnilik) devlet ve iktidar anlayışına taban tabana zıttır ve Halk demokrasisi anlayışıdır. Çünkü Şeriat yönetiminde: mutlak iktidar Allahındır. Ancak yeryüzündeki gölgesi ve paygamberin vekili halifeye devretmiştir. Bütün müslümanlar Halife’nin teba’sıdır.”(İ.Kaygusuz, Görmediğim Tanrıya Tapmam, İstanbul-1996, s.80-81) Demek ki, Malik-i Mülk (mülkün, dünyanın sahibi), Hakk ile eşitlenen Halk’tır. İktidar doğrudan halkındır. Baba İlyas yorumladığımız inancıyla oluşturduğu siyasette, örnek aldığı Babek Hurremi’den daha ileridedir.
Abu’l- Farac’ın, “Baba İlyas’ın Muhammed’in yalancı olduğu, peygamber olmadığını ileri sürdüğünü” yazması, Hristiyanlığınlığın ortodoks mezheplerinin Muhammed hakkındaki düşünceleridir. Baba İlyas, Muhammed’e ne yalancı demiş ve ne de onu yadsımıştır. Böyle yapması, her inanç, din ve milliyetten (feodalların ezdiği) halk kitlelerini ayaklanmaya çağırma siyasetine aykırı düşerdi. Onun düşüncesi, Karmati lideri Abu Tahir Süleyman’ın bilinen en büyük eylemi olan 930 yılında Mekke’yi basarak, kutsal sayılan Cennetten geldiğine inanılan Hacer el-Esved (kara taş) yerinden söküp başkenti Al Ahsa’ya götürmesindeki inanç anlayışıyla ilişkilidir: Ortodoks İslam çağı ve Muhammed’in peygamberliği artık sona ermiştir. Her çağın halk ve insanlık önderi, o çağın hem imamı (velisi), hem peygamberidir. İnsanlığı bunlar kurtaracak, halkları ezen zalimleri ortadan kaldırarak; dünyayı insanca kardeşçe yaşanır ve ortakça-eşitçe yararlanılır duruma getirmek onların görevidir. İşte ikinci önemli sonuç ya da nesnel olgu budur: Baba Resullah, proto-Alevilerden Karmati’lerin inanç ve düşünceleri ve onların devamı olan Nizari İsmaililerin Alamut lideri Hasan Sabbah anlayışıyla harekete geçmiştir
Babai Siyasetinin Yükselişi ve Ayaklanma
Köylü Tanrıdan(!) aldığı buyruk üzerine Baba Resul harekete geçmişti. Ünü yayıldıkça yayılıyordu. Baba İlyas’ın peygamberliği ve ahir zaman kurtarıcılığının kanıtları olarak ermişliği, gayptan (bilinmezlikten) haber verişi, inziva halinde tanrıyla ve meleklerle söyleşisi üzerinde bir dizi öyküler Kızılırmak kıvrımından Fırat havzasına ulaşmıştı. Halk akın akın dergahını ziyarete gelmeye ve dertlerine sıkıntılarına ondan derman aramaya başlamışlardı...
Baba propagandasını, başlangıçta, yetiştirdiği ve kendisine candan bağlı halifeleri ve güvendiği müridleri aracılığıyla, heterodoks İslam (Alevi) inançlı göçebe ve yerleşik köylüler arasında yaptırıyordu. Önce onlara inançlarına uygun düşen zamanın kurtarıcısı olduğuna, peygamberliğine inandırması ve güvenlerini alması gerekiyordu.
A.Yaşar Ocak’a göre Babai propagandacıları şu iki bölgede çalışıyorlardı:
1)Baba İlyas’ın zaviyesinin bulunduğu Amasya, Tokat, Çorum, Sivas ve köyleri
2)Güneydoğu Anadolu’da Marş, Kefersud, Malatya, Elbistan ve çevresi. Bu ikinci bölge Ağaçeri, Döger ve Bayad Türkmen yerleşim alanlarıydı. Bölgede dinsel inançlar çok çeşitlilik ve karmaşıklık gösteriyordu. Buradaki bir üçüncü öge, Selçuklu ordusundan büyük darbeler yemiş ve dağıtılmış olan Harezmi’lerdi. Bunlar Selçuklu Eyyubi sınır bölgesinde hareket halindeydiler. Yol kesip soygunlar yapıyor ve sürekli düzen bozan saldırılarda bulunuyorlardı
Baba İlyas onları, memnuniyetsizliklerinden yararlanıp yanına çekmek için Harran ve Ruha’ya (Urfa) elçiler gönderdi. Bu bölgelerin tümü Baba İshak’ın yetkin ellerine verilmişti (A.Yaşar Ocak, La Révolte de Baba Resul ou La Formation de l’Hétérodoxie Musulmane en Anatolie auXIIIe Siecle, Ankara-1989, s.62-63)
Elvan Çelebi, babasının dedesi Baba İlyas Horasani’yi devlete başkaldırmış biri olarak göstermemek ve onu temize çıkarmak için tüm kabahatları yüklediği Baba İshak’ı, ‘İshak-ı Şami ’ diye anmaktadır. Bu onun Şamlı olduğunu göstereceği gibi, Şambayadı Türkmenlerinden olduğunu da belirleyebilir. Bunun hiçbir önemi yoktur. Ayaklanmayı anlatmaya geçmeden önce, burada Baba İshak’ın İsmaililerle ilişkisi konusuna kısaca eğilmek istiyoruz. Hüseyin Hüsameddin’in kaynak göstermeden, Baba İshak’ın Baba İlyas’a mürit olmadan önce İran’da Hand Alaaddin İbn Muhammed adında bir İsmaili şefinin yanında eğitilip, yetiştirildiğini ileri sürmesi pek dikkate alınmamaktadır. (A.Yaşar Ocak, agy. s.63)
Bize göre, kaynak göstermemiş olsa da yazarın böyle bir duyumu yazmış olması önemlidir. Olasıdır ki eski bir kaynakta görmüştür. Biz böyle bir organik ilişkinin doğru ve varolduğunu düşünüyoruz. Hatta Baba İshak’ı, bizzat Baba Resullah’ın (Baba İlyas) kendisi göndermiş de olabilir İsmaili merkezi Alamut’a. Yukarıda kısaca değindiğimiz gibi, Baba İlyas hareketinin teorik temeli, zaten Aleviliğin siyasetlerinden – ya da türevlerinden- olan Babek-Karmati-İsmaili öğretileri üzerinde kurulmuştur. Kuramsal olarak “Mazdek komünizmi” ile ilişkilidir. Bu gösteriyor ki, Horasan’dan geldiği bilinen gerek Baba İlyas Horasani’nin ve gerekse onu görmeye gelen Hacı Bektaş Horasani’nin Nizari İsmaili toplulukları ve Alamut devletiyle ilişkilerinin bulunmadığı söylenemez.
Nizari İsmaililiğinde Yaşanan Bir Döneklik Dönemi ve Sonu…
Şimdi 13.yy.ın ilk çeyreğinde Nizari İsmailileri Alamut Devleti’nin durumu ve siyasetlerine kısaca gözatarak, adı verilen İsmaili İmamının kim olduğunu saptayalım. Bu alanda en son çalışmalardan biri olan Farhad Daftary’nin kitabından (The Ismailis: Their History and Doctrines, Cambridge University Press-1992, s.405-409) özetleyerek bunu yapacağız:
Henüz babası Nureddin Muhammed II (Ö.1210) hayattayken Sünni dünyasıyla gizli ilişkiler geliştirmiş olan Celaleddin Hasan III, 1210’da Alamut devletinin başına geçer geçmez, önceden yöntemini hazırladığı zorlama reformunu uygulamak üzere harekete geçti. İsmaili Aleviliğinin inanç ve öğretilerini reddederek, Nizari toplumunun Sünni Şeriatını uygulamaları buyruğunu çıkardı. Abbasi Halifesi Al-Nasır’a (1180-1225) ve diğer ülkelerin şah ve sultanlarına elçiler göndererek tanınmalarını istedi. İlk yıl içerisinde Hasan III, Nizari toplumunun artık eski inanç öğreti ve pratiklerini terkettiği ve Şeriatı kabul edip, Sünniliğe döndükleri konusunda Sünni İslam dünyasını ikna etti. Halkını bilgilendirmek için, Irak ve Horasan’dan Sünni fakihler (din adamları) çağırdı. Her Nizari köyünde cami ve hamamlar yapılmasını emretti. Bagdad’daki Halife, 1211 Ağustos’unda çıkardığı bir fermanla, Hasan III’ün Sünniliğe dönmesini onaylayıp onu Yeni Müslüman (nev-müselman) olarak kabul etti. Hasan’ı, İslam halifesine bağlı diğer ‘emir’leri arasında saydı.
1213 yılında Hasan III’ün annesi Halife Nasır’ın koruması altında hacca gitti. Hatta Halife Hasan’ın, Gilan bölgesinin dört feodal beyinin kızlarıyla evlenmesine aracılık etti. Bu arada Kazvinliler, Hasan III’ün bu bildirimlerinin güvenirliğini dikkatle izleyerek, bir süre için kuşkulu kalmıştı. Nizari atalarına ve asıl Aleviliğe büyük ihanet etmiş olan Hasan III bu dönekliğini o denli ileri götürdü ki, bir çok Kazvinli din adamı ve itibarlı kişilerini Alamut’a gelmesine ve kütüphaneyi denetleyip, heretik (dindışı, rafızi) kabul ettikleri bütün kitapları yakmalarına bile izin verdi.
Pers tarihçilerine göre Rudbar, Kumis, Kuhistan ve Suriye Nizari İsmailileri Hasan III’ün bu yeni çıkışını sorgusuz kabul ettiler. Hatta Suriye’dekilerin Şafii mezhebine döndükleri de söylenmektedir. Kıyam’ı yani ayaklanmayı başkaldırıyı inançlarının önemli bir ilkesi olarak kabullenmiş, 1090’da Hasan Sabbah’ın Alamut’u ele geçirip, İsmaililerin Dar-al Hicra’sı haline getirdiğinden bu yana, dünyayı kötü yöneticilerden zalimlerden kurtarmak için kurdukları Fedayin örgütüyle, devrimci şiddeti yaşam biçimi olarak seçmiş bu Nizari inanç toplumunun, Celal al-Din (Dinin öfkesi, coşku ve şiddeti) adını verdikleri büyük İmamları Hasan III’ün yanlış yapmayacağına inandıkları için mi bu dönekliğe boyun eğmişlerdi?
Böyle bir soruya Daftary şu karşılığı veriyor : “Nizariler gerçekte Hasan’ın buyruk ve bildirilerini, Büyük Kıyamet (mecazi anlamda yeniden diriliş) ilanında kaldırılmış olan Takıyye‘nin (kendini gizleme, duruma uyma) yeniden geri getirilmesi olarak değerlendirdiler; İmam tarafından gereksinim sayılan bir çeşit dış dünya ile uyuşumu ima etmek bakımından şimdi eski duruma dönüş (kararı) alınmıştı. Hasan’nın yeni siyaseti, tehlikeli biçimde yaşamını sürdüren Nizari toplumu ve devleti için siyasi yararlar sağladığı açıktır. ”(agy.s.406)
Doğrudur, büyük olasılıkla baştan Nizari İsmaili toplumu bu buyrukları ‘takıyye’ gibi algılamıştır. Ancak Hasan III, gerçekten sünnileşmiş ve Halife’nin emirleri arasına girerek elde ettiği politik yararlar kendi şöhret ve saltanatını artırmanını ötesinde toplumuna hiçbirşey vermediği gibi onu yaralamış; cami inşaatları, beş vakit namaz kılmaya ve ramazan orucu tutmaya zorlanması büyük hoşnutsuzluk yaratmış olmalıdır. 11 yıllık bir saltanattan sonra zehirlenerek öldürülmesi de bunu göstermektedir. 1221 yılında Hasan III’ün yerine geçirilen oğlu Alaaddin Muhammed III henüz dokuz yaşındaydı. 15-16 yaına kadar onun adına annesi ve vezir yönetti.
Muhammed III’ün saltanatının başlarında, dış dünyanın gözünde Hasan III’ün Sünni politikası resmi olarak kaldı. Gerçekte Alamut, Hasan III’ün sünni siyasetini, biçimsel olarak terketmemiş göründü. Giderek şeriat zorlaması gevşetildi ve yeniden Kıyamet öğretisi canlandırıldı. Bir süre sonra toplum, eski Nizari İsmaili özelliğine kavuştu. İsmaili Aleviliğinin gerçek Alamut imamı olan Alaaddin Muhammed III’ün saltanatı döneminde (1221-1255), Nizari İsmaili inanç ve düşüncesine herhangibir özel dış katkı olduğu görülmez. Üstelik Alamut Nizari İsmaili devleti en parlak dönemini yaşamıştı. (F. Daftary, agy. s.408)
Öyle anlaşılıyor ki, Baba İlyas Horasani, Baba İshak Şami’yi belki başka halifeleriyle birlikte Fedayin örgütü tarafından eğitilmek üzere, geçirdiği 10-15 yıllık sarsıntıyı restore etmiş Nizari İsmaili toplumu ve devlet merkezi Alamut’a göndemişti. Ayaklanmanın hazırlık dönemi olan 1230’lu yılların ortalarında bu gerçekleşmişse, sonlarına doğru Baba İshak Güneydoğu Anadolu’da propaganda eylemlerine yoğunlaşmış olmalıydı. Çok büyük olasılıkla İsmaili gönüllü fedailerinden yardımcıları da bulunmaktaydı bu propaganda eylemlerinde. Ayrıca Besni, Adıyaman çevresine 70-80 yıl önce Karmati gruplarının gelmiş oldukları ve yerleşip buralarda kaldıklarını da gözönünde tutmak gerekir.
Kuzeydeki Çepni, Karaman, güneydoğudaki Ağaçeri, Döger, Bayad Türkmenleri kadar, Sünni Türk ve Kürt boyları ve Hristiyan gruplar arasında da propaganda yapılıyordu. Elvan Çelebi’ye göre Baba İlyas, Baba İshak’a kendi adına propaganda yapmak ve otoritesi altına çekmek için destur vermişti. Kendisini temsil eden simgesi ise Baba İshak’ın başına giyirmiş olduğu börküydü. Böylelikle halka güven sağlıyordu. Propaganda çok bilinçli bir biçimde üç yönde sürdürülüyordu: 1) Baba İlyas’ın Peygamber ve kurtarıcılığı altında Kıyam’a durma; dünyanın sonunu getiren kötüler ve zalimleri yokedip, yeniden yaratarak devri (dönüşümü) sağlamak (Alevi inançlı halklara). 2) Sultan Gıyaseddin Keyhusrev, Sünni müslüman olarak Muhammed’in şeriatın koşullarını yerine getirmemekte, içki ve işret sofralarında eğlenmekten başka bir iş yapmamaktadır, dinden çıkmıştır(Sünni inançlı halklara). 3) Beylerin elinden alınacak topraklar, hayvan sürüleri ve elde edilecek diğer ganimetler, ayaklanmaya katılan kim olursa olsun, ayırım yapılmaksızın eşit paylaştırılacaktır (Gayrimüslim halklara).
Ayrıca insanların bireysel dertlerine çareler buluyor, hekim gibi hastaları iyileştiriyor, hakim gibi davalara bakıp aralarını düzeltiyordu. Böylece Baba İshak ezilen baskı gören her din ve inançtan, milliyetten insanlara güven vererek akıl ve bilincini harekete geçirmiş oldu. Baba İlyas için çevresinde kadınlı erkekli çok sayıda insan topladı. Konar göçer Türkmenler sürülerini, diğerleri ellerinde neleri varsa satıp silah alıyorlardı. Baba Resul’dan haber geldiğinde ayaklanma başladı.
Horasanlı Hacı Bektaş’ı Rum Erenlerine Baba İlyas göndermişti
Baba İshak’tan başka, Vilayetname’deki bazı keramet söylencelerin yorumundan Hacı Bektaş Horasani’nin de katıldığını çıkartabiliyoruz. Hacı Bektaş, Elbistan ovasında Dede Kargın’la görüşüp-halleşerek kendini kabul ettirmiş ve halifesi olmuştu. Bu propaganda döneminde Baba İshak’ın belki birlikte gidip yol göstermesi, ya da yanına adamlar katması sonucu kardeşi Menteş ile önce Sivas’a geçtiler. Oradan da Baba İlyas’ı görmeğe gittiler. Vilayetname’de bunlardan sözetmiyor. Ancak Aşık Paşaoğlu (1481), Elvan Çelebi(1358-9), Ahmet Eflaki(1353) ve Mehmet Neşri(1492)’deki kısa bilgilerle, Vilayetname (1480’li yıllarda) söylencelerindeki özü birleştirdiğimizde görülmek istenmiyen bazı gerçekler aydınlığa çıkıyor. “Hacı Bektaş’ın Anadolu’ya gelmesini beyan edeyim.”diyen Aşık Paşaoğlu sürdürüyor:
“Bu Hacı Bektaş Horasan’dan kalktı. Bir kardeşi vardı, Menteş derlerdi. Birlikte kalktılar. Anadoluya gelmeye heves ettiler... O zamanda Baba Ilyas gelmiş, Anadolu’da oturur olmuştu. Meğer onu görmek isteğiyle gelmişler. Onun dahi hikayesi çoktur. (Baba İlyas’ın hikayesini elbette bilirdi. Onun beşinci kuşaktan torunuydu. Babası Şeyh Yahya’nın amcası Elvan Çelebi’nin yazmış olduğu soyunun tarihini bilmez mi? Ama Selçuklu’ya başkaldırmış bir kişinin torunlarından olduğunu hiç açık eder mi? İ.K.) Hacı Bektaş kardeşiyle Sivas’a, Sivas’tan Baba İlyas’a geldiler. Oradan Kırşehir’e, Kırşehir’den Kayseriye geldiler..Hacı Bektaş kardeşini Kayseri’den gönderdi. Vardı Sivas’a çıktı. Oraya varınca eceli yetişti onu şehit ettiler...” (Aşık Paşaoğlu Tarihi, Haz. Atsız, 2. Basım, Ankara-1992, s.164-165)
Hacı Bektaş Veli, Aşık Paşaoğlu’nun belirttiği gibi Baba İlyas ile görüştükten sonra, kardeşiyle birlikte önce Kırşehir’e, sonra Kayseri’ye gitti. Bize göre kendi keyfine gitmedi; Baba İlyas Horasani tarafından, Musa Kazım oğlu İmam Rıza torunlarından Hacı Bektaş Veli, Rum erenlerine Peyik (elçi) hizmetiyle gönderildi. Nasıl mı? Vilayetname’nin söylencesel dilinden dinleyelim:
“Hünkar Hacı Bektaş Veli Rum ülkesine yaklaşınca mana aleminden Rum erenlerine: ‘Selamlar sizin üzerinize olsun Rum’daki erenler ve kardeşler’ diye selam verdi. 57 bin Rum ereni sohbet meclisindeydi. Rum’un gözcüsü Karaca Ahmed’di.“Hünkar’ın selamı, Fatma Bacı’ya malum oldu. Bu kadın Sivrihisar’da Seyyid Nureddin’in kızıydı; henüz evlenmemişti; sohbet meydanındaki erenlere yemek pişirmekteydi. Karaca Ahmed de Seyyid Nureddin’in müridiydi. Fatma Bacı ayağa kalkıp, Hünkarı’n geldiği yöne dönerek elini göğsüne koydu ve üç kez ‘dedi selamını aldım’, yerine oturdu.“Meclistekiler: ‘Kimin selamını aldın?’ dediler. Fatma Bacı: ‘Rum ülkesine bir er geliyor. Siz erenlere selam verdi; onun selamını aldım.’ dedi. Erenler: ‘Sözünü ettiğin er nereden geliyor?’ diye sordular. Fatma Bacı: ‘Kendisi Horasan erenlerindendir. Ama şimdi Beyt-Allah tarafından geliyor...” (Vilayetname, Haz. A.Gölpınarlı, s.18; Haz.E. Korkmaz, s.37-38)
Görüldüğü gibi burada (Kayseri ya da Eskişehir çevresinde), Karaca Ahmet’in gözcülüğü altında bir toplantı yapılmaktadır. İlkdönem Osmanlı tarihyazıcılarından Tarihçi Ali, Künh-ül Ahbar’da: “Ol tarihte Rum erenlerinin şöhretli kutbu Karaca Ahmed Sultan idi. Çağında elli yedibin müridi onun emrindeydi... Sivrihisar’da oturan Seyyid Nureddin adında bir zatın terbiyesinde seccade-nişindi...” diye yazmaktadır. Şakaayik’ te ise Horasan’da bir şahın, yani bir feodal beyin oğlu olduğu ve cezbeye kapılarak Rum ülkesine geldiği belirtilir.(Doç.Dr. Bedri Noyan, Alevilik Bektaşilik Nedir?, 2.baskı, Ankara-1987, s.510-511; Mehmet Şimşek, Hıdır Abdal Sultan Ocağı, İstanbul-1991, s.68)
Bu toplantıda elli yedibin er ya da mürid biraraya gelmiş olabilir miydi? Yoksa bu sayıyı oluşturan aşiret ve oymakların temsilcileri, yani dedeleri, önderleri mi bulunmaktaydı? Bu büyükler kendi kabileleri soydaşları adına konuşup tartışıp karar alıyorlardı belki. Karaca Ahmet Sultan Gaziyan-ı Rum’ un başerlerinden biri olacaktı daha sonra. Toplantıda Seyyid Nuredddin’in kızı Fatma Bacı’nın görevli bulunduğu görülmektedir. Bu Fatma Bacı’nın daha sonra Alevi-Bektaşi literatüründe Hatun Ana, Fatma Nuriye, Kutlu Melek, Kadıncık Ana diye anılacağını ve Bacıyan-ı Rum’ un başbacılarından olacağını biliyoruz. (Aşık Paşaoğlu, agy. S.165)
Yeniden Erenler meclisine dönüp, girişteki sözümüzü genişleterek yineleyelim: Hacı Bektaş’ın Rum’daki erenleri ziyarete gelişinin ana amacı, Karaca Ahmed Sultan’ın 57 bin müridiyle, yani kendisine candan bağlı 57 bin kişilik gücüyle, Baba Resul’un Suriye ve Anadolu’da her kavimden ve her dinden edinmiş olduğu 72 bin müridi, yani bu denli insan gücünü birleştirmenin yollarını aramaktı. Bize göre, Kırşehir, Kayseri, Sivrihisar-Eskişehir gibi Rum’un batısındaki kentlerin çevresindeki Türkmen yığınlarına önder olanların -Ahi önderleri dahil-, başkaldırı arifesinde kendileriyle birleşmesinin tezelden sağlanması gerekiyordu. Genç bilge ve ermiş, Ali soylu ve yedinci İmam Musa Kazım’dan inme Horasanlı Hacı Bektaş aracılığıyla birleşmeye çağrılıyorlardı.
Bu büyük toplantının, Baba İlyas’tan daha önce gelen bir haber üzerine yapılmış olması da olasıdır. Urfa-Samsat, Adıyaman, Maraş ve Malatya’dan Amasya’ya Tokat’ a uzanan bölgelerdeki kaynaşma ve gelişmelerden de habersiz olamazlardı. Belki de Baba Resul’dan gelecek bir heyeti bekliyorlardı.
Hacı Bektaş Veli kuşkusuz, Vilayetname’de anlatıldığı gibi buraya ne güvercin donunda ve ne de tek başına gelmiş bulunuyordu. Olasıyla kardeşi Menteş ve Baba İlyas’ın yanına kattığı bir bölük insanla birlikteydi. Ancak toplantının gözcüleri onları görüp, yukarıda açıkladığımız üzere gerekli yerleri bilgilendirmişlerdi. Ancak söylencesel anlatımla dışavurulanlar, gelenlerin hiç de dostça karşılanmadıklarını gösteriyor. Bu gelenlere, çıkarcı bir yaklaşımla karşı koyanlar vardır :
“Ne yapamalı ki Rum ülkesine girmesin? Girerse ülkeyi elimizden alır. Herkesi kendisine bağlar; artık bize ekmek kalmaz. Kanat gerip yolu tutalım.” diyorlardı.
Hacı Bektaş Kabe’den değil Baba İlyas Dergahı’ndan geliyordu
Erenler toplantısında Fatma Bacı, onun Beytullah, yani Allahın evi olarak nitelenen Kabe’den geldiğini belirtiliyordu. Bu Mekke’deki İslam Kabesi değildi; Baba İlyas’ın Amasya’daki dergahıydı Beytullah, yani şimdi bağlı bulunduğu Pirinin kapısıydı. Alevi inancında Kabe insan gönlüdür, insandır; bir talip pirini, mürşidini evinde ziyaret etse, Hac yerine geçer.
Kaynakların hemen hepsinin Karaca Ahmet Sultan’ın “Horasan şahlarından birinin oğlu olduğunu” söylemesi, onun gerçekten Bektaş’ın yaşlarında bir beyoğlu olduğunu gösterebilir. Belki de Horasan’dan tanışıklıkları vardı. Rum’un batısı Karaca Ahmet’ten soruluyordu ve aynı zamanda bir hekimdi. Kendisine bağlı elli yedi bin müridiyle çok büyük bir güçtü. Rakip bir önder tehlikesi her an varolabilirdi. Horasanlı Hacı Bektaş bu sırada devreye sokulmuştu. Bizce, Dede Garkın’ın kendisine gönderdiği Hacı Bektaş Baba Resul’un, çağının olaylarıyla birlikte bilgilerini öğrenip sindirmiş bir siyasetçi ve bilgin olarak büyük keşfidir.
Hacı Bektaş Karaca Ahmet Sultan’ın kişiliğinde bilgi, görgü, inanç ve ikna gücüyle elli yedi bin Rumlu Erenler topluluğunu kendisine bağlamış ve peşinden çekip götürmüştür. Zaten Karaca Ahmet’in, Orhan dönemine dek yaşadığı ve Babailerden olduğunda Osmanlı tarihyazıcıları hemfikirdirler
Ayaklanma Süreci
İlyas’ın ününün yayılması, halifeleri ve müritlerinin onun adına yaptıkları propagandalar, Selçuklu Sultanı Gıyaseddin Keyhusrev II’ye ulaştrılır. Elvan Çelebi’nin anlattığına göre Çat’ta kadılık yapan va Baba İlyas’ı çekemeyen Köre Kadı tarafından ihbar edilmiştir. Anlatılan öyküde Köre Kadı, Baba’nın Ali’nin Düldül’üne eş olarak değerlendirilen Bozatı’nı ister. Atı alamayan Kadı Sultan’a durumu bildirir. Sözde Baba İlyas’a iftira attığı için, Sultan da Haraşna (Amasya) kalesine ordusunu sefere çıkarır.
Gerçekte, ayaklanma hazırlıkları, hareketin başı öğrenilmiş. Başlamadan bitirmek için kurnazca bir ‘yılanı baştan ezme’ taktiği uygulanma yoluna gidilmiştir. Anlaşılıyor ki, çok bilinçli yapılmakta olan propaganda ve hazırlık aşaması henüz sona ermemiş, ayaklanma hareketi Baba Resul’un istediği biçimde olgunlaşmamıştı. Elvan Çelebi’nin dizelerinde Sultan Gıyaseddin’in niyet ve buyrukları şöyle yansıtılıyor :
“…Didi ol Kör herze vü hezeyan/486 Şöyle kim fitne kıldı Sultanı/Sultan aydur beglerim kanı, 487 Hazır olur kamu gelür yir öper/Aydur iy beglerüm gerek ki sefer, 488 Kılasuz düşmenüm belirdü tiz/Anı kırmaga eylemen temyiz, 489 Tahtuma tacuma nazar kılmış/Kendüyi hem Resul-i Hak bilmiş…494 Tacumı tahtumı diler kim ala/Yani ben olmıyam Melik ol ola…497 Nişe ol kasd-ı taht u baht kıla/Yani benden diler bu mülki ala, 498 Varun eyle bunları garet idün/Şöyle kim var durur hasaret idün, 499 Bunlara kimse mani olmasun/Öyle varun kim nesne bilmesün, 500 Eyle kim cadula imiş bunlar/Bilse sizi kırar imiş bunlar, 501 Çün vasiyyet bu sureti dutdı/Begler ü leşker-i ahuru gitdi” (E.Çelebi, Menakıbu’l Kudsiyye s.42-44) Görüldüğü gibi Selçuklu Sultanı Baba İlyas’ın Peygamberliğini ilan ettiğini öğrenmiş. Tacını, tahtını ve mülkünden olacağı endişesi içerisinde beylerini toplayıp, kimseye duyurmadan sessiz sedasız zaviyesine baskın yapıp, Baba İlyas ve çevresindekilerini yoketmelerini (hasaret idün, diye) buyuruyor. Beyleri ve bir süvari birliğini (leşker-i ahuru) Amasya’ya gönderiyor.
Bunu haber alan Baba İlyas seksen yandaşıyla zaviyeyi terkedip Haraşna kalesine sığındı ve orada gizlenerek savunma hazırlığına girişti. Öbür yandan bir yolunu bulup Kefersud’da isyan hazırlıklarını sürdüren Baba İshak’a haberci çıkarmıştı.
Baba İshak Selçuklu Ordularını Peşpeşe Eziyor
Haberi alan Baba İshak ayaklandırdığı güçlerin başına geçerek Kefersud’dan hareket etti. Hısn-i Mansur (Adıyaman), Gerger ve Kahta üzerinden ilerlemeye başladı. Kadın erkek, genç yaşlı eli silah tutan herkes savaşa katılmış, onun peşinden Baba Resul’u görmeye gidiyolardı. İbn Bibi’nin tanımlamasına göre, büyük çoğunluğu “Siyah libaslı, kızıl börklü ve ayağı çarıklı Türkmenlerdi” bunlar ve heterodoks islam (Alevi) inançlıydılar. Yolun üzerinde bulunan yerleşim alanlarını yakıp yıkarak, talan ederek ve Baba İlyas’ın peygamberliğini kabul edip kendilerine katılmayanları öldürerek ilerliyorlardı. İlerledikçe sayıları da artıyordu. Malatya valisi Muzafferuddin Alişir Selçuklu ve hristiyan paralı askerlerden bir orduyla Babaİshak’ı karşıladı. Yapılan meydan savaşında yenildi ve tüm ağırlığını bırakarak Malatya’ya geri çekilmek zorunda kaldı. Kürt ve Germiyanlardan oluşturduğu ikinci bir orduyla Elbistan ovasında saldırdıysa da, Baba İshak’ın yeni katılımlarla güçlenmiş ordusu tarafından bozguna uğratıldı.
Amasya’ya doğru, karşıkoyanları öldürerek, engellenemez biçimde ilerliyorlardı. Sivas’ı alıp İğdişbaşı Hurremşahı ve diğer beyleri de öldürdüler. Babailerin bu başarısı karşısında bölgenin gayrimemnun halkları da onlara katıldı. Sivas çevresinde yaşayan Karamanlı ve Canik ve Sinop çevresinde konar-göçer yaşayan Çepni Türkmenleri de onlara katıldılar. Talanlardan ve ganimetten pay almak isteyen işsiz güçsüz, yoksul gruplar, herkes katılıyorlardı. Babailer Tokat’ı aldıktan sonra Amasya bölgesine girdiler.
Bu sırada Sultan Gıyaseddin Keyhusrev II korkusundan başkent Konya’yı terkedip Kubadabad’a çekildi. Hacı Mubarızüddin Armağanşah kumandasında büyük bir ordu Amasya’ya gönderilmiş bulunuyordu. Bu ordu Amasya kalesinde savunma durumunda olan Baba Resul’u tuzağa düşürerek savunma gücünü kırdı. Simon de Saint Quentine’nin anlattığına göre çok kanlı çarpışmalar oldu. Selçuklu ordusunun silahlarıyla yaralanmıyacaklarına inandırılmış müritleri yakınlarını kaybettikçe Baba İlyas’a sormaya başlamışlardı. O da Tanrıya: “Tanrım ne yapıyorsun, uyuyor musun sen? Hani bana söz vermiştin!”diye sitemde bulunuyordu. Armağanşah bu kuşatmada Baba İlyas’ı yakalatıp Amasya kalesine astırır. Ayrıca savaş meydanında mızrakla ya da boğularak öldürüldüğüne dair farklı görüşler vardır. Elvan Çelebi ise, yakalanıp hapse atıldığı ve kırk gün sonra Bozatı duvar yararak onu kurtarıp göğe uçurduğunu anlatmaktadır.
Baba İshak’ın kumandası altında Babai kuvvetleri Tokat’tan Amasya’ya ulaştıklarında Baba Resul’un kalede sallanan cesediyle karşılaşınca çılgına dönmüşlerdi. Aylardır onu görmek, ona ulaşmak için yatağını yakıp yıkan, silip süpüren bir sel gibi Amasya’ya akmışlardı. “Baba Resulallah! Baba Resulallah!”diye bağırarak saldırıp Armağanşah’ın ordusunu darmadağın ettiler ve kendisini yakalayıp öldürdüler. Arkasından artık Konya’nın yolunu tutmuş bulunuyorlardı.
Gıyaseddin Keyhusrev bu büyük yenilginin ardından, Erzurum’daki sınır boyu kuvvetlerini, Emir Necmeddin kumandasında Babailerin üzerine sevketti. Altı gün içinde Sivas’a ulaşan bu ordu Türk, Gürcü, Kürt ve Frank askerlerinden oluşturulmuştu. Sivas’tan Kayseri’ye, oradan da Kırşehir’e geçen Selçuklu ordusu Babaileri beklemeye başladı.
Babai kuvvetleri, Baba İshak’ın başkumandanlığında Kayser’iye yaklaştıklarında, Ziyaret adı verilen yerde Selçuklu ordusuyla yaptığı kısa bir çatışmayı da kazandıktan sonra Kırşehir’e doğru ilerlemeyi sürdürdüler. Elvan Çelebi Kırşehir yakınlarında Kendek civarında kısa bir çarpışmadan daha sözetmektedir.(1993 Bir yine lu’b nice vakidir/Şol ki Kendek’te ceng-i sultani) Ancak her nedense A..Yaşar Ocak bunu görmezlikten gelmiştir. Bu bölümde Babai şeflerinin, bir toplantı yaptıklarını ve başından beri hareketin içinde olan Hacı Bektaş’ı sonu yaklaşmış ayaklanmanın dışına çıkarma kararı aldıklarını görüyoruz. Bizzat Babai ‘askerlerin yiğit başkumandanı’ Hacı Bektaş’a bu kararı bildirerek, onun Kendek’e çıkıp Bereket Hacı’yı ziyaret etmesini,(2011 Server-i leşkeran ol şehbaz/Hacı Bektaş diyu gelir avaz, 2012 Kendek’e çık seni selamet bil/Bereket Hacı’yı ziyaret kıl) onun yanına gitmesini istemiştir.
Babailer Kendek’ten sonra Malya ovasına ulaşmışlardı. Bütün ağırlıklarını, sürülerini, kadın ve çocuklarını bu düzlükte biraraya topladılar. Malya ovasına gelmiş olan Selçuklu ordusunun başkumandanı Emir Necmeddin, yardımcıları Behramşah Candar, Gürcü Zahiruddin Şir idi. Bin kişilik 3000 altına kiralanmış zırhlı Frank şövalyelerinin başında ise Ferdehala (ya da Frederic) bulunuyordu.
Sonunda Selçuklu feodal sultanlığının, bütün güçlerini seferber ettiği koskoca ordusuyla (12 bin ile 60 bin arasında rakam verilmektedir), Babai halk güçleri ( 3 bin ile 6 bin arası rakamlar verilmektedir) 1240 yılının Kasım ayı başlarında Malya ovasında karşıkarşıya gelmişlerdi. Simon de Saint Quentin’in verdiği bilgiye göre Babai halk güçleri, iki ay içerisinde inançları uğruna hayatlarını hiçe sayarak, Selçuklu feodal kuvvetlerine karşı tam 12 meydan savaşı kazanmış bulunuyordu. Bu nedenledir ki, Selçuklu askerleri Babai güçlerinin, Türkmenlerin savaşçı şiddetinden (de la violence belliqueuse des Turcomans) korktukları kadar, aralarında yayılmış olan Baba Resul’un mucizelerinden de çekiniyorlardı. Onlardan 4 veya 10 kat daha fazla olmalarına rağmen saldırıya geçmeye cesaret edemediklerini söylemektedir bütün kaynaklar. (A.Yaşar Ocak, La Révolt De Baba Resul... s.71-72)
Burada, büyük Babai önderi İshak’ın aralarına casuslarını sokup, onları yanlarına çekme propagandası rahatlıkla sezilebilir. Belki bir süre daha geçseydi askerlerin, silahlarını feodallere çevirmesi bile olasıydı. İşte bunun zamanında farkına varan beyler, bin kişilik, belki daha fazla olan parayla tutulmuş zırhlı frank şövalyelerini öne sürdüler. Babailer, okları ve kılıçlarının etkili olamadığı demir donlu askerler karşısında şaşkınlık içerisinde geri çekilmeye başlamışlardı. Daha ilk saldırıda Babai halk güçlerinin kayıp vererek bozgun yaşamaları yüzünden, Selçuklu askerleri arasındaki Babai propagandası kırılmış ve koca ordu kumandanlarının emirlerine uyarak savaşa giriştiler. Yapılan bu çok kanlı savaşta, İbn Bibi’ye göre 4 bin Babai öldürüldü. Malya ovası “Kızıl börklü, siyah libaslı ve ayağı çarıklı Türkmenlerin” kanıyla kızıla kesti. Savaş meydanında sağ kalan kadınlar ve çocuklar savaş tutsakları olarak galipler tarafından paylaşıldı, satıldılar. Savaş sonrası beş yıl boyunca koğuşturmalar sürdü, zindanlar Babailerle dolduruldu. Ayna Dövle gibi yakalanıp da Babailiğini yadsımayanların derileri yüzülüp, tulum çıkarılarak saman basıldı. Bu dönem içerisinde Bacıyan-ı Rum (Anadolu Bacıları) örgütünün yardım ve düzenlemeleriyle gizlenerek sağ kalmış olan Baba İlyas halifeleri, Sulucakarahöyük’te Hacı Bektaş Veli’nin çevresinde toplandılar.
İsmail Kaygusuz (1000 Çiçek Dergisi, sayı 1, Ağustos, 1999)
BİR KISA NOTU ATLAMAYALIM:
Oyunda Baba Resul ve diğer Babai Şeyhlerinin bazı doğaüstü davranış biçimlerini (kerametlerini) de sözlü ve eylemli olarak sergilemeyi tercih ettim. Oyuna kazandıracağı destansı duyarlılık boyutu önemliydi; anlaşılırlığı kolaylaştırabilirdi. Yoksa onlara atfedilen ve kerametler olarak adlandırılan bu olağanüstülüklerin olmuş ya da olabilirliği bilim, sanat ve felsefi anlayışıma aykırıdır. Bu kişiler, tarihsel bağlamda, çağını aşmış büyük halk önderlerdir.
Baba Resul’u yaşadığı dönemin nesnel devrim koşulları yaratmıştır. Orta Çağ’ın zihinsel yaratıcılık düzeyinde toplum bilinci kurtarıcısını, peygamber nitelemesi ve mucizeleriyle donatıp, Baba İlyas’ın kişiliğinde ete kemiğe büründürmüştür. Egemen dine aykırı bu yeni inanç yaratımı ve yaratanların doğaüstü gösterimleri geniş halk kitlelerini harekete geçiren araçlara dönüşmüş; sınıf mücadeleleri özelliği kazandırmıştır. Yukarıdaki “Babailer ve Babai ayaklanması üzerine” başlığını taşıyan araştırma yazımızda kısa da olsa bu özelliği göstermeye; Babai halk hareketinin nicel ve niteliğini diyalektik yaklaşımla nesnel boyutlara taşımaya çalıştık.
Alt toplumsal sınıf katmanları, üstteki egemenleri, baskıyla ezerek yöneten sınıfı yenebilecek-altedebilecek olağanüstü yetilere sahip önderleri hep hayal etmişlerdir. Bu kahramanlar söylenceler, masallar ve destanlarda her zaman yansır ve ezilen toplumsal sınıfların edilgen, hayali başkaldırılarını yönetirler. Tarihin içinden gelen destanlar ve masalların, söylencelerin herbiri, bir edebiyat ürünü olarak baştacı edilmekte. Buna karşılık, Baba Resul hareketi gibi halkların eyleme dönüşmüş başkaldırıları ise, burjuva tarihçi ve yazarlar tarafından ya tarihin karanlıklarında unutulmaya bırakılıyor, ya da egemenlerin gözleriyle bakılarak yorumlanıp aşağılanmaktadır.
Bu oyunda, dönemin kaynakları, inançları ve dünya görüşü çerçevesinde olayları sergilemeyi denedim. Olayların içine hem Selçuklu Sultanı ve emirleri gözüyle katıldım, hem de Babai önderleri açısından bakıp irdeledim. Bilimsel ve araştırmacı duyarlığım kuşkusuz ezilen, baskı ve zulme başkaldıranların hizmetinde olacaktı. Zaten sınıfsal kökenim ve inançlarım kişiliğimi bu yönde biçimlendirmiştir, yansız kalmam olası değildir. Ayrıca kendisini çağdaş gören kimse, Baba Resul’u ve Babaileri, İslam şeriatını yadsımışlar diye “zındık, rafızi, inançsız, dinsiz, kafir, harici vb.” nitelemeleriyle, Selçuklu - Osmanlı “umera ve uleması” gibi değerlendirmez. Bunu yapan tarihçi ve yazar, bir İbni Bibi ve bir Aşık Paşaoğlu kadar Orta Çağın insanıdır, günümüzün olamaz.
İ.K.