İsmail Kaygusuz (Dr., İ.Ü. Ed. Fak. Öğretim Görevlisi Emeklisi, Araştırmacı-Yazar)
Köy Ensititülerinin Kuruluşu, Amaçları ve Uygulamalar
Köy Enstitüleri, Cumhuriyetin aydınlanma evresinin önemli bir parçası ve Türkiye’de nüfusun %80’inin yaşadığı köylük alana, yani geniş kırsal kesimlere en büyük hediyesiydi.
Köy Enstitülerini Araştırma ve Eğitimi Geliştirme Derneği Başkanı Prof. Dr. Güler Yalçın’ın (www.koyenstituleriegitim.org) dikkat çektiği üzere Mustafa Kemal Atatürk’ün,
“Çocuklarımıza o şekilde bir eğitim vermeliyiz ki ticaret, tarım ve sanat dünyasında ve bunların çalışma alanlarında yararlı olsunlar, etkili olsunlar, çalışkan olsunlar, yaratıcı birer organ olsunlar. Bu nedenle eğitim programımızda, gerek ilk tahsilde, gerek orta öğretimde; verilecek bütün bilgiler, bu görüşe uygun olmalıdır...”
“Erkek ve kız çocuklarımızın eşit olarak, bütün öğretim basamaklarındaki eğitim ve öğretimlerinin iş ilkesine dayanması önemlidir. Yurt çocukları, her öğretim basamağında ekonomik alanda yapıcı, etkili ve başarılı olarak yetiştirilmelidir” sözleri
Cumhuriyetin yeni eğitim-öğretiminin temel ilkesi olmuş. Bu ilkeler genişletilip toplumun tabanına taşınarak Köy Enstitüsü Sistemi geliştirilmiştir. Ancak 17.Nisan.1940: 3803 Sayılı Köy Enstitüleri Kuruluş Yasası “Çiftçiyi Topraklandırma Yasası” ile birlikte ele alınınca, sınıfsal farklılıkar arasındaki uçurumun ortadan kalkmasına aracı olacaktı. Çünkü toplumsal ilişkileri değiştici ve dönüştürücü özellikler taşıyan sessiz bir sosyal ve ekonomik devrimin kapısını aralıyordu. Bu nedenlerledir ki, egemenler rahatsız olmuş. Örneğin, Köy Enstitüsü uygulamasının daha ilk yıllarında, 200 köyün sahibi olan toprak ağası Van milletvekili Kinyas Kartal, köylerine atanmış Enstitülü öğretmenlerin yüzünden ‘marabalarına artık sözünün geçmemeye başladığını’ söylemiştir.
Köy Enstitüleri, neredeyse tüm Anadolu'nun okulsuz ve öğretmensiz olduğu gerçeği gözönüne alınarak, dönemin cumhurbaşkanı İsmet İnönü'nün korumasında, Millî Eğitim Bakanı Hasan Âli Yücel tarafından İsmail Hakkı Tonguç'un büyük çabalarıyla 1940 yılında kurulmuştu. Düşünsel hedef, köylerden ilkokul mezunu zeki çocukların bu okullarda yetiştirildikten sonra yeniden köylere giderek öğretmen olarak çalışmalarını sağlamaktı. Geleneksel öğretmen okullarında yetişmiş öğretmenler için köylerde öğretmenlik yapmak, istenerek yapılacak bir görevden çok zorunluluk olarak algılanıyordu. Zorunluluğu özveriye dönüştürmek gerekiyordu % 5’lik okuma-yazma oranını yükseltmek için. Köy Enstitüleri'nin kurulması ve yaygınlaşması konusunda dönemin pedagoji uzmanı Halil Fikret Kanad'ın önemli çalışmaları vardı. Kanad, zorunluluktan değil özveriyle öğrenci yetiştirecek köye göre öğretmen fikrinin şiddetli savunusucu olmuştur.
1940 yılından başlayarak, tarım işlerine elverişli geniş arazisi bulunan köylerde veya onların hemen yakınlarında Köy Ensititüleri açıldı. Köy Enstitülerin yapısal projeleri ulusal mimarlık yarışmaları ile elde edilmiştir. İlk yarışma 1940 yılında yapılmıştır.Örneğin, Malatya-Akçadağ Köy Enstitüsü proje mimarı Yüksek Mimar Ahsen Yapanar idi.Tüm ülkede seçilen şehirlerden uzak, ancak tren yollarına yakın tarıma elverişli 21 bölgede köy ilkokullarına öğretmen yetiştirmek üzere açılmıştı. Öğretmenler köylülere hem örgün eğitim verecek, okuma yazma ve temel bilgileri kazandıracak hem de çağdaş ve bilimsel tarım tekniklerini öğretecekti. Öğretmenler gittiği yörelerde bilinmeyen tarım türlerini de köylülere öğretecekti. Kitaba deftere dayalı öğretim yerine iş için, iş içinde ve eşin-karma eğitim ilkesi uygulanıyordu. Her köy enstitüsünün kendisine ait tarlaları, bağları, arı kovanları, besi hayvanları, atölyeleri vardı. Derslerin %50'lik bölümü temel örgün eğitim konularını içeriyordu. Geri kalanı ise uygulamalı eğitimdi.
Wikipedia.org ve çok çeşitli site’lerde verilen bilgilere göre; 1940-1946 yılları arasında köy enstitülerinde 15.000 dönüm tarla tarıma elverişli hale getirilmiş ve üretim yapılmıştı. Aynı dönemde 750.000 yeni fidan dikilmişti. Oluşturulan bağların miktarı ise 1.200 dönümdü. Ayrıca 150 büyük inşaat, 60 işlik, 210 öğretmen evi, 20 uygulama okulu, 36 ambar ve depo, 48 ahır ve samanlık, 12 elektrik santralı, 16 su deposu, 12 tarım deposu, 3 balıkhane, 100 km. yol yapılmıştı. Sulama kanalları oluşturularak enstitü öğrencilerinin uygulamalı eğitim gördüğü çiftliklere sulama suyu öğrenciler tarafından getirilmişti.
Yukarıda söylendiği gibi bu okullar tarıma elverişli arazisi olan köylerin yakınlarında kuruldu. Amaçlarından biri de köylülerin alternatif tarım tekniklerini öğretmekti. Arıcılık bilinmeyen köylerde arıcılık, bağcılık bilinmeyen köyde bağcılık öğretiliyordu. Enstitüyü bitiren öğretmen gittiği köyde okul binasını köylülerin yardımıyla yapabilecek kadar inşaat bilgisi de öğreniyordu. Köy enstitüsünde okumuş olan bir öğretmen sadece bir ilkokul öğretmeni olmuyor aynı zamanda ziraatçilik, sağlıkçılık, duvarcılık, demircilik, terzilik, balıkçılık, arıcılık, bağcılık ve marangozluk konularını da uygulamalı olarak öğreniyordu. Enstitülerin hepsinin kendisine ait tarım arazileri, atölyeleri vardı. Bu sayede öğretmenler kendi okullarını gittiği köyde köylülerin işbirliği ile inşa ediyor ve devletin okul yapmasına gerek kalmıyordu. Köy enstitülerinden mezun olan öğretmenlere yetiştirildikleri branşa ve gönderilecekleri köye göre 150 parçaya varan alet ve edevat veriliyordu. Öğretmenler bu alet ve edevat ile köylülerin de yardımıyla köy okulunu inşa ediyor ve köylülere hem modern tarım tekniklerini hem de okuma yazmayı öğretiyordu.
Hasan Âli Yücel Milli Eğitim Bakanlığı döneminde dünya klasiklerini Türkçeye tercüme ettirmişti. Köy enstitüleri öğrencileri her sene 25 tane klasik romanı okumakla yükümlüydü. Bu sayede zeki köy çocuklarından engin entelektüel birikimleri olan aydınlar oluşuyordu. Demek ki, Fakir Baykurt, Mahmut Makal, Talip Apaydın, Mehmet Başaran, Ümit Kaftancıoğlu,Pakize Türkoğlu, Hatun Birsen Başaran, Ali Dündar, Mehmet Uslu ve Dursun Akçam gibi önde gelen yazarlar ve düşünürlerin bu okullarda yetişmiş olmaları rastlantı değildi.
Köylerde büyümüş bu öğrencilere klasik müzik enstrümanları ve geleneksel sazları çalması öğretiliyordu. Aşık Veysel, enstitüleri gezip öğrencilere saz çalmasını gösteriyordu. Hasanoğlan Köy Enstitüsü bu konuda en zengin enstrüman envanterine sahipti. Daha sonra açılan Hasanoğlan Yüksek Köy Enstitüsü'ndeki derslere Ankara Konservatuvarı öğretmenleri geliyordu. Köy kökenli öğrencilerden kurulu orkestralar müzik eserlerini seslendiriyordu.
Bu bakımlardan dönemin Türkiye yönetimi köy enstitüleri kurarak eğitim-öğretim konusunda dünyada benzeri görülmemiş bir örnek oluşturmuş ve bu enstitüler birçok akademik inceleme ve araştırmaya konu olmuştur.
Ve Kapanışı...
Nüfusun çoğunluğunun yaşadığı köylerin gelişmesi ve aydınlanmasına sonsuz katkılar sağlayacak olan köy enstitülerinin ne yazık ki ömrü 6 yılı aşamadı. Köy Enstitüsü uygulaması Hasan Ali Yücel'in 1946'da Milli Eğitim Bakanlığından ayrılmasına değin devam etmiştir. Hasan Ali Yücel'den sonraki Milli Eğitim Bakanı (Hitler hayranı olduğu söylenen) Reşat Şemsettin Sirer zamanında adı değiştirilerek Köy Öğretmen Okullarına dönüştürülmüştür. “iş için, iş içinde eğitim” kısıtlanmış, eğitimde uygulamalar azaltılmıştır. Bununla birlikte 1950’ye kadar karma-eşin eğitimle köye ve köy çocuklarına yönelik hedef sürdürülmüştür.
1941 yılında Köy Enstitüleri hakkında, ‘Köy enstitülerini cumhuriyetin eserleri içinde en kıymetlisi, en sevgilisi sayıyorum. Köy enstitülerinden yetişen evlatlarımızın muvaffakiyetlerini ömrüm boyunca yakından ve candan takip edeceğim’ diyen Milli Şef İsmet İnönü, 1946 seçim yılında bu anıtsal esere sahip çıkmamış veya çıkamamış; kapatılmasına engel olmamıştır. 1966 yılında ‘geride bıraktığı hayatı boyunca hatırlanacak en önemli eserlerinden birinin Köy Enstitüleri olacağını’ söylemiş olması bence; 20 yıl sonra “bu kıymetli ve sevgili eseri, candan takip edemediğinin” acı itirafıdır.
Köy Öğretmen Okulları da Demokrat Parti döneminde 27 Ocak 1954'te kapatılmış ve köye yönelik eğitim-öğretim hedefi terkedilmiş; kasaba ve şehirlerden de sınavla öğrenci alınmaya başlanmıştır. Eğitim süresi 6 yıla çıkartılarak, teorik derslere ağırlık verilip ‘lise muadili’ İlköğretmen Okulları’na dönüştürülmüştür. Kapatıldığı 1954 yılına kadar köy enstitüleri ve öğretmen okullarında 1.308 kadın ve 15.943 erkek olmak üzere, toplam 17.251 köy öğretmeni yetişmiştir. Köy Enstitüleri’nin kapatılmalarının nedenlerinden de kısaca sözedelim.
Köy Enstitüleri Neden Kapatıldı?
Köy Enstitülerine yöneltilen ve kapatılmaları ile sonuçlanan belli başlı eleştiriler birkaç ana başlık altında toplanabilir. Enstitülerde öğrenciler tek tip üniforma giyiyordu ve enstitü müdürü bile buna uyup aynı üniformayı giyiyordu. Öğrenciler bizzat yönetime katılıyorlardı. Bu ve benzeri sebepler ile enstitülere komünistlik suçlamaları yapılıyor arada bir ihbar mektuplarını dikkate alan polisin baskınlarına uğruyordu. Kız öğrencilerin erkek öğrenciler ile karma eğitim görmesi sonu gelmez dedikodulara neden oluyordu. Öyle ki, 1945 yılında Köy Enstitüleri hakkında komünistlerin, dinsizlerin yetiştiği fuhuş yuvaları olduğu söylenerek saldırı kampanyaları başlatılmıştı.
Köylüler okul ve enstitü inşaatlarına yardım ile devlet tarafından mükellef kılınmıştı. Bu mükellefiyet muhalifler tarafından köylülere angarya olarak eleştiriliyordu. Öğrencilerin boğaz tokluğuna öğrenim görecekleri kendi okullarının inşasında çalıştırılmaları da eleştirilmekteydi. Ama asıl köylere atanan öğretmenler yörenin toprak ağalarıyla sorunlar yaşıyorlardı. Bu durum toprak ağalarının kendi seçtirdiği milletvekilleri aracılığıyla durmaksızın Ankara'ya baskı yapmalarına neden oluyordu.
Enstitülerin kapatılmasına karşı çıkanlar, örneğin, Hasanoğlan Köy Enstitüsü'nün eski müdürü Rauf İnan ve Hıfzı Veldet Velidedeoğlu Köy Enstitülerinin kapatılmasının Atatürk Devrimleri karşıtlarınca başlatılan bir karşı devrim hareketi olduğunu söylemiş olmaları boşuna değildir. Parlamentoda bütçe görüşmelerinde milletvekili Emin Sazak'ın ‘Köylere giden enstitü mezunları kendilerini birer Atatürk zannediyorlar’ demesi üzerine Hasan Âli Yücel, ‘Bu çocukların her birinin birer Atatürk olması temenni edilir’ şeklinde yanıtladığı bilinmektedir.
Akçadağ İlköğretmen Okulu’nun Kısa Tarihçesi
Anılara geçmeden önce, 16.08.2016 tarihinde büyük olasıyla kasıtlı çıkarılan bir yangınla artık yerinde yeller esen Akçadağ İlköğretmen Okulunun tarihçesi hakkında kısa bilgi geçmek yararlı olacaktır.
Okulun temelini oluşturan Akçadağ‘da öğretmen yetiştirme eğitimi, Nisan 1938 de Akçadağ İlçesinde 1938 yılında Şerif Tekben müdürlüğünde Akçadağ Eğitmen Kursu olarak, Hamidiye Kışlası adı verilen bina ile Sultansuyu Tarım İşletmeleri içerisinde Aziziye Kışlası binalarında eğitim ve öğretime başlamış, 17 Nisan 1940 tarihinde 3803 Sayılı Köy Enstitülerinin Kuruluş kanunu ile okul 07.07.1940 yılında Malatya İli Akçadağ ilçesi Hamidiye Kışlasında Akçadağ Köy Enstitüsü ismini alarak beş yıllık eğitim müfredatı çerçevesinde yeni eğitim hayatına girmiş oluyordu. Akçadağ Köy Enstitüsünün ilk müdürü Şinasi Tamer ve eğitimbaşı da Şerif Tekben oldu. Ancak Akçadağ Köy Enstitüsünün gelişiminde 1942 yılından 1946’ya kadar okulda müdürlük yapan Şerif Tekben’in emeği ve çabaları belirleyici olmuştur.
Hamidiye kışlasında geçici olarak faaliyete geçen okula gerekli arazi tahsisi yapılmaması, demiryoluna uzak olması sonucu okul altı ay sonra Akçadağ İstasyonu yakınında bulunan Karapınar Köyü sınırları içindeki bu günkü yerine taşınmıştır. Aslında kasabalı eşrafın “Enstitü ilçemizde eğitime devam ederse, namusumuz elden gider” diye dedikodu yaparak ilçe halkını olumsuz etkilemesi de başka bir yere taşınmasının nedenlerinden biriydi. (O yıllardaki dedikoduların doğup büyüdüğüm köyüme kadar gelmiş olması nedeniyledir ki, babam ilkokuldan sonra Akçadağ öğretmen okuluna “ahlakım bozulur, namussuz olurmuşum” diye göndermek istemedi ve sınavlara 3 yıl geç girmek zorunda kaldım.) Karapınar köyünün arazisinin en verimli bir bölümünün okula tahsis edilmesinden sonra Okul Müdürünü ikna eden eğitimbaşı Şerif Tekben çadırları araziye kurdurmuş ve öğrencileri bu çadırlara yerleştirerek usta öğrenciler ile birlikte okulun inşasına başlanılmış, eğitim ve öğretime geçilmiştir. Kuruluşundan 1950 yılına kadar Akçadağ Köy Enstitüsünde karma eğitim sürdürülmüştür. Bu tarihten sonra kız öğrenciler İzmir Kızılçullu Köy Öğretmen Okulu’na aktarılmıştır.
Arguvan web sitesinde, yangın yerinde muhabir Sultan Kılıç’la konuşan Karapınar köyünden emekli öğretmen Ali Doğan o günleri şöyle anlatmaktadır:
“...1949 Akçadağ Köy enstitüsü mezunu 87 yaşında emekli bir öğretmenim ve Karapınar köyü halkından biriyim. Yedi yılını çocukluğuma sayarsam 80 yılımı orada geçirdim. Oranın (Enstitünün) kuruluşundan bugüne kadar her şeyini bilen bir kişiyim. 1940’larda köylerden kıl çadır toplandı ve o düz yazıda çadırlar toprağa açıldı. Akçadağ ile merkezinde olan öğrenciler buraya getirildi. Yeme içme, tuvalet ve mübrem ihtiyaçlar karınca kaderince o kıl çadırlarda giderildi. Yemek tabak ve kaşıklar karavana içinde üçer üçer kişiler arasında münavebe ile yemek yerlerdi. Daha buraya sığmayacak nice zorluklara şahit oldum. Kalitesiz tarım öğretmenleri orada 10 bin kayısı ağacını Köy Enstitüsü düşmanlığı ile hızar altına alarak yok ettiler...”
Akçadağ Köy Enstütüsü tarihine müdür Şerif Tekben’in bir başka önemli katkısı, onun büyük çaba ve emeği ile kurulan matbaası olmuştur. Bu matbaada yayınlanan “Akçadağ” adını verdikleri dergide öğrencilerin şiirleri, öyküleri ve enstitü çalışmaları yayınlanırdı. Tekben matbaa için makine aldığını ilk başlarda Ankara’dan gizler. Fakat Tonguç, bunu haber alır, Tekben’e şifre ile ulaşır, onu özendirir, kutlar ve ‘matbaa büyük kuvvettir. Bunu sağladığın için tebrik ederim’ ifadeleri ile Tekben’i yüreklendirirdi (Beşinci sınıfta okurken, yeni müdürümüz Ali İhsan Beyhan döneminde matbaa etkin hale getirilmiş ve Akçadağ Dergisi yeniden birkaç sayı çıkartılmış ve müdürün “Atamız Atatürk” kitabı basılmıştı. O dergide birkaç makaleyle bazı öykü ve şiirlerim yayınlanmıştı) Köy Enstitüsü, kuruluş sürecinde yöresindeki köylerle oldukça sıcak ilişkiler kurarak, imece ve dayanışmaya köylüleri de katıyor. İmece yoluyla komşu köylülerine kayısı, elma, kavak, bağ dikiminde yardımcı olmuşlar enstitüde ulusal bayramlarda ya da diğer günlerde düzenlenen temsillere, eğlencelere ve törenlere tüm köylüleri davet ediliyordu. Köylüler de düğünlerine enstitünün öğretmenlerini, yöneticilerini, folklor ve müzik ekiplerini çağırırlarmış.
1946’da müdür Şerif Tekben müdürlük görevinden alınıp sürgüne gönderildi. Onun yerine , yukarıda adı geçen ve 1949 mezunu emekli öğretmen Ali Doğan’ın internete konulmuş diplomasında adını gördüğümüz İbrahim Sevinç atanmıştır. Zaten okulun adı da 1946’dan sonra Akşadağ Köy Öğretmen okulu olmuştu. Bu okulların da 1954 ‘de kapanmasıyla kurulan Akçadağ İlköğretmen Okulu döneminde de bu ilişkilerin kısmen sürdürüldüğü söylenebilir.
Okul Yıllarımdan Anılar
Okul numarası 315 olan ben İsmail Kaygusuz, Akçadağ İlköğretmen Okuluna girdiğim 1956 yılı; Köy Enstitülerinin kapanışının sekizinci, Köy Öğretmen Okulu ve müfredatının kaldırılmasının ikinci yılıydı. Kasabalı ve şehirli çocuklar da bu okullara alınıyordu. Artık ilk okulu bitirmiş zeki köy çocukları, ana-babaları ikna edilerek toplanıp adını doğru söyleyemedikleri “Enüstiye” yazdırılmıyordu. Şehirlerdeki çok öğretmenli ilkokullarda okumuş çocuklarla, tek öğretmenli köy okullarında, yarı ders yılı tarlada çalışıp ya da çobanlık yaparak, ancak kışın ve yağmurlu-soğuk günlerde derslere girip yetişen köy çocukları birlikte sınavlara giriyorlardı. Eşitsizlik, ayrımcılık olmasın diye mi? Tersine, köy çocukları eşit koşullarda ilkokul eğitimi görmediği için devletin bu yatılı okullarına girip okumasın diye! Yoksul köy çocuklarından, ancak okula gidemediği zamanlarda yük taşırken eşeğin, çobanlık yaparken davarın-sığırın peşinde kitabını defterini ekmek torbasında taşıyarak okuyan ve ödevlerini yapan çalışkan zeki çocuklar ancak bu sınavlarda başarılı olabilirdi. O da kitap, defter, kalem ve silgi gibi ders araçlarına sahip olabilecek durumdaysa...Devlet bununla da kalmamış, sınavı kazanan bir köylü çocuğunun bu okullarda okuyabilmesi için, aşağıda anlattığım anıda görüleceği gibi, okuyamayıp da ayrılırsa ödemek üzere,10 800 liralık bir kefalet senedi için kasabalı eşraftan birinin kefil olup imza atması şartı da konulmuştu.
Sözlü Sınavına Giderken
Arapkir ilçe ve köylerinden Akçadağ İlköğretmen okulu sınavlarına girmiş olan onca öğrenciden sadece iki kişi yazılı sınavı kazanmıştık. Zülfikar isimli, hangi köyden olduğunu anımsayamadığım arkadaş da sözlü sınavı alamıyarak geri döndü. Bir daha da kendisini göremedim. Ondört yaşımın içindeydim sınava girdiğim yıl. İlk kez bir yük kamyonunun karuserinde toza-toprağa bulanarak tek başıma 3-4 saatte Malatya’ya ulaştım. Cebimde on beş lira vardı, üç lirasını kamyoncuya verdim. İlk kez büyük kent görmüş köylü çocuğunun tedirginliği ve büyük şaşkınlığı içerisinde ancak akşama doğru, Öğretmen okulunun yakınından geçen bir Doğanşehir kamyonuna binebilmiştim. Öyle önüme gelen herkese sorma cesaretini gösteremiyordum. Bacağımda siyah şalvar, sırtımda çizgili köy dokuması bir işlik ve elimde taşıdığım küçük bir tahta bavulla, şaşkın şaşkın, sözde arabaların kalktığı garajı ararken, orta yaşlı bir adamın dikkatini çekmişim. ‘Nereye gideceksin köylü delikanlı?’diye sordu. Hemen, artık ağırlaşmaya başlayan bavulumu yere koyup, öğretmeninin sorusunu yanıtlayan ürkek öğrenci gibi; ‘Akçadağ Öğretmen okulunun yazılı sınavını kazandım, sözlüye gidecğim. Okula giden arabaların kalktığı garajı arıyorum’ deyince adam güldü. “Öğretmen okuluna giden araba yoktur, dedi; Doğanşehir tarafına giden otobüsler, kamyonlar 3-4 km. okulun yukarısından geçiyor. Adana, Antep otobüsleri çoktan gitti. Doğanşehir’e giden bir kamyon var, yarım saate kadar kalkacak. Ben de onunla gideceğim. Çabuk olalım, yoksa kamyonda yer kalmaz. Ben ineceğin yeri sana gösteririm” Üstelik bavulumu da ‘ it ölüsü gibi ağır, bunun içinde ve var böyle” diyerek kendisi aldı. Ben yine cevabı yapıştırdım: ‘İçinde kitaplarım var. Sınav gününden 2-3 gün önce gelmemizi yazmışlardı, yazılıyı kazandığımı bildirdikleri mektupta. Adaylara yatacak yer verecekler, ama yemek vermeyeceklermiş. Onun için yengem ocakta şehir somununa benzeyen birkaç kömbe yapıp koydu, arpa ununa bir iki avuç da buğday unu katarak yoğurduğu hamurdan...’ Adamın, bu sözlerime karşı hiçbir şey söylemeyip, acıyarak, üzgün gözlerle yüzüme baktığını anımsıyorum.
Kamyondan inip, Öğretmen okulunun içinden geçerek Tren İstasyonuna giden şosede 70-80 metre ilerlemiştim ki, ardımdan biri, ‘delikanlı sende mi öğretmen okuluna gidiyorsun?’diye seslendi. Arkama döndüğümde oğluyla birlikte, sırtında bir heybe, elinde bavul elli yaşlarında bana yetişmeye çalışan amcayı görünce durdum ve:
“Evet amca, diye karşılı verdim; yazılı sınavı kazandım sözlüye gidiyorum. Ben Arapgir’in bir köyünden geliyorum. Siz nerelisiniz?”
“Biz Kâhtalıyız, kasabada dükkâncıyım..” Oğluna dönerek:
“Muhanet herif, bak elin oğlu ta Arapgir’den tek başına buralara gelmiş. Belki de şimdiye dek şehir yüzü de görmemiştir.”
Araya girip,
“Evet amca, bizim kasabadan başka ne bir ilçe ne de il gördüm”dedim birlikte yürürken.
Başında siyah beresi ve kırpılmış sakallı- bıyığıyla biraz cami hocası kılıklı adam oğlunu çekiştimeyi sürdürdü:
“Gördün mü, bak! Sen şehirde okumuş bir çocuksun; ayrıca dükkâna mal almaya Malatya’ya, Antep’e hatta Adana’ya bile götürdüm seni. Koskoca manifatura dükkânını kapatıp senin peşine düştüm.”
Hep başı önünde ve susan pantolonlu ve beyaz gömlekli çocuk birden başını kaldırdı ve isyankâr bir sesle söylendi:
“Ama baba, ben evimizin yakınındaki Ortaokul’da okumak istiyordum, arkadaşlarımın hepsi oradalar. Beni zorla sınavlara soktun; üstelik öğretmenlerin hepsini tanıyordun, sınavda bana yardım ettiler...” Baba birden köpürdü:
“Sus eşşoğlu eşşek, şimdi tokadı attımmı, iki kat yerin dibine sokarım seni! Devlet parasız yatılı öğretmen okulu açmış köylünün şehirlinin çocuklarını okutmak istiyor, niye biz de yararlanmıyalım ki! Ortaokul, Lise’yi okutmaya para mı dayanır? Evi yenileyeceğim, dükkanı genişleteceğim; para lazım bana para! Devletin kesesinden niye yararlanmıyayım, ben enayi miyim? Cebimde iki tane mektup var; biri müdüre, biri de edebiyat öğretmenine. Sana sözlüyü de kazandıracağım. Böylece evde bir boğazdan kurtulmuş olurum devletin sayesinde.” Adam son cümleleri mırıldanarak söylemişti. Baktım oğlan sessiz sessiz ağlıyor.
Ben adamın bu sözlerine şaşırmış kalmıştım. Benim babam da küçükken bana bağırır çağırır, bazan döverdi de...Ama, başkalarının yanında bir erçellik yaptımmı, sadece gözlerini belerdir ya da dişlerini gıcırdatırdı; bu davranış, akşam evde tokadı yiyeceğimin işaretiydi. Onun da kolayını bulmuştum; ya erken yatar uyurdum ya da anamın arkasına saklanırdım. O zaman da zavallı anam yerdi tokadı benim yerime. Hele bu yaşlarımda ne bana böyle bağırır çağırır ne de böyle küçük düşürücü ve kırıcı sözler söylerdi, eğer çok ağır bir saygısızlık yapmamışsam. Kendi ölçülerince temiz ahlaklı, düzgün ve dürüst bir çocuk olmamı öğütlerdi hep.
Tam okula yaklaşmıştık ki, çocuğun babası bana sordu:
“Oğlum sizin köy acı tevek mi, tatlı tevek mi?”
Ben bu sorunun anlamını biliyordum. Çünkü ağabeyim iki önemli şey söylemişti beni kamyona bindirmeden önce. Birincisi köy dışında şehirde ve sınavlar sırasında köyün ağzıyla değil, kitap diliyle konuşmamı. İkincisi ise,
“Alevi olduğunu asla söyleme; ‘ acı tevek mi, tatlı tevek misin?’diye sorduklarında, tatlı tevekdenim, dersin. Çünkü biz tatlı teveğin Alevilik olduğunu biliriz; onlar ise ‘Sünniliktir’ derler.”
Bizim bölgede bağlardaki üzüm fidanlarına tevek derler. Herhalde üzümleri olgunlaşmış olanlara tatlı, olgunlaşmamış, yani koruk olanlara ise acı tevek deniliyor olmalıydı. Demek oluyor ki, her inanç grubu kendi inancının doğru olduğuna inanıyordu, öbürü ise acı ve zararlıydı!...
Ağabeyimin birinci öğüdünü çok iyi başardığıma kendim bile şaşırmıştım. Malatya’da olsun, yolda olsun hep kitap diliyle konuştum. Kuşkusuz bunda ilkokuldan sonra çok kitap okumuş olmamın payı büyüktü. Köyde de böyle konuştuğum zaman ‘oğlana bak dil kırıyor, kibarlaşıyor’ diye alay ediyorlardı benimle. İkincisinde duramadım adama, önce soruyla karşılık verdim : “Acı tevek ve tatlı tevek ne demek amca?”
Sormaz olsaydım; başladı o bilinen karaçalmaları anlatmaya:
“Acı tevek Alevi demek. Aleviler götlerini yıkamaz. Aleviler ana-bacı tanımaz; sığır-sıpa gibidirler. Abdest almaz, namaz kılmazlar. Cimadan sonra yıkanmazlar...”
Baktım ki, daha çok konuşacak araya girdim:
“Yok amca yok, ben o dediklerinden değilim, ben tatlı tevekdenim” diyerek susturdum.
Sözlü sınavı da kazanmış, okula kayıt için elimize verdikleri kefalet senedini doldurup, Arapgir’den babamı tanıyan bir esnafa veya tüccara kefil olarak imzalatmam için köye dönüyordum. Üç haftaya kadar dersler başlayacağı için, köyde işleri bitirip dönerek yeni yatılı okul yaşamıma başlamam gerekiyordu. Malatya’da tam İnönü’nün heykeli önünde Kâhtalı çocuğa rastlamayım mı? Orada babasının gelip kendisini almasını bekliyordu. Sözlü sınavı kazanamamıştı. Babasının getirdiği mektuplar işe yaramadığı gibi –hangi cesaretle makamında mektubu vermeye kalkışmışsa-, okul müdürü adamı tekme tokat kapı dışarı etmiş. Çocuk sınavı kazanamadığı ve arkadaşlarıyla ortaokulda okuyacağı için seviniyordu. “Babamın aklı fikri para kazanmada. ‘Buraya kadar gelmişken Malatya’dan biraz mal alayım dükkana, herşey daha ucuz’ dedi.”
Çocuğun son cümlelerini hiç unutmuyorum:
“Bakma sen babamın bana öyle bağırıp çağırdığına, anamdan it gibi korkar...” Daha da ayıbını söyledi ya, buraya yazamıyorum...
Rasim Taşkal Kefalet Senedini Nasıl İmzaladı?
“....Ermeni Yağması zengini talancı Rasim Taşkal türünden insanların doğasında bulunan hükmetmek, boyun eğdirmek güdüsü kolay kolay doyuma ulaşmaz; önüne karşıkoyum-başkaldırı engelini getirmedikçe de zevke dönüşür. Onarlılar da hiçbir zaman Rasim Taşkal’ın sözüne söz etmemiş olduklarından bu zevkini tepe tepe kullanarak tam bir sömürü ağı kurmuştu. Ancak son yıllarda sömürüsünü en aza indirmeleri Rasim Taşkal’ı çileden çıkarmıştı. Bu yüzdendir ki, Rutik Yerindeki arazisini %40-45 faizli borç vererek sattığı Onarlı kızılbaşlara son vuruşunu yaptıydı. Ancak satış borcunu zamanında ödeyen bu müşterilerini artık tamamıyla kaybetmiş bulunuyordu. Ne yazardı bu tefeci Rasim Taşkal için. İlçenin seksen pare köyü vardı!
Benim yaşamımda ise çok ilginç bir yeri vardır Rasim Taşkal’ın. Eğer bireyin geleceğinin, bazen rastlantılar ve olağan ya da olağan dışı olaylar tarafından belirlendiğini kabul edersek; yaşamımın değişmesini ve geleceğimi değişik bir temel üzerine kurmamı ona borçluyum: Ermeni yağmasından tefecinin faiz bedeline uzanan çizgi üzerinde önüme atılan bir kemik parçasıydı sanki geleceğim.
1956 yılıydı. Babam istememesine rağmen, gizlice Akçadağ İlköğretmen Okulu sınavlarına girmiş ve kazanmıştım. Güzün İstanbul’dan geldiğinde bana kızdı, bağırdı çağırdı, ama sonunda bağışladı. Yatılı okuldu kazandığım.
Altı yıl boyunca yiyecek, yatacak ve okul harcamalarımı devlet karşılayacaktı. Ancak buna karşılık 9 yıl zorunlu hizmetle beni bağlıyordu. Üstelik devlet daha baştan harcamalarının güvencesini istiyordu. Gerekli olan yazılı ve sözlü sınavları kazanmama rağmen, kayıt yaptırabilmem için 10 bin 800 TL’lik kefalet senedi hazırlamam isteniyordu. Yıllık geliri bin liraya bile ulaşmayan bir köylü ailesinin çocuğundan istenen bu senedi kim imzalardı? Zaten köylünün kefilliği kabul edilmiyordu. Kasabadan bir dükkancı, bir tüccar olmalıydı. İki yıl önce Cıbıl Yusuf’un oğlu Ali de bu sınavı kazanmıştı. Koca çarşıda sabahtan akşama dek kimse kefil olmadığı için hüngür hüngür ağlayarak dolanıp dururken, ayakabıcı Abdullah merhamete gelmişti. Yoksa oğlan okula giremeyecek, yaşamı boyunca çobanlık yapacaktı babası gibi. Sözde devlet bu okulları köylü ve yoksul halk çocukları için açmıştı. Babam düşündü taşındı. “Oğul” dedi, ‘Rasim bey dayı şeytanın bacağını kırar mı acaba, bir çıtlatsak mı? Yarın faizli borcunu götürürken birlikte gidelim. Sakalının altından geçelim bir!’ Doğrudan doğruya söylemeye cesareti yoktu.
Cuma günüydü. Satmak için bir yük de üzüm getirmiştik kasabaya. Millet Hanı adıyla anılan, eski küçük bir kervansaray olan kapalı pazar yerinin iri kanatlı kapısı, gıcırtılar çıkararak yeni açılıyordu. Güneşin ilk ışıklarıyla birlikte ilk biz içeri girdik. Bir süre sonra başka köylerden de tahıl veya çeşitli meyva sebze yüklü eşekler, katırlar doldu. Yükünü yıkanlar, bizim yaptığımız gibi, birileri yüklerin başında müşteri beklerken, diğerleri hayvanları konaklayacakları hanlara bağlamaya götürüyorlardı. Babam çabucak gelmişti. Sepetlerin ağzına bağladığımız bohçaları açarken bir müşteri geldi. Pazarlık yapıldı, tartıldı, tam altmış kilogram gelmişti. Altı liraya satmıştık. Üstelik sepetleri de adamın dükkanına dek babam taşıdı sırtında. Her yıl bağ bozumunda en fazla otuz yük üzüm satabiliyorduk. Bir o kadar da bal armudu! İşte böylesine düşük yıllık geliri olan bir köylü ailesinin çocuğu olan benden 10 bin 800 liralık kefalet senedi isteniyordu.
Kazandığımız altı lirayla eve ne denli gaz, tuz, sabun alınırdı bilemem, ama ben 25 kuruşluk çarşı ekmeği istiyordum, beyaz, çarşaf gibi! Tarımcıydık, köylüydük, ama böyle beyaz ekmek yiyemiyorduk. Arpa veya çavdar ununa bir-iki avuç buğday unu katarak hamur yapıp ekmek pişirirdi anam. Burçak unundan bile ekmek yerdik havalar kurak gittiğinde. ‘Tezek gibi mübarek, boğazdan geçmiyor, her lokmanın ardından bir yudum su gerekli’ diyerekten yutmaya çalışırdık. Üstelik acımsıydı. Beyaz ekmek ve yufka için öğütülmüş bir-iki çuval buğday unu kışın gelecek konuklara ve görgü cemine katılacak canlar için, yani ortak sofra için saklanırdı. Üretebildiğimiz buğdayı satmak zorunda kalırdık evin gereksinimlerini gidermek için.
Buğdayı biz üretirdik köylü olarak, ama parası olan yerdi, kenttekiler yerdi. Ve devlet, benim devletim, benim iktidarım olsaydı; buğday ekmeğini yılda ancak birkaç kez gelebildiğim kasaba fırınlarında gören ve onu yağ peynir gibi katık niyetine yiyebilen benden 10 800 liralık senet ister miydi? Demek ki devlet benim okumamı, gözümün açılmasını, köyümün dışındaki dünyayı görmemi istemiyordu. Belki de babam haklı olarak Rasim Taşkal’dan açıkça rica etmekten korkuyordu senedime kefil olmasını; devlet onun arkasındaydı, belki de babamın yakasına yapışırdı bu ne cesaret diye!
Tefecinin yazıhanesi önünde tam iki saat bekledik. Öğleye doğru geldi. Rasim Taşkal’ı ilk kez görüyordum bu kadar yakından. İki yıl önceki “bağ devirimi” sırasında onu, uzaktan, ırgatlara bağırıp çağırırken göstermişlerdi bana. Şimdi birkaç adım ötedeydi. Bize doğru geliyordu. Kısa boylu çopur yüzlü biriydi. Hiç sevmedim. Gözlerinde gözlük, başında geniş bir lenger şapka (fötr) vardı, kravatlıydı. Çizgili kumaştan uzun ve bol ceketinin içinde kaybolmuş gibiydi. Küçük adımlarla yürüyordu ayaklarını sürükleyerek. Babam kırk elli adım öteden geldiğini görür görmez ayağa kalkmıştı. Babamın zayıf yüzü gerilmişti. Asker gibi ceketinin önünü ilikleyip hazırola geçti. Ben de onu izliyordum, ama içimde bir öfke belirmişti, yanında babamın küçük düştüğü bu adama karşı. Selamsız sabahsız yanımıza gelen Rasim Taşkal, kapıyı açarken,’kelleyi kulağı düzeltmişsin Gazi’ dedi.
Babam hazırolu bozup, ‘sayenizde Bey Dayı’ diyerek sarılıp elini öptü içeri girer girmez. Adam beni gösterip, ‘bu piç kimin, senin mi?’ diye sormasın mı, kafam attı. Babama baktım, ‘o köleniz bey dayı; adı Halil Derviş, amcamın adıydı’ deyiverdi sakin sakin. Ben birden; çocuk korkusuzluğuyla, ‘ben piç değilim Bey Dayı, yakışmaz sizin gibi bir ağaya böyle konuşmak’ deyiverdim.
Babam şaşırmıştı: ‘Oğlum bey dayı şaka yaptı’ diye mırıldanırken, Rasim Taşkal sürdürdü, benim sözlerime karşılık: ‘Vay babasının canına sıçtığım! Sen neler biliyorsun!’
‘Gerçekten size yakıştıramıyorum böyle küfürle konuşmayı. Biri sizin çocuğunuza böyle söylese...’ Cümlenin sonunu getiremedim. Babam dişlerini sıkarak gözlerini aktardı ve, ‘oğlum terbiyesizlik yapma, Bey Dayı’nın yanında, şimdi beş kardeşi yersin’ deyip bana vurmak için elini kaldırdı.
Fakat Rasim Taşkal tuttu bileğinden ve şöyle dedi:
“Aferin! Bu çocuk adam olacağa benziyor. Okula gidiyor musun? İyi mi okumuşluğun? Bu oğlan hakkını kimseye yedirmez! Onarlılar kuzu gibidir. Seni leylekler başka yerden getirmiş galiba.”
“Başka yerden gelmedim, öz-be-öz Onar Dede evladıyım! İlkokulu bitireli iki yıl oluyor. Öğretmen okulu sınavlarını kasabada elli kişi arasında sadece bir ben kazandım. Okumayı da çok seviyorum.” Artık fırsatı elime geçirmiştim, hemen konuya girdim:
“Bey dayı, okumayla ilgili sizden bir ricamız var” deyiverdim.
Rasim Taşkal bizimkilerden bu cinsten bir sözüne söz etme, karşılık verme duymamış olacak ki, merakla sordu:
“Ulan büyük adamlar gibi, okumuşlar gibi konuşuyorsun, söyle ricanı! Ne dilersen başım üstüne; yapacağım söz!”
Babam alıklaşmıştı, ‘bey dayı önce şu emanetinizi vereyim’ diye mırıldandı. Adam, ‘dur kenarda sen Gazi, bizi rahat bırak’ diye çekişti ve şöyle devam etti:
“Sonra verirsin! Önce şu delikanlının ricasını öğrenelim. Sen faizini verip borcunu tazeleyeceksin.”
Ben iyice korkusuzlaşmıştım. Şalvarımın cebinden bir zarf çıkarıp konuştum:
“Ben okumak, tahsil yapmak istiyorum. Sizden borç istemiyorum. Sınavlarını kazandığım okula kayıt için bir kefalet senedi var; bana kefil olur musunuz?”
“Ne kadar? Kaç liralık? Bin mi, ikibin mi?”
“On bin sekiz yüz liralık.” Adam bu kadar olduğunu ummamıştı.
“Ulan!” diye bağırdı. “Okuldan, mokuldan kaçarsan ben mi ödeyeceğim? Babanın malı mülkü karşılar mı?”
“Ben okula okumak için gidiyorum, kaçmaya değil. Buralardan, bu yaşantıdan kaçmak istiyorum, okumaktan değil.”
“Tamam ulan kabul! Zaten baştan söz verdim ricanı yerine getireceğime. Sen ne babası canı bokluymuşsun! Kusura bakma ben hep küfürlü konuşurum; ağzım bozuk biraz.”
“Ben de küfürden nefret ederim.”
“Yalnız iyi dinle beni! Ben Onarlı değilim, kirasız kilim ucu tutmam. Üçümüz birlikte noterliğe gideceğiz hemen; senedi kefil olarak imzalayacağım. Senin imzan zaten geçerli değil, baban senin yerine imza atacak, haa onun okumuşluğu yok borç senetlerinde yaptığı gibi parmak basar. İş biter bitmez akşama kadar bana çalışacaksınız.”
Ben tam yüz bulmuş olacağım ki, karşılık vermeden duramadım:
“Bir imza için iki kişinin akşama kadar çalışması haksızlık ama ne yapalım, kabul” dedim.
Benim bütün konuşma ve çıkışlarım Rasim Taşkal’ın hoşuna gitmiş olacak ki, sözünde durup söylediklerini yaptı. Attı imzayı senedime kefil olarak. Babam da emanet dediği borcunu vermişti. Bizi bir adamıyla samanlığına gönderdi. Handan eşeği almaya giderken sızıldandım, babam bir çarşı ekmeği aldı. Öğlelik torbasından çıkardığım arpa ekmeğine dolayarak ve ikimiz de üzümü katık yaparak işe başlamadan yedik.
Babamla birlikte akşama kadar Rasim Taşkal’ın samanlığına saman ve ot balyası taşıdık. Karanlık basınca kapıları yüzümüze kapatarak, bizi bıraktılar. Bizi samanlıkta yatmaya bile layık görmediler.
İkimiz de aç, susuz ve yorgun kasabayı baştan başa geçtik. Karanlık iyice bastırmıştı. Babam beni, boşalttığı sepetleri yüklemiş olduğu eşeğe bindirmişti. Elekçi köprüsünü geçtiğimizde, eşeğin üzerinde yorgunluktan uyuduğum için birkaç kez düşme tehlikesi geçirdim. Babam akıl etti de, Comartlı mahallesinde oturan yaşlı semerci Minas’ın evine gittik. Köye semer yapmaya geldiğinde genellikle bizim evde kalırdı. Minas amca o gece bizi bir ağırladı, bir ağırladı. İlk kez sabah kahvaltısında çayı onlarda içmiş, zeytini ve etli pirinç pilavını da Minas ustanın evinde yemiştim. Bu yaşlı Ermeni bizde yattığında bana anlattığı dev-peri masallarından çok farklısını anlatmıştı o gece. Bu masala, “Tırnak kadar bir bakkal nasıl böyle dev gibi büyüyüp, başı göğe ulaştı” adını vermişti. Bu kişi tefeci Rasim Taşkal’dı.” (İsmail Kaygusuz, Savaşlı Yıllar: Son Görgü Cemi/Çileli Günler (Roman), Alev Yayınları, İstanbul-2006, s.62-65)
Müdür Fehmi Hangün’ün Haksız Tokadı
Okula kaydoluşum ve derslerin başlamasından sanırım iki ay filan geçmişti. Okul müdürümüz Fehmi Hangün Türkçe derslerimize geliyordu. Fehmi Hangün, özellikle gri paltosunu giydiği zaman iriyarı görünüyordu. Çocuksu yüzü ve paltosuz narin yapısıyla ilk bakışta çok yumuşak ve kibar bir adam izlenmi verirdi. Oysa o yapının altında çok sert ve otoriter bir kişilik yatmaktaydı. Aynı sertliği yalnız öğrencilere değil öğretmenlere de gösteriyor; onlara zaman zaman bağırıp çağırıyor, paylıyordu. Kuşkusuz bunu zamanla öğrendik.
Tarih öğretmeniymiş, ama bizim 1A sınıfının Türkçe derslerini o veriyordu. Derste hiç ama hiç gülmez, asık suratlıydı. Bu onun düzgün ve çocuksu yüzüne yakışmıyordu. Oysa azıcık gülümsese, çok sevecen ve sempatik olur, bizim de o sınıfa girdiğinde ödümüz kopmazdı. Dersinde parmağım havadan inmezdi. İki ay içinde sınıfta Müdür’ün dikkatini çekecek kadar etkindim. Sorduğu herhangi bir sorunun yanıdını en son bana sorar ve ‘arkadaşınızın cevabı doğrudur’ deyip başka bir soruya geçerdi. Yine bir derste bir metin okutuyor orada ne demek istendiğini soruyordu. Beş-altı arkadaşa birer paragraf okutmuş, ama hiçbirinin okumasını da, anlatmasını da beğenmemiş öfkeli bir biçimde sıraların arasında dolaşıyor. ‘Çok çalışacak, çok okuyacaksınız, tembellik etmeyeceksiniz. Ya bu deveyi güdecek, ya da çekip gideceksiniz!’ diye bağırıp çağırıyor, tehditler savuruyordu. Ben arkada oturuyordum, boyum diğerlerinden uzun olduğu için. Öğrencilerin büyük çoğunluğu 12-13 yaşlarındaydı. Ben ise 15’indeydim. Benden büyük sadece iki arkadaş vardı sınıfta. Müdür bey öfke içinde arkaya doğru geliyordu, ama herzamanki gibi yüzüme bakarak ‘sen söyle bakalım!’ diyecek gibi görünmüyordu. Benim parmağım yine havada ‘ben okuycam!’diye mırıldandım. Hızla üstüme doğru gelirken “ben size öğretmenlerinize hitap ederken, ‘efendim’ diyeceksiniz demedi mi? Kim sana ‘hocam’ demeni söyledi?” demesiyle, tokatı suratıma şaklattı. Ben daha elini kaldırdığı anda ‘hocam demedim, okuycam dedim’ demesine, ama tokatı yememle yere yuvarlanmam bir oldu. Çabuk konuşmamın ve sözcükleri ağzımda yuvarlamamın cezasını çekmiştim sanki. Benim okuycam’ı, o hocam anlamıştı.
Uzun süre müdürün dersinde parmak kaldırmadım, sözde küsmüştüm,. Hani denir ya; ‘fare dağa küsmüş, dağın haberi olmamış!’ Ancak, parmağıyla beni gösterip, kükrer gibi ‘arkadaki seen söyleee!’ deyince, konuşmamam olasımıydı? Her cümlenin başında birer ‘efendim’le sorularını yanıtlıyordum. O haksız yere yediğim tokatı hiç unutmadım ve köle sözcüğünü çağrıştıran ‘efendim’i de okuldan çıktıktan sonra, hâlâ çok nadir kullanırım. Nerede Köy Enstitüsü öğretmenlerinin öğrencilerle birlikte çalıştığı, yatıp oturduğu, aynı karavanayı kaşıkladığı, yani ağabey-kardeş ortamı? İlköğretmen okullarında artık tam anlamıyla otoriter hava esiyordu. Öğretmenlerin büyük çoğunluğu birer ucubeydi sanki, karşılarında hazrola geçer, tir tir titrerdik.
İstanbul’dan Mandolin Siparişi
İkinci sınıftaydık. Artık birinci sınıftaki “ya bu deveyi güdecek, ya çekip gideceksiniz!” tehditleri gelmiyordu öğretmenlerden. Okulun kurallarına alışmış, istedikleri gibi uslu, itaatkâr çocuklardık ve var gücümüzle derslerimize çalışıyorduk. Tut ki, hiçbirimizin geldiğimiz yere, köyümüze çekip gitmek gibi bir niyetimiz yoktu, olamazdı da. Yoksulluğun çaresizliğin kol gezdiği köylerimizden kurtulup, öğretmen olarak hayata atılmak için gelmiştik. Parasız-yatılı olduğu için öğretmen okuluna girmiştik; ilçe ve illerdeki ortaokul, ve lise diğer paralı okullara girip okuma olanağından zaten yoksunduk. Tek kurtuluş yolumuz bu okula girebilmekti. Sözlü sınavı kazanamayıp ağlayarak dönen, kazanamadığı için babasından dayak yiyen çocukları çok görmüştüm.
Okulumuzun derslikleri, yatakhaneleri, yemekhaneleri, işlikler, kısacası bütün binalar, Köy Enstütüsü döneminde öğretmenlerle birlikte öğrenciler tarafından yapılmıştı. Buralarda ders yapıyor, buralarda üç öğün yemek yiyor ve yatıp uyuyorduk. Resim ve müzik dersleri resim ve müzik odalarında (özel dersliklerde) yapılıyordu. Enstitü’nün, müzik aletlerinden birini, özellikle mandolin çalma geleneği artık zorunlu değilse de gönüllü olarak sürdürülüyordu. Kuşkusuz bu da müzik öğretmeninin istek ve çabasına bağlıydı. Müzik dersini bir piyano ve çeşitli müzik aletlerinin bulunduğu müzik odasında yapıyorduk. O yıl yeni atanmış gerçek adını şimdi anımsayamadığım, ama her öğretmene yaptığımız gibi ona da taktığımız lakabıyla Faro öğretmenimiz, bize piyanoyla solfej dersleri veriyor ve bizi birer enstrüman çalmaya teşvik ediyordu. Bilmiyorum, biraz kulağım iyiydi galiba, biraz da saz çalabiliyordum ondan olacak; Faro öğretmenin piyano tuşlarına basarak sorduğu notaları genellikle biliyordum. Müzik odasının anahtarını bana vermiş. Bir de akordeon teslim ederek onun üzerine çalışmamı istemişti. Birkaç ay içinde birinci metodu bitirmiş, yasakladığı halde pratikten de Tavas Zeybeği oyun havasını çalacak düzeye gelmiştim. Ama ben bir yandan da mandolin çalmak istiyordum. Babam her yıl genellikle harman sonunda, ev işlerini ağabeyime bırakarak gurbete çıkar, yani köyde gelenek olan İstanbul’a çalışmaya giderdi. Orada seyyar (gezginci) satıcılık yaparak para kazanıp evi geçindirmeye çalışırdı. Köyde çiftçilik yapıyorlardı ama, ekip biçtikleri tahıl ve yetiştirdikleri bağ bahçeden çıkan ürünler evin geçimin sağlamaktan uzaktı. Köyde herkesin yaptığı gibi, Arapgir’deki tefeci Taşkal’dan %35-40’dan birkaç yüz lira sermaye cebine koyarak 7-8 ay İstanbul’da çalışır. Döndüğünde faiziyle birlikte borcunu öder, elinde kalan parayı da evin masraflarına harcardı. O yıl yine İstanbulda’ydı ve eski evi onartıp, üzerine bir kat çıkmayı kafasına koymuştu. Bu nedenle bir yıldan fazla gurbette kaldı. Babama yazdığım mektupta bir mandolin istemiştim. O da İskender Kutmani Cümbüş Evi’ne gidip, bir Amerikan halk çalgısı olan Banjo’ya benzer bir cümbüş mandolin almış, Kasım ayının ortalarında bana gönderdi. Belli ki, okuma -yazma bilmeyen, mektuplarımı başkasına okutup yazdıran adamcağızı kandırıp, daha pahalı olan bu enstrümanı satmışlar. Faro öğretmen ve gösterdim, pek sevmiş görünmedi. Aldı akort edip birkaç melodi çaldı ve bana notaların yerini öğretti. Madeni ve cırtlak bir ses çıkartıyordu, normal tahta mandolinlerin ahenkli, kulağa hoş gelen tınısı yoktu. Ama benim alet, Faro öğretmenin kafasında bir fikir oluşturdu. Bir derste “çocuklar, dedi, gönüllü bir mandolin ekibi, daha doğrusu mandolin orkestrası için ekip oluşturalım 2.sınıf öğrencilerinden; var mısınız? 2B ile 2C sınıflarına da söyleyelim.” Hep birden “vaaarız, efendim!” dedik. Faro Öğretmenimiz önerisine açıklık getirdi:
“İçinizden bir arkadaşınız üç sınıfı dolaşıp mandolin almak isteyen gönüllülerin listesini yapıp, parasını toplasın. Araştıralım İstanbul veya Ankara’dan müzik aletleri satan bir mağazadan sipariş yaparız. Ancak ben, öğretmen olarak bu işi yapamam; parasal işlerle uğraşmak bize yasak. İki arkadaşınız sorumluluk alıp işi kotarmalı. Ben sadece derslerde bir mandolin orkestra ekibi kuracağımızı ve katılmak isteyenlerin birer mandolin almalarını sürekli anımsatırım. Altı-yedi parça öğrendik mi; yıl sonunda hem okulumuzda, hem de Malatya’da toplu mandolin konseri vereceğimizi de söyleyerek onları özendiririz. Yönetimden izin alır; hafta içinde kurs açarak, ders ve etüd dışında hergün en az bir saat toplu mandolin dersi veririm gönüllü olarak.”
Ben parmağımı kaldırıp söz isteyerek,
“efendim, dedim, babamın benim cümbüş mandolini aldığı yerde tahta mandolinler de varmış, kendileri imal ediyorlarmış. Adresine telgraf çekip toptan kaça vereceklerini ve posta masrafını öğrenelim, ona göre para toplarız.”
Uzatmayalım, müzik öğretmeni benimle, aynı sırada oturduğumuz, sözlü sınav sırasında tanışıp arkadaş olduğum çok istekli görünen Elazığ-Karakoçanlı İsmail Çelik’i görevlendirdi arkadaşların da onayını alarak. Ben yalnız yazışma işlerini ve etüdlerde adaşımla dolaşarak mandolin almak isteyenlerin listesini yaptım. Topladığımız paraları İsmail Çelik teslim alıyordu imza karşılığı. İskender Kutmani Cümbüş Evi’nden elliden fazla mandolin sipariş ettik. Çelik’in hesabına göre her mandolin 25’er liraya malolmuş ve dolayısıyla alıcılardan 25’er lira toplanmıştı. Benim bu türlü hesaplardan anlamadığım gibi, sorduğum da yoktu. İsmail Çelik benden üç yaş büyük ve ilkokula geç gönderilimiş amcasının yanında büyümüş bir yetimdi. Yaz tatillerinde karayolları işçilerinin yanında çalışır, onlara içecek su taşır para kazanırmış. Hesabı, kitabı yerindeydi. Sözlü sınavı sırasında tanıştığımızda 18 yaşındaydı. Bir çeşit benim koruyucu arkadaşım olmuş ve dolabımızdaki eşyalarımızı bile ortak kullanıyorduk. Altı yıl boyunca aynı sırada oturduk; pek ders çalışmazdı, çoğu dersleri kopyayla geçerdi, ama bütünlemeye filan da kalmazdı doğrusu. Mandolinleri dağıttığımızda 2 mandolin fazla çıktı. Ben kendisine baktığımda, ‘bunlar da bizim’dedi. ‘Bizim listede adımız yok, biz sipariş vermedik ki’ deyince, ‘onca koşturduk, çalıştık; yani iki mandolin hak etmedik mi?’ diye soruma soruyla karşılık verip susturdu beni. Yıllar sonra İstanbul’da beni ziyarete geldiğinde, okul anılarımızı anlatırken ne dese beğenirsiniz; ‘Kaygusuz’cuğum mandolin siparişinde sana kazık attım; bir mandoline razı geldin, hatta neredeyse onu bile almak istemiyordun. Senin parada pulda gözün yoktu zaten; kitaptan başka birşey görmezdin ki! Hatırlar mısın? Ben zengin olduğumda sana bir dolap alıp, içine kitap doldurarak sırtına vereceğim’ derdim. Biliyor musun? O zaman mandolin başına 3 lira kazanmıştık; sana sadece 22 liraya malolan bir mandolin verdim, tam 150 lirayı cebime attım’diye kahkahayla sözünü bitirdi, bizler de güldük. Aslında o kahkahanın altında bir iç acısı çektiği ve bu itirafıyla biraz rahatladığı açıkça belliydi. (Arkadaşım İsmail’le ilişkimiz kopuk kopuk da olsa kesilmedi. Konuyu dağıtmamak için ona fazla girmeyeceğim. Yalnız şunu söylemekten de kendimi alamıyorum; hep zengin olmak isteyen ve herşeyi paraya bağlayan İsmail Çelik, Avustralya’da çok zengin oldu; 1984 yılında 9 aylık Fransız bursunu kullanırken, beni Paris’ten arayıp bularak, bir ay konuk ettiği Sidney’de ‘buradaTürk Sabancısı olacağım’ diyordu. Olmak üzereydi ki, devletine kazık atmaya başlayıp, vergi kaçırınca, milyonlarca vergi borcu çıkarılıp yurt dışına çıkma yasağı kondu. İflasın eşiğindeyken bir de çocuklarından yediği ekonomik darbeyle yıkıldı ve şu anda bir bakımevinde tekerlekli sandalyeye tutsak, felçli, ancak işaretle anlaşabilen bir yaşamın içinde olduğunu büyük üzüntüyle öğrenmiş bulunuyorum) Faro öğretmenimiz dediğini yaptı mandolin kursu açarak 4-5 türkü çalmasını öğreterek, elli kişilik mandolin orkestrasını tam yetiştirmek üzereyken başka bir okula tayini çıktı. Kurs ve ekip dağıldı, bir süre sonra atanan müzik öğretmeni, selefinin hedefini gerçekleştirme yerine, sadece müzik derslerinde mandolin çalanlara daha yüksek not vermekle yetindi. Bana gelince müzikten , akordeon ve mandolinden tamamıyla koptum. Motivasyonum bozulunca müzik yeteneğimi geliştirme yerine, körelttim. Cümbüş mandolinimi de okul kütüphanesi memuru Ahmet bey satın aldı. Kendimi sadece kitap okumaya ve edebiyata verdim...
Yaramazlığın Bedeli Neredeyse Ölümüm Olacaktı
Köy Enstitüsü döneminin “iş için, iş içinde eğitim”inden bize kalan tek uygulama atölyede-İşlik’te yapılan İş Bilgisi ve tarlada-bahçede çalışarak yaptığımız Tarım-Ziraat Bilgisi dersleriydi. İşliklerde ağaç işleri için marangozluk aletleri, teneke ve bakır levhaları kesmek işlemek ve oymacılık için araç-gerçler vardı. İş bilgisi öğretmenimiz isteğimize göre bize ödev verir; nasıl yapılacağını gösterir ve denetimini yapardı. Tahtadan oyuncaklar, elbise askıları, karton ve teneke-ince bakır levhalardan silindir, küb, prizma gibi geometrik cisimler, tahtalara insan ve hayvan figürleri oyma ve bunlarla karton ve bez üzerine baskı yapma vb. işler yaparak not alırdık.
Tarım iş derslerinde sebze fideleri için tarlada tavalar hazırlar; zamanı geldiğinde onları dikerdik. Diktiğimiz fidanlar veya patlıcan, biber, salatalık gibi sebzelere iyi bakmış ve yetiştirmişsek iyi not alır, bakımını yapamayıp kurutmuşsak Tarım öğretmenimiz zayıfı basardı. Ayrıca patlıcan, biber turşusu, kaysı reçeli yapmasını da yaparak-yaşayarak öğrenirdik. Sebze yetiştirmeyi beceremeyen benim gibilerine de, Köy Enstitüsü öğrenci ve öğretmelerinin yetiştirmiş olduğu dönümlerce kaysı ağaçarından üç-beş tanesini görev olarak verir; onların diplerini kazıp toprağı havalandırır, gübresini verir, gerektiğinde sular ve kuruyan dallarını budardık. Kısacası o kaysı ağaçlarına gözümüz gibi bakmak zorundaydık meyva verinceye kadar. Kuşkusuz yazın ortalarında meyvaya durduğunda tatilde olduğumuz için ondan yararlanamazdık. Bütünlemeye kalanlar, ya da gidecek yerleri olmayıp, okulda tatilini geçiren arkadaşlar o tatlı iri Hacıhasan kaysılarını bizim için de yerlerdi bekçiyi atlatarak. Okula döndüğümüzde ballandıra ballandıra anlatırlardı nasıl kaysı aşırdıklarını. Biz ancak çağala döneminde arada bir hırsızlama çağala yolar yerdik. Kaysı bahçelerinde gece gündüz dolaşan birkaç bekçi vardı. Onlara yakalandıkmı, halimiz duman olurdu!
Okuldaki üçüncü yılımda 3A, 3B, 3C sınıfları, yüksek tavanlı içiçe iki yatakhanede yatıyorduk. Her yatakhanede otuzun üzerinde, iki öğrencinin altlı-üstlü yattığı ranzalar yerleştirilmişti. Akşam 9.30’da herkes yatağında olması gerekiyordu. Yatakhaneleri gezip denetleyen nöbetçi öğretmenleri ortalıkta dolaşan öğrenciyi yakalarsa, ya kendisi cezalandırır ya da disiplin kuruluna adını verip ceza almasını sağlardı. Saat 10.00’da, ikişer kişinin kullandığı madeni dolapların duvar diplerinde sıralanmış ancak iki kişinin yanyana geçebildiği koridorlar, lavoba ve genel tuvaletin dışında yatakhane ışıkları kapatılıyordu. Bir süre sonra bundan vazgeçildi, ampuller koyu mavi renge boyanarak gece uyanıp benim gibi roman okuyanlara engel olmak için yarı karanlığa çevrildi yeniden. Müdür yardımcısı Şükrü Kacar’ın, yatakhane denetlemesi sırasında başucuma gelip, yatakta yüzüme el fenerini tutarak, “Kaygusuz senin yüzünden, bu ampulları böyle kararttık; gece okumak için bir daha ranzanın üstündeki ampulu değiştirmeye falan kalkarsan seni disiplin cezasına çarptırırım”diye tehdidini hiç unutmam. Gerçekten haftası geçmeden böyle bir girişimde bulunmuştum, rahatsız olan bir arkadaşım beni şikâyet etmiş olmalıydı.
Söz halâ yatakhanelerdeyken iki sınıf arkadaşımı da anmaktan geçemiyeceğim. Nöbetçi öğrenci sabah saat 6.30, ray demiri parçasından yapılma kampanayı acı acı çalınca hepimiz ayakta olurduk. Saat 7.00’de yemekhanede nöbetçi öğrencilerin açşı Miro’nun yönlendirmeleriyle hazırladıkları kahvaltı masasında yerlerimizi almak zorundaydık. Kahvaltının hemen arkasından sabah etüdü başlar ve saat 9.00’a kadar, sınıfta sessizce ders çalışır; ödevlerimizi yapardık. Etüdün bitiminden 15 dakika sonra derse girilirdi. Sözünü ettiğim iki arkadaştan biri Elâzığ-Baskilli Aslan Aksoy, diğeri Tunceli-Mazgirtli Abdülkadir Tuncer’di. Sınıfta matematik ve fen derslerinde en yüksek notu alan bu arkadaşlar rakip durumdaydılar. Üçüncü sınıfta başlamışlardı ders çalışmak için herkesten erken, yani kalk zili çalmadan önce kalkma yarışına. Yatakhanemizin biri bir başında kapıya yakın ranzada, öbürü diğer başta yatıyordu. Saat 5.00 olmadan uyanır birbirlerini kollardı: Uyanınca biri diğerinin yatağını gözler ve bir kıpırtı hissederse, hemen kalkıp lavobaya koşar yıkanıp tıraşını olarak giyinmek için dolabını açtığında, arkadaşından erken kalkmış olma sevinç gülümsemesi dudaklarında donardı. Çünkü o dolabı açtığında, diğer arkadaş koridoru geçmiş kapıdan dışarı çıkmak üzeredir ve bir de geri dönüp kendisine el eder. Meğer o, saat daha 4 olmadan kalkıp giyinip çoktan hazırlanmış. Diğer arkadaşın hâlâ uyumakta olduğunu görünce, elbisesiyle yatağa girmişti biraz kestirmek için. Elbetteki bir gözü açık, yatağın altında rakibini izliyordu; o kalkıp lavobaya gidince, haliyle rahatlıkla yatağından çıkıp yorganı, battaniyesini düzeltip kitaplarını alarak çalışmaya daha önce çıkmış olacaktı. Bu çalışkanlık ve yüksek not alma yarışması iki yıl boyunca sürdü iki arkadaş arasında. Eş düzeyde gidiyorlardı. Sonunda bunun semeresini gördüler; ikisi de 5.sınıfta Yüksek Öğretmen Okuluna girme hakkını kazandı ve orada bir yıl okuyarak biri Ankara Fen Fakültesi’ne diğeri Ziraat Fakültesine geçiş yapıp yüksek öğretimlerini tamamladılar. İlköğretmen okulunu bitiren öğretmenlerin, lise mezunu sayılmadıkları için Üniversiteye gitme hakları yoktu. Ancak lise son sınıftaki 6 farklı dersten sınava girerek lise diploması alınabiliyordu. Lise diploması almak da yetmiyor; Üniversiteye girip okumak için, devletin 6 yıllık harcamalarının karşılığı olan 9 yıllık mecburi köy hizmetini parasal olarak ödeme zorunluğu vardı. İlkokul öğretmeni, öğretmenliğini sürdürerek,yani çalışarak dışarıdan Hukuk Fakültesi gibi devam zorunluğu olmayan Fakültelerde okuyabilirlerdi. (1980’li yılların başında Abdülkadir Tuncer’le buluştuk; İstanbul-Bakırköy’de bir lisenin müdürlüğünü yapıyordu, Fen Dersleri öğretmeniydi. Aslan Aksoy ise üniversitede kariyer yapıp ziraat profesörü olduğunu, 1974 yılında askerliğimi yaparken öğrendim. Erzurum Üniversitesinde birlikte çalışmış olan bir arkadaş söylemişti. Onu da 2005 yılında, Malatya İnönü Üniversitesi Rektör Yardımcı’sıyken makamında ziyaret ettim. Ağaçlandırma ve yeşil alanlar projesini yapıp hayata geçirerek, İnönü Üniversitesine çok büyük hizmetlerde bulunmuş. Sanırım şimdi Baskil kırsalında yaptığı şanına layık görkemli meyva bahçesinde emekliliğin tadını çıkarıyor.)
Bir yaramazlık anımı anlatacakken yatakhanelere dalıp gittik. Onu da bari kısaca anlatıp bu bölüme son verelim. Başta söylediğim gibi 3. Sınıftaydım. Aynı köyden ilkokulu birlikte okuduğumuz ve benden önce bu okula girmiş son sınıfta okuyan A.Çevik ve benden bir dönem sonra gelen ve 2.sınıftaki İ.Keleşer üçümüz, ilkbaharın sıcak bir Cumartesi gününde öğle yemeğinden sonra çağalaları sertleşmiş, artık yenilmeyen kaysı ağaçlarının dibinde dolaşırken kararlaştırdık: Akşam saat beşe doğru gelen bir marşandiz-yük trnine kaçak binip Malatya’a gidecek Emek sinemasının saat 6.00’daki seansına yetişecektik. Haber almıştık güzel bir kowboy filmi oynatılıyormuş. Akşam yemeğini Malatya’da bir büfede bir tost veya sandöviçle geçiştirebilirdik. Ancak Malatya’ya gittiğimizde bir yarım saat istasyon çevresinde dolaşmamız, kentin merkezine inmememiz gerekiyordu. Çünkü Cumartesi günleri saat 13.30’da okul otobüsüyle öğretmenlerimiz ve sınıf öğretmenlerinin 4. 5. ve 6. sınıflarından seçtikleri bir-iki öğrenciyle kente iniyor alış-veriş yapıyor, saat 5.30’a kadar Malatya’da gezip eğleniyorlardı. Herhangi biriyle karşılaşmamız, disipline verilmemize neden olabilirdi okuldan kaçtığımız için.
Saat 4.30’da ayrı ayrı giderek Okulun bir –birbuçuk km. güneyinde bulunan tren istasyonunun biraz ilerisindeki çukurda buluştuk. O saatlerde üçümüz birlikte nöbetçi öğrencilere görülmememiz gerekiyordu, şüphelenebilirlerdi. Biraz sonra Adana yönünden gelen yük treni istasyonda durdu. Bu küçük istasyonda yolcu-posta trenleri bile 10 dakikadan fazla beklemiyorlardı. Trenin lokomotifi bizim gizlendiğimiz yerin hemen yakınındaydı, ama kondüktör ve ateşçiler, bir kayanın ardında olduğumuz için bizi göremezlerdi. Galiba kazanına su doldurduğu için on dakikadan fazla bekledi, sonra hareket etti. Biz hazır bekliyorduk; kayanın hemen yanından geçen marşandızın henüz hızlanmadan vagonlarından birinin arka platformuna atlayacaktık. Malatya istasyonuna geldiğinde de tren durmadan önce iyice yavaşladığında, yere atlayacak ve tren ve istasyon görevlilerine görünmeden, oradaki diğer tren vagonlarının arkalarında saklanaraktan 15-20 dakika sonra istasyon binasının kapısı önünde buluşacaktık. İçimizden biri yakalandığında, yalnız olduğunu söyleyecek, böylece diğerlerini aramalarını önlemiş olacaktı.
Yük treni harekete geçmiş ağır ağır ilerliyordu. Bizim önümüze geldiğinde biraz daha hızlanmıştı. Önce İ.Keleşer kayanın ardından fırlayıp, iki vagon arasındaki boşlukta bulunan merdivenin demirinden yakalayıp arka platforma çıktı, arkasından A.Çevik koştu, az ilerlemiş vagonun merdiven tutamağına asılıp kendini yukarı çekti. Ben vagonun peşinden koşmaya başladığımda trenin hızı artmıştı, tam merdiven tutamağını yakaladığım anda ayağımdan biri rayın kenarındaki bir taşa takılınca elim kaydı ve yere kapandım. O bir-iki saniye içinde o güne dek geçen yaşamım gözümün önünden geçti ve bir yerlerimin kesilmesini, ölümümü bekledim. Birşey olmadığını farkedince kıpırdamadım. Üzerimden vagonların ray dışına taşan taban kısımları takır takır kafamın üzerinden geçiyordu, bilinçsizce doğrulup kalkmaya çalışsaydım kafam parçalanabilirdi. Beş-altı vagonun bu bir-iki dakika üzerimden geçişi, sanki bir yıl sürmüştü, bitmek bilmiyordu. Tren uzaklaştığında yerimden kalkamıyordum, kulaklarımdan hâlâ vagonların, demir tekerleklerin takırtısı uğulduyordu. Kafamı kaldırıp baktığımda, rayla kafam arasında sadece bir karış boşluk olduğunu gördüm. Demek ki, kıpırdamış olsaydım çoktan öbür dünyayı boylamış olacaktım.
Ayağa kalktığımda tir tir titriyordum. Rayların kenarındaki taş parçalarının üzerine düştüğümden dolayı, pantolonum yırtılmış dizlerim parçalanmıştı. Geldiğim yoldan, yine kimseye görünmeden doğru yatakhaneye gittim. Vücudum hâlâ titriyordu. Ayakta duracak mecalim yoktu. Güçlükle pijamalarımı giyip lavobaya geçtim. Aynaya baktığımda neredeyse abartmasız kendimi tanıyamayacaktım; yüzüm kireç gibiydi, ölü benzine dönmüştü. Bereket içeride kimseler yoktu bu halimi görecek. Malatya lisesi futbol takımıyla, Öğretmen okulu takımı arasında maç vardı, son yarısı oynanıyordu; herkes sahanın çevresinde maçı izliyordu. Ayakta duramıyan bitkin bir hasta gibi, yorganın altına girdim, hemen uyumuşum. Bir yaramazlık yapıp, Malatya’ya kaçak gidelim dedik; neredeyse bedelini canımla ödeyecektim.
Akçadağ İlköğretmen Okulu Tarihinde İlk Ders Boykotu
Bir sınıfın dört farklı dersi bir öğretmene verilir mi? Hayır, verilmemeli. Öğrencilerden birinin bu dört dersten biri veya ikisinden zayıf alırsa öğretmende, o öğrenci için bir kanaat uyanıp, öbür derslerin notlarını da etkilemez mi? Öğretmen ne denli objektif davransa da psikolojik olarak az veya çok etkilenme kaçınılmazdır. Eğer derslerden biri sırasında, sınıfça veya bireysel olarak, öğretmenin saygısızlık saydığı bir davranışta bulunulursa, diğer derslerden de iyi not almak ya da sınıf geçmek olası mıdır?
Son sınıftayken, ders yılının başlamasından henüz iki ay geçmeden farklı derslere gelen iki öğretmenimiz peşpeşe başka bir okula atandı. Üstelik biri sınıf öğretmenimizdi; tek tek sorunlarımızla ilgilenir; sınıf ya da birey olarak başka bir öğretmen, yönetim ve kendi aramızda yaşanan sorunları, anlaşmazlıkları çözmek için bir ana şefkatiyle uğraşan bir hanımdı. Gereksinimlerimizi İdare’ye bildirir, haklarımızı söke söke alırdı. Notu biraz kıttı ama olsun, kendisini çok sever sayardık. İkişer dersimize geldikleri için, onlar gidince dört dersimiz birden boş kaldı. Öğretmensizlikten olacak; bir hafta geçmeden duyduk ki, geçen yıl okulumuza atanan Edebiyat öğretmeni Mehmet Pekmezci, hem sınıf öğretmenimiz olmuş hem de dört dersimizi o verecekmiş. İdare’den Eğitim Şefi tarafından bize bildirilmeden, sınıfımızda okumakta olan öğretmenin kardeşi Ömer aracılığıyla öğrenmiştik. Daha o derslere başlamadan aramızda tartışma başlamıştı.
Çok konuşan, bilgili, ama alçakgönüllü olmayan, meslektaşlarını sürekli eleştiren, bilgisizlikle suçlayan bir karaktere sahipti Pekmezci öğretmen. Haftanın üçüncü gününden itibaren, dört kez ikişer saat dersimize girdiği gibi, hemen her akşam da etüt saatlerimizin on-onbeş dakikasında sınıf öğretmeni olarak bizimle ilgileniyor, öğüt veriyor, daha doğrusu kafamızı şişiriyordu! Üç hafta geçti; derslerle ilgili tartıştığımız sorunlar kendini göstermeye başlamıştı bile. Çocuk Edebiyatı dersinde bir soruya doğru yanıt verip iyi not alan bir arkadaşımız; daha önce hep zayıf aldığı, hiç sevmediğini söylediği Coğrafya ve Cumhuriyet Tarihi’nde de gözde olmaya başladı. Ona sorduğu her soruya ipuçları verip anımsatmalar yaparak, arkadaşın yanıt vermesini sağlıyor. Başka birine ise soruyu anlamadığını söylese bile, bir kez daha yinelemeden ‘otur, sıfır!’diyor. Ömer’in olmadığı bir etüt sırasında bir grup aramızda konuşarak durumu İdare’ye aksettirmemiz ve hiç değilse iki dersimizi başka bir öğretmene verilmesi isteğimizi bildirmek için üç arkadaş görev üstlendik. Eğer İdare ilgilenmezse, yani isteğimizi kabul etmezse, sınıfı ikna edip Pekmezci’nin derslerine girmryrcrktik. Ertesi gün bir ara üç arkadaş makam odasına gidip, Eğitim Şefi Nadi Özbilgin’e durumu anlattık; dört dersimize Pekmezci’nin gelmesi, bütün 6A sınıfı öğrencilerinin not ortalamasını düşüreceği gibi, birçoğumuzun da bütünlemeye kalıp, bir dönem kaybı olacağını açıkladık. Eğitim Şefi anlayışlı davrandı ve bizi haklı buldu. ‘Başyardımcı ve Müdürle görüşüp, Öğretmenler kurulunun hemen toplanmasını sağlamaya çalışacağım’dedi. Elbetteki ona kafamızda kurduğumuz, henüz sınıfın da haberi olmadığı boykot düşüncesünden sözetmedik. Odasından çıkarken benim kalmamı istedi Eğitim Şefi.
“Kaygusuz hemşehrim –kendisi de Arapgirli idi, yalnız olduğumuzda hep’hemşehrim’derdi- senin bir haftalık izin istediğin dilekçe de masamın üzerinde; acele etme, Aralık’ın ilk haftasında sana bir haftalık izin çıkaracağım Onar’a gider moralini düzeltirsin. Ulan yoksa köyde nişanlın filan mı var?”dedi gülerek.
“Yok efendim, dedim ben de; dilekçemde anlattığım gibi aile içi bir geçimsizlik sözkonusu. Bu yüzden moralim bozuk, gidip durumu görmem lazım. Belki de dedikodu!..”
Bu arada ben Pekmezci öğretmenin bir arkadaşa karşı tutumunu örnek olarak anlattım ve bu durumun olumsuz olarak hepimize yansıyacağını da belirttim . O yüzden bir an önce, mümkünse dört dersin de başka öğretmenlere verilmesinin sağlanmasını rica ettim. teşekkür ederek çıkıp arkadaşlara yetiştim.
Cumartesi günü öğleye doğru Eğitim Şefi’yle konuşmuş ve Çarşamba gününe kadar İdare’den herhangi bir haber gelmemişti. Çarşamba son, yani altıncı derse girmeden teneffüste, yine birkaç arkadaş biraraya gelmiş olayı tarışıyorduk. Birden Ömer yanımıza gelip, Gaziantep ağzıyla, ‘yorum (yavrum), ağam dedi ki, sizin sınıftan birileri beni İdare’ye şikaat etmiş. Örgen bakalım kimmiş onlar!’ Ben de dedim ki, ‘ben nerden bülem?’ Çok kızdım gendiye, dedim ki, ‘olum(oğlum), ben muhbir miyim? Bülmiyom, hem bülsem bilem, söylemem! Eyi demiş demiş miyem?’ Biz de hep bir ağızdan ‘Yaşşaaa, Ömer! Valla eyi demişsin’ diye yanıtladık. Anladık ki, İdare biz öğrencilerin haklı talebini gözönüne almıyor; öğretmeni çağrıp, onu uyarmakla ve tavsiyede bulunmakla yetinmektedir.
Elli kişilik sınıfta tam bir fikir birliği vardı. Bir şekilde Pekmezci’den kurtulmalıydık. İlginç olan, birçok arkadaşımız şiddet yoluna başvurmayı tercih ediyor; karanlıkta önünü kesip dövelim, tehdit mektupları yazalım, hatta bir gece evini basalım gibisinden fikirler ileri sürülüyordu. Kuşkusuz bunlar deli-dolu gençlik yıllarının bilinçsiz ve tehlikeli düşünceleriydi. Sınıf temsilcisi olarak seçilmiş olan biz üç kişi gelen önerileri tartışmış; benim bir yerde okuduğum, uygun olacağını düşündüğüm ‘boykot eylemi yapalım’, yani İdare, Pekmezci’den dersleri alıncaya dek, derslerine girmeyelim önerim üzerinde karar kılmıştık. Ancak eylemimizin İdare’ye karşı olmadığını çok açık belirtmeliydik; çünkü isyana girer bütün sınıfı dağıtırlar diye düşünüyorduk. Ömer’den durumu öğrendiğimiz günün akşam mütealâsında-etüdünde bir küçük kâğıda ‘GYS (Gece yarısı) tam on ikide, herkes uyanıp yatağında otursun; Pekmezci’nin dersleri için karar alacağız’ yazıp, sessizce ve gizleyerek elden ele dolaştırıldı. Son arkadaşa geldiğinde bize doğru bakınca, yırtıp çöpe atmasını işaret ettim. Yatılı olmayan Ömer Pekmezci akşam etüdlerine katılmıyor; abisiyle kaldığı öğretmen lojmanında derslerine çalışıyordu, sabahları da erken kalkabilirse katılırdı.
Daha fazla ayrıntıya girmeyelim. Gece yarısında herkes uyanmış yatağında sessizce oturuyordu. Ben ve iki arkadaşım, yarınki ve hafta içindeki Pekmezci öğretmenin derslerine girmeyeceğimizi ve ders saatlerinde gidip Kantin’de oturacağımızı, öğretmeni ve dört dersini boykot edeceğimizi anlattık. Eğer Kantin’e gelip ders yapmaya kalkışırsa, oradan çıkıp parkta toplanacaktık. Topluca ağır bir andiçtik; Ölmek var, dönmek yok!
Biz üç temsilci, daha önce resim işliğinde çalışan yetenekli iki sınıf arkadaşımıza durumu anlatmış ve kendilerinden kartonlara eylemimizi ve amacımız anlatan bir kaç cümle yazmaları, kafalarında oluşan bazı karikatürler çizmelerini söylemiştik. Anımsadığım kadarıyla bu pankartlarda aşağıdakilerine benzer cümleler yazılıydı:
‘Eylemimiz İdare’ye karşı değildildir’, ‘Dört derse Pekmezci girerse n’olur?/6A sınıfı mahvolur’, ‘Pekmezci’den dört ders alınsın/ Dört öğretmene dağıtılsın’ ‘Atalarımız der; ‘sular akmaz tersine’/Girmeyeceğiz Pekmezci’nin dersine’ Bir de unutamadığım karikatürlü bir döviz vardı: Bir öğrenci anasının elini öperken ağlıyor. Anası ‘oğlum niye ağlıyorsun?’ diye soruyor. Oğlan ‘Ana, ana! Bir dersten zayıf aldım, dört dersten ikmale kaldım. Ben ağlamıyayım da kimler ağlasın?’
Ertesi günün sabah etüdünün ortasında 6B’den nöbetçi okul başkanı sınıfımıza geldi, İdare’den bir yazı getirmişti. Eğitim Şefi göndermiş. Onu okudu: Dünkü güne öğretmenler kurulu toplanmış; dersler çoktan dağıtılmış, öğretmenler plan ve programlarını ona göre yapmış olduklarından değiştirme sözkonusu olamazmış. Öğrencilerin endişeleri ve şikayetleri gözönünde tutularak, öğretmen Mehmet Pekmezci de sözlü olarak uyarılmıştır.
O sınıftan çıkar çıkmaz, gece kararlaştırdığımız gibi, teneffüste toplu değil, ikişer üçerli olarak Kantin’e gideceğimizi kısaca konuştuk. Ömer Pekmezci’ye de durum anlatıldı. ‘Boykota katılmayabilirsin. İstersen sınıfta oturur abini bekler, ikiniz ders yaparsınız’dedi bir arkadaş. Ömer ayağa kalkıp, yüksek sesle bağırdı: ‘beni niye ayırıyorsunuz olum,dedi; anca beraber, kanca beraber!’ Bu arada iki ressam arkadaşımız tahtaya kocaman karikatürler çiziyorlardı: Ağlaşan öğrenciler, bağırıp çağıran ‘otur sıffııırr!’ diyen bir öğretmen! Sonra ön sıradan biri kalktı tahtanın bir köşesine “1 eşittir 4 eşittir zayıf eşittir Mehmet Pekmezci’ yazdı. Derken kara tahtayı doldurdular, boş yer kalmadı. Herkes karikatürist ve ressam kesilmişti sanki!
Aldığımız kararı aynen uyguladık. İlk kez ders saatinde okul kantini müşteriyle dolmuş, Kantinciye gün doğmuştu. Kimimiz çay, kimimiz kahve içiyor; kantini işleten amcaya para kazandırıyorduk. Pankartlarımızı, kapıdan girince görülüp okunacak biçimde duvar dibine dizmiştik. Hiç kimse farklı bir şey konuşmayacaktı, onların üzerinde yazılanların dışında.
Öğretmen Mehmet Pekmezci, derse girip sınıfı boş bulunca, nereye gittiğimizi bilmediği için doğru İdare’ye gidip, ‘öğrencilerimi bulun, ben derslerimi yapmak istiyorum’ diye, bir de Müdür Başyardımcısı’na bozuk atıyor. Başyardımcı Şükrü Bey’le eğitim şefi Nadi Bey, bizi aramaya çıkmışlar. Nadi Bey yatakhaneye giderken, Başyardımcı doğru kantine geldi ve bizi sessizce çay içerken buldu. Bize hiç birşey söylemeden pankartlardaki yazıları okumaya başladı gülerek. Eğitim Şefi de arkasından gelmişti. Yazıları okurken bir yandan da aralarında konuşuyorlardı. ‘Yahu Nadi Bey, dedi Şükrü Kacar; bu çocuklar birer profesyonel boykotçu olmuşlar da bizim haberimiz yok.’ Nadi Bey o meşhur kahkahasını atarak anlamlı karşılık verdi:
“Bunlar çocuk değiller artık, arslan gibi gençler. Akçadağ İlköğretmen okulu tarihinde ilk boykotu yapıyorlar; haklarını söke söke alacaklar.Eminim ki sorguya çeksek, şu kartonlardaki cümleler dışında kimse birşey söylemeyecektir.” Arkasında ekledi: “Çocuklar ben sizin arkanızdayım...”
Şükrü Bey, birşey söylemeden, bıyık altından gülerek sadece boynunu büktü. Hepimiz susuyorduk. İçimizden şimdi adını anımsayamadığım bir arkadaşımız birden ayağa kalktı ve ‘teşekkür ederiz efendim’ dedi ve sürdürdü: Kararlıyız; dört dersimiz de Mehmet Pekmezci öğretmenimizden alınıncaya kadar boykotu sürdüreceğiz.’’ Son sözcükleri koro halinde söyledik ‘Boykotu sürdüreceğiz!’ Başyardımcı ile Eğitim Şefi hiçbirimize birşey sormadan çıktılar.
Pekmezci öğretmenin hafta içindeki derslerine de, GYS12 parolası gereğince boykotu sürdürdük. Birinde okul kütüphanesinin bir odasına doluşup, kitap okuyarak geçirdik. Diğerinde yemekhaneye gidip aşçı Miro’ya soğan, patates soyduk; mutfağın ve yemekhanenin temizliğini yaptık. Cumartesi günü Eğitim Şefi beni çağırıp, haftalık izin kağıdımı imzalayıp verdi. ‘Hemşehrim, bugün seni otobüsle Malatya’ya götürelim. Oradan akşam arabasıyla Arapkir’e gidebilirsin’ dedi. ‘Haftaya Pazar gününe kadar izinlisin. Git moralini düzelt de gel!’ Bu arada bir yandan öğretmenler kurulunun, bir yandan disiplin kurulunun toplandığı ve ateşli tartışmalar olduğunu da söyledi. Son sözleri, ‘Rahatça izinini kullan, tartışmalar lehinize gelişiyor; haftaya dersleri Pekmezci’den alacağız. Şimdilik arkadaşlarına söyleme!” oldu.
İzinden döndüğümde öğrendim; izine gittim diye sınıfta bana kızanlar olmuş. Durumu bilen yakın arkadaşlarım, ‘olaydan önce izin dilekçesi verdiğimi’söyleyerek beni savunmuşlar. Boykotu ben izineyken de sürüdürmüş 6A sınıfı. Sonunda dersler Pekmezci’den alınıp üç öğretmenle değiş tokuş yapılmış. Bu arada öğrencilerin bir kısmı Disiplin Kurulunca sorguya alınmış ve korkan bir öğrenci, ben dahil bir kaç arkadaşın adını söylediği için onlar birer hafta okuldan uzaklaştırmayla cezalandırılmış. Eğitim Şefi benim bir hafta izinli olduğumu söyleyerek ceza almamı önlemiş.
Öğretmen okulunda geçen yıllarımdan o kadar çok anı var ki! Ancak ne var ki, 16 Ağustos 2015 yangınıyla, Köy Enstitüsü ve Öğretmen okulundan kalma binalar ve kaysı bahçeleriyle birlikte anılarımızı da kül ettiler…