İsmail Kaygusuz
Halk muhayyilesi ya da toplumsal bilincin yarattığı keramet söylencelerinin hepsinin de örtülü sosyal, ekonomik, tarihsel, vb., nesnel temelleri vardır. Özelliğine göre kalın ya da ince dokunarak kapatılmış örtülerin açılmasıyla nesnel gerçeklik ortaya çıkar. Ancak menakıb adı verilen veli söylencelerini, doğaüstü olaylar oluşu dolayısıyla saçmalık ve akıldışılıkla suçlayarak bir kenara atamayız. Gerçekte toplum bilinci, bulunduğu çevreyi mutlu ve rahat yaşanası bir dünyaya çevirmenin özlemini, kutsal kişi görünümüne soktuğu yiğit, erdemli, insan sever ve tanrısal gücü kendisinde toplamış Veli’nin önder olduğu ortama yoğunlaştırıp doyum sağlamaktadır.
Veli söylencelerinin, diğer bir deyimle tanrı dostları anlamına gelen velilere yüklenen keramet olaylarının değişik zaman ve yerlerde benzer niteliklerde ortaya çıktıkların görüyoruz. Tarihin ilk dönemlerinden itibaren kutsal alanların, bir sonraki din ve inanç sistemlerine yerini terk ederken, hiç yadsınmadan söylenceleri de ortak toplumsal bilinç tarafından yeni toplumlara taşınmıştır. Hacı Bektaş Veli’nin Velâyetname’deki kerametlerini bu bakış açısından incelemiştik.[1] Onar Dede’nin keramet söylencelerini de aynı bakış açısından bakarak inceleyip yorumlamak istiyoruz. O zaman, keramet örtüsünü kaldırarak altındaki sosyal ve tarihsel gerçeklerin neler olduğuna bakalım. “Onar Dede Destanı” olarak adlandırdığımız Derviş Muhammed’in[2] hece vezni ile yazmış olduğu on kıtalık şiirinde Şeyh Hasan Onar hakkında zamanımıza ulaşan keramet söylencelerinin bir çoğunu bir veya birkaç dize içerisinde anlatmış olduğunu görüyoruz. Destanı dörtlük dörtlük düzyazıya çevirerek açıklarken yorumlarımızı da birlikte yapalım:
Tevhit edip mağarada oturan
İn ziyaret eyle Sultan Onar'ı
Kahreyleyip Gügeyik'i batıran
İn ziyaret eyle Sultan Onar'ı
(Kelime-yi tevhid’i yani Tanrının birliğini (La ilahe illallah) zikrederek mağarada oturan ve kendisini rahatsız edenlere beddua ederek, yaşamakta oldukları Gügeyik köyünü batıran Sultan Onar’ı ziyaret eyle)
Söylenceye göre; Şeyh Hasan Onar mekân tutmak için bu bölgeye yoksul bir derviş kılığında gelmiş ve ilk oturduğu yer Kopulu’nun mağarası adıyla çağrılan, köyün güneyindeki Roma Kaya mezarlarının bulunduğu kayalığın batı ucunda geniş bir kaya oyuğu. Burası hâlâ kutsal mekân sayılır ve Cuma akşamları orada mum yakılır, lokma dağıtılır. Derviş burada zikir çekerken Gügeyikli Hristiyan köylüler onu taşlayarak rahatsız ederler. O da “köyünüz başınıza yıkılsın” diye beddua edince, köy alt-üst olmuş,batmış. Sağ kalanlar da göçüp başka taraflara gitmişler.
Adı geçen köyün bulunduğu semt Gügeyik adıyla yaşamakta ve bir yerleşme yeri olduğu bazı kalıntı ve buluntulardan anlaşılıyor. Ayrıca Türkçe olmayan Gügeyik sözcüğü de “eski toprak, eski çiftlik,” anlamına gelen Bizans Yunancası’nda Gegeike ge (Ghgeike gh) veya Gegeikos’un (Ghgeikos, on) bozulmuş biçimi olarak karşımıza çıkıyor. Demek ki, Şeyh Hasan Onar oymağı veya obasıyla buraya yerleştiğinde, Bizanslı Gügeyik Rumları pek memnun olmamış; aralarında çatışmalar olmuş ve yenilerek bölgeyi terketmişler. İlginç olan, Gügeyik antik yerleşim alanının büyük bir heyelan-toprak çökmesi geçirdiğini gösteren çöküntüler ve yarılmalar ortada. Ne zaman olduğu bilinmeyen bu doğal batığı, halk muhayyilesi evliyamızın bedduasına, kerametine bağlamış görünüyor.
Kiraza emretti kendisi geldi
Bir tek o ağaçtan tekkesin' kurdu
Doksan bin evliya şadoldu güldü
İn ziyaret eyle Sultan Onar'ı
(Kiraz ağacına gelmesini buyurunca, ağaç peşinden geldi. Onun gövdesinden direkleri dikerek, dallarından da damını örterek Büyük Ocak tekkesini kurdu. Doksan bin evliyanın neşelendiği güldüğü bu kerameti gösteren Sultan Onar’ı sen de ziyaret et!)
Ozanın iki dizesinde verdiği, Büyük Ocak Tekkesinin (Cemevi'nin) yapılışı hakkında bir söylence anlatılır: Sultan Onar binayı yaptırırken, direklerini, tavanını tek bir ağacın gövdesi ve dallarıyla örtmeye karar verir. Ulu bir ağaç aramaya çıkar. Arapgir'in bir mahallesinde Gülbacı adıyla iki çocuklu bir dul kadın yaşamakta ve evinin önündeki ulu bir kiraz ağacının meyvesini satarak çocuklarını besleyip büyütmektedir. Onar Dede bu ağacı Gülbacı'dan satın almak isterse de kadın, başka bir geçim kaynağı olmadığı için satmaya razı gelmez. Bunun üzerine ona "ulu kiraz seni isterse sende kalsın, beni isterse peşimden gelsin"der. Ulu kiraz ağacı köküyle-köceğiyle topraktan sökülüp Onar Dede'nin arkasından gider. İşte Büyük Ocak'ın direkleri, salma, kiriş ve merteklerinin bu ağaçtan olduğu söylenir. Gülbacı da her sabah kalktığından kapısının ardında "bir aşlık bulgur ile bir kaşık yağ" bulur çocuklarının rızkı olarak. Ayrıca her kiraz mevsimi, kadın çocuklarıyla birlikte gelip, Büyük Ocak'ın tavanından sarkan kirazları yerlermiş.
Bazı keramet söylencelerinde alınacak dersler ya da örneklemeyle verilmek istenen öğütler vardır. Burada da öyle: Hiçbirşey karşılıksız alınmamalı, gasbedilmemeli! Kiraz ağacına karşılık Gülbacı’nın ve çocuklarının yıllık yiyecekleri sağlanmış ve kiraz mevsiminde köye davet edidiğine göre, olasıdır ki kadını ve çocukları koruması altına almıştı Sultan Onar. Kiraz ağacınının seçimini, eğer ağacın dayanıklılığı ve sağlamlığına bağlarsak; binanın ağaç aksamının tümünü tek ağaç cinsinden olmasını istemesi de Sultan’ın estetik anlayışının yüksekliğinden diyemez miyiz? Kuşkusuz ulu kiraz ağacı kendiliğinden topraktan çıkıp, Onar Dede’nin peşinden sürüklenerek gelmemişti. Tıpkı köylülerin ev yaptırırken, Arapgir çayı kavaklıklarından satın alıp kestikleri kavak ağacından uzun salmalara-hezenlere sicimler sarıp, aralarından düzgün sağlam dallar geçirerek sekiz-on kişi karşılıklı sırtlarında taşımışlardır.
Mucizâtı belli ey güzel atam
Kırk kulaç kemendi karadan atan
İreizin gemisini kurtaran
İn ziyaret eyle Sultan Onar'ı
(O benim mucizeleri belli güzel atamdır; karadan attığı kırk kulaçlık kemendiniyle donanma reisinin gemisini kurtarmıştır. Sultan Onar’ın türbesini ziyaret etmeden geçme!)
Asasını dikip söğüt yetiren
Tekme vurup sularını getiren
Padişahı ayağına getiren
İn ziyaret eyle Sultan Onar'ı
(Kuru asasını dikince söğüt ağacı yetişti; toprağa tekme vurunca sular fışkırdı. Ayrıca koca padişahı ayağına getirdi. İşte bu Sultanı, Sultan Onar’ı ziyaret eyle!)
Asasın' dikince söğüt yerişdi
Asker geldi cümle mahlûk karışdı
Padişahınan da anda görüşdü
İn ziyaret eyle Sultan Onar'ı
(Kuru asasını dikince söğüt yetişti, dallandı budaklandı ve aradan zaman geçti. Birgün her taraf askerle dolunca büyük bir kargaşa, bir karışıklık oldu. Bunun üzerine Padişah ile görüşmüş olan Sultan Onar’ı sen ziyaret eyle)
Söylenceye göre Şeyh Hasan Onar, yoksul bir derviş kılığıyla geldiği bu yeri beğenmiş, ama yerleşip yerleşemiyeceğine dair bâtini işaret beklemiş. Onun için, elindeki söğüt (ya da sakız) ağacından asasını yere dikip, yanında Hakk’a yakarmaya durmuş. Duası bitip de asasına el atınca onun yeşerip yapraklandığını görmüş. Ve işareti aldığı için Hakka şükrederek bölgeyi yurt edinmiş. Yine anlatıldığına göre bir evliya olan kayınbabası Piri Baba damadını ziyarete geldiğinde, yerleştiği yerin suyunun azlığına üzülmüş ve yardım olsun diye ayağını yere vurarak parmak kalınlığı su çıkarmış. Onar Dede kaynatasının bu keramet gösterisine içerlemiş. Ama, kimseye belli etmeden öfkesini topraktan çıkarırcasına yeri tekmelemeye başlamış. Tekme vurduğu yerlerden bel kalınlığı sular fışkırmış. Piri Baba utanmış, başını eğip damadına niyaz ettikten çekmiş gitmiş. Kuru asanın yeşermesi motifi; toprağın verimli ve arazinin bol sulu olduğunu anlatmak için kırsal alanlarda çok kullanılan “kuru değneği soksan gögerir, hâttâ adam diksen biter-yetişir!” söyleminin keramete bürünmüş biçimidir. Tekme vurup su çıkartma kerameti de Hacı Bektaş Veli ve Kızıl Deli Seyit Ali Sultan dahil birçok veliler için anlatılır. Hemen hepsi de her nedense, yerleşip zaviye veya dergahlarını kurdukları yerlerde bu kerameti gösterir. Aslında bu ilk yerleşim alanlarının verimli, bol sulu; hatta yeraltı suları tekme vurunca fışkıracak kadar yüzeye yakınlığını anlatmak ve göçerlerin yerleşip yurt edinmelerini teşvik için sularıın çıkışı velilerin tekmelerine bağlanarak bu alanlar kutsanmıştır. Sultan Onar’ın kemendiyle hangi donanma reisinin gemisini kurtardığı ve hangi padişahı ayağına getirtip, görüştüğünü şiirin sonunda anlatarak kerametleri yorumlamaya çalışacağız.
Bir petekdeydi Şeyh'in arpası
Onu çağıranın nur olur sesi
Onik' imamların mektep torbası-
İn ziyaret eyle Sultan Onar'ı
(Şeyh Hasan’ın arpası topu topu bir petek, yani toprak, saman ve gübreyi suyla karıştırıp yoğurarak oluşturulan koyu çamurdan yapılan ve güneşte kurutulup içi dışı beyaz toprakla sıvalı, içine tahıl, un ve hayvan yemi konulan kesik koni biçiminde insan boyunda depo-anbar dolusuydu. Ama, bu petekten keramet gösterip tam üç bin ata yem verdi. Onun adını çağıranın sesi bile ışık olup her yanı aydınlatır. (Üçüncü dize burada anlamsız duruyor, aslı unutulduğundan sanki sonradan eklenmiş. “Dostluğa açılır onun kapısı” biçiminde övücü bir dize olmalı) Onun için ziyaret eyle Sultan Onar’ı)
Bu petekden üç bin ata yem verdi
Arpa akmayınca padişah sordu
Arayıp Arap'ın boynunu vurdu
İn ziyaret eyle Sultan Onar'ı
(Petekten akan arpa birden durunca, buna kimin sebep olduğunu Padişah sorup araştırdı. Bir arap askerin yüzünden arpanın artık akmadığını öğrenince boynunu vurdu. (Buna razı gelmeyen) Sultan Onar’ı in ziyaret et!)
Arattı Arap'ın boynunu vurdu
Arap vurduldukça “nemirem” derdi (nemirem: ölmedim)
Ol Şeyh'e Arap'ı kul diye verdi
İn ziyaret eyle Sultan Onar'ı
(Padişah, Arap askerini buldurup boynunu vurdurdu, ama her kılıç darbesi sonunda asker “nemirım=ölmedim” diye bağırıyordu. Kılıç boynunu kesmiyordu, çünkü Sultan Onar onun ölmesini istemiyordu. Sonunda Padişah askeri Sultan Onar’a hizmet etsin diye köyde bıraktı. Sen de hizmet için Sultan Onar’ı ziyaret eyle!)
Padişahın ögün duman bürüdü
Geri dönüp Şeyh'den helâllık aldı
Dişterik Şeyh Çayırı o andan kaldı
İn ziyaret eyle Sultan Onar'ı
(Padişah özüne benlik getirip, bir hoşça kal bile demeden çekti askerini yola çıktı. Tam köye vakfedilen arazinin sınırına geldiğinde önünü kopkoyu bir duman bürüdü. Gözgözü görmüyordu, bir adım bile atmanın imkânı yoktu. Geri dönüp arkasına baktı, her yan açık, günlük güneşlikti. Padişah hatasını anlayıp köye geri döndü ve Şeyh’i tekkesinde ziyaret edip helallık aldı.Bununla da kalmadı Dişterik ve Şeyh Çayırı semtlerini de ona bağışladı. Sen de Sultan Onar’ın türbesini ziyaret eyle ve helallik iste!)
Derviş Muhammet'im el aman aman
Bir dolu içince biz coştuk heman
İnsan Teccal oldu vakitler tamam
İn ziyaret eyle Sultan Onar'ı
(Bir dolu içince coştuk atamızın gösterdiği kerametlerini anlattık. Ama artık vakitler tamam, sonumuz yaklaştı. İnsanlar yolundan inancından saptı, birer Teccal’a dönüştü; dünya yaşanamaz hale geldi. Aman Derviş Muhammed sen de Sultan Onar’ı ziyaret edip aman dile!)
Ozanın üçüncü dörtlükte anlattıklarının köydeki söylencelerde karşılığı sadece “Onar Dede’nin kırk kulaçlık kemendi varmış”cümlesi dışında, herhangi bir olaya gönderme yapılmıyor. Menakıbname’lerinde Veliler, elini uzatarak, derya üzerinde beyaz bir at üzerinde görünerek deryalarda batmakta olan gemileri kurtarırlar. Genellikle geminin kaptanı veya yükünü taşıdığı bir tacir ve o Veli’nin muhibbidir, mürididir; ismiyle çağırarak kendisinden yardım istediğini can kulağıyla duymuş, can gözüyle görmüştür. Bir biçimde ona görünerek, el vererek gemiyi kurtarır. Kurtulan kaptan veya tacir bir süre sonra dergâha gelip nezirini sunar. Bu keramet motifinin hem Hacı Bektaş Veli Velâyetmesi’inde, hem Şeyh Safi Menakıbnamesi Safvatü-s Safa’da örnekleri vardır. Hâttâ Ahmet Eflaki’nin Ariflerin Menkıbeler’inde, Mevlânâ’nın Aydınoğlu Umur Paşa’ya görünüp, Frenklerle yaptığı deniz savaşlarından birinde, deniz yüzünde yürüyerek elini uzatıp gemisini tuttuğu anlatılır. Velilerin bu çeşit kerametleri yaşarken de, türbesinde yatarken de gösterdiklerine inanılır ve söylenceleşir.
Derviş Muhammed’in atasının mucizelerinden biri olarak sunmasına rağmen, “İreis’in gemisini kurtarması”, kıyıdan atılan kırk kulaçlık (70- 80 m.) bir kementle-sicimle oluyor. Bir fiziksel olay sözkonusu. ‘Velâyet elini uzatıp batan gemiyi karaya çekti’ diye yazabilirdi gerçekten bir keramet söylencesi olsaydı. Kardeşi Şeyh Ahmet’in evlatlarının soyundan gelen ozan, olasılıkla Şeyh Hasan Onar’la ilgili Onar köyünde anlatılanlardan farklı şeyler biliyordu, denilebilir. Ayrıca Sultan Onar’ın, oğlu Şeyh Bahşiş’le aralarında geçen keramet ve ok atma yarışması ya da Baba’nın Oğul’u üç sınamadan-sınavdan geçirmesi söylencelerine şiirinde yer vermemiş Derviş Muhammed. Bu dörtlükler kaybolmuş, günümüze gelmemiş olabilir mi? Yoksa onları önemsememiş mi? Buna karşılık bu kıtayı izleyen altı dörtlük içinde köye uğrayıp Şeyh Hasan Onar’ı ziyaret eden Padişahla aralarında geçenler, yaşanmış tarihsel olayların dönüşmüş olduğu keramet söylencelerini birer-ikişer dizede özetlemiş bulunuyor.
İreisin gemisini kurtarması, adı unutulmuş bir deniz savaşını işaret ediyor. Olay, mucizeyle, kerametle değil doğrudan güçle-kuvvetle, savaş sanatıyla ilgili. Kıyıdan düşman gemilerine ok yağdıran kara birliğinin başındaki kumandanın, (donanma) reisinin kıyıya yakın bir yerde batma tehlikesi geçiren gemisini, 70-80 metre uzunluğundaki kemendini atıp onu kıyıya çekerek içindekileriyle birlikte kurtarmış olması sözkonusudur. Bu savaş Selçuklu Sultanı Alâadin Keykubat’ın 1223 yılında Akdeniz kıyısındaki Kalanoros (Alaiyye-Alanya) kalesini elegeçirdiği deniz savaşıdır. Ülkenin her tarafından, özellikle Uç (sınır) bölgelerinden gelen askerleri deniz güçleriyle birleştirip kuşattığı bu kaleyi iki ay içinde almıştı. Mübarezüddin Ertokuş, Bahaaddin Kutluğca ve ertesi yıl Malatya emirliğine atanan ve Şeyh Hasan Onar’a Zaviye Vakıfnamesi’yle arazi bağışlayan Esedüddin Ayaz gibi emirler ordulara kumanda ediyorlardı.[3] Belki de Vakıfname, Şeyh Hasan Onar ve oymağının bu savaşta gösterdikleri yararlıklar sonucu verilmiştir.
Ayrıca Şeyh Hasan Onar’ın Padişah’ı konuk etmesi, atlarını ve askerlerini bir petekten akan arpa ve bir küçük kabdan verdiği yemekle doyurması söylencesi de Alâaddin Padişahla ilgilidir. 1227 yılında Mengücük Beyliği üzerine yaptığı sefer sırasında Onar zaviyesi topraklarından geçmiştir. Sultan Alâddin dönemi olaylarını dikkatli bir biçimde incelediğimizde, bunların keramet örtüsü altında verilmiş tarihsel gerçeklikler olduğu ortaya çıkıyor.
Ozanımız Derviş Muhammed’in yaşadığı Malatya-Elazığ arasındaki Fırat kıyılarında (Şeyhhasan köyü ve Şeyh Hasan Onar’ın oğlu Şeyh Bahşiş’in kurduğu ve bugün türbesinin bulunduğu Adaf köyünde) Sultan Alâaddin’in ordusuyla buradan geçtiği, hâttâ Şeyh Hasan köyünde Sultanlık Çadırını ve ordu karargâhını kurduğu anlatılmaktadır. Şeyhhasan köyünden bazı yaşlı kişiler ve dedelerle konuştuğumuzda ilk kez duyduğumuz iki sözel tarih haberi çok önemliydi: Birincisi, Sultan Alâaddin’in çadırını ve karargâhını kurduğu yer, yuvarlak genişçe bir alan olarak “Sultan Alâaddin Meydanı, Sultan Alâddin Çayırı” adıyla hâlâ yaşıyordu. Alan kutsallaştırılmış; çevresini nefesini tutarak üç kez dolanan kişinin içinden geçirdiği dilekleri gerçekleştiğine inanılıyormuş. İkinci duyum ise, daha da önemliydi; Şeyh Hasan Onar’ın kardeşi Şeyh Ahmet tarafından kurulup kardeşinin adını verdiği bu köyde 80’li yıllarda yapılan bir araştırma sırasında 90 yaşlarında bir ninenin “biz Selçuk soyundanız” demiş olmasıdır. Bu söylem, yaptığımız son araştırmalarda vardığımız sonuca göre; Şeyh Hasan Onar’ın Melikşah’ın (ö.1092) Isfahan emiri Onar Bilge beyin (ö. 1099/1100) kızıyla evli Melikşah’ın yeğeniAlp Arslan’ın torunu Mengü Bars’ın oğlu olduğu düşüncemizi güçlendiren ve destekler niteliktedir.
Burada şunu da belirtelim; Onar köyünde, Sultan Onar’ın görüştüğü padişahın Osmanlı Padişahlarından Sultan 4.Murat olduğu anlatılıyordu. Açıkcası, yaklaşık 450 yıl sonra, 4.Murat’ın ‘Sultan Murat ya da Bağday yolu’ dedikleri antik Roma yolundan geçerek Bağdat seferine gitmiş olmasından dolayı, söylenceye bu padişah girerek Sultan Alâaddin unutulmuş. Köyden 1982’de derlemiş olduğumuz kişilerin bazıları, Derviş Muhammed’in bu şiirinin beşinci kıtasının üçüncü dizesini “Sultan Murat’ınan anda görüştü” biçiminde söylüyorlardı. Biz kuşkusuz, “Padişahınan da anda görüştü”yü tercih ettik.
Yazımızı bağlarken, Büyük Ocak tekkesinde Şeyh Hasan Onar’la Sultan Alâaddin’in görüşüp, konuşup tartıştıkları-yorumlarımızı da içeren- söylencenin ayrıntılı olarak, 2014’te yazmış olduğumuz ve aynı yıl köyde sahnelenen “Bir Anadolu Evliyası SULTAN ONAR” oyunumuzdaki yansımalarını vermek yerinde olacaktır:
“BÖLÜM III
SAHNE 2
……
ANLATICI ŞEYH BAHŞİŞ _; 625 yılı (1227) içinde Adıyaman ve Kâhta kalelerini ele geçirmiş olan Sultan Alaâddin Mengücük Beyliğini ortadan kaldırmaya kafasına koymuştu. Malatya’dan beri cebri yürüyüşle ordusunu, bizim köyün bir saat kadar güneyindeki araziye kadar getirmiş. Askerin yorgunluğu üstüne, bir de önlerini koyu bir sis kaplayınca konaklama zorunluğu doğmuştu. Mağaradan başka bir yeri ve kendisinden başka kimseyi görmemiş olan iki öncü asker, izlerine geri dönerek biraz şaşkın, biraz umutsuz, mağaradaki Derviş Baba’nın davetini Sultan’a sundular. Alâaddin Padişah’ın bu daveti sevinçle karşılayıp, orduyu o yöne yönlendirmesine daha fazla şaşırmışlardı.
Üç bin atlı üç bin yaya askeriyle Onar Zaviyesinin önündeki koca meydanı dolduran Padişah, ulu kiraz ağacının gövdesi ve dallarıyla damını örttüğü tapınma yerimiz Cemhaneyi merak ederek orada oturdu. Hem de dilek direğinin dibinde. Çünkü Sultan Padişah’ın içinden tuttuğu dilek, dünyayı egemenliği altına alıp keyfince yönatmekti! Bu dileğini kutsal direk aracılığıyla Tanrı’ya ulaştırmak istiyordu. Hele direği kucaklayıp, ellerini birbirirne kenetleyerek direği üstten, dibine kadar indirdiğinde muradının gerçekleşeceğine inanması, onu nasıl da mutlu etmişti!
Şeyh Hasan Onar babamızın, dıştan gülümserken içi kan ağlıyordu. Dünyayı baskıyla, zorbalıkla yönetmeyi dileyen bir Padişah’la karşıkarşıya olması ve onun söylediklerini onaylamak zorunda kalmasından içten içe kahroluyordu. Padişah’ın onca askerini, atını-itini iki gün boyunca besledik, yemleyip doyurduk. Böylece yıllardır anbarlarda biriktirilen tahıl, peteklerdeki un neredeyse bitmek üzereydi. Öyle ki, askerler dahil obası, talipleri Padişah’ın onca askerini, atlarını doyurması kondurup göçürmesine akıl erdiremeyip, Şeyh’in keramet gücüne yordular. Padişah ikinci günün sonunda, ertesi gün erkenden gideceklerini söylerken, bir haber geldi..
(Şeyh Hasan Onar Kara Direk’in, Padişah Dilek Direği’nin dibinde oturmaktadır. İçeriye Serleşker/Askeri komutan girer)
SERLEŞKER _; (Padişah’ın önünde eğilerek) Sultan’ım, bir dururmu arzetmek istiyorum.
ALÂADDİN PADİŞAH _; (Hafif alaycı) Serleşker, burada ben değil, (Şeyh Hasan’ı göstererek) o Sultan’dır! Ona arzetmelisin.
ŞEYH HASAN ONAR _; (İnce alayın farkındadır) Padişah’ım, siz yeryüzünün sultanısınız, biz gönüller sultanıyız! Gönülleri incenen, gücenenler bize başvurur, halini ahvalini arzeder. Dünya ahvali Sultan Alâaddin’i ilgilendirir.
ALÂADDİN PADİŞAH _; Eyvallah gönüller sultanı, Sultan Onar! Konuş Serleşker!
SERLEŞKER _; Yüce Sultan’ım, Zaviye’nin tavlasındaki kovandan arpa akıyordu, birdenbire durdu; atların üçte biri aç kalacak!
ALÂADDİN PADİŞAH _; (Biraz alaycı)Serleşkerim, belki anbardaki arpa bitmiştir. Bir köy zaviyesinin arpası Padişah ordusunun atlarına yeter mi?
ŞEYH HASAN ONAR _; Bizim arpamıza, samanımıza dua sinmistir; kolay kolay bitmez Sultan’ım. Mutlaka helala haram katan olmuştur.
ALÂADDİN PADİŞAH _; Nasıl yani Sultan Onar?
ŞEYH HASAN ONAR _; Dün size söylemiştim; her askerinize her öğün bir tabak aş ve her atınıza her gün bir torba arpa, bir çuval saman alınacak. Ne eksik ne de fazla olacak! Hakkından fazla ya da noksan alındığında helal lokma harama dönüşür. O zaman arpa durur, tencereden yemek biter. Zaviyemize haram ve hile girmez. Kimse hakkından fazlasına el uzatmaz; yem yiyecek eşit bölüşülür.
ALÂADDİN PADİŞAH _; Yani çifte torban tutan mı var? Ama daha önce söylememiştin Sultan Onar; birisi hakkından çok aldığında niye arpa durur veya aş biter?
ŞEYH HASAN ONAR _; Çünkü işin içinde hile hurda vardır, rüşvet veya tehdit vardır. Sultanım şimdi ise, çifte torba tutan var askeriniz içinde.
ALÂADDİN PADİŞAH _; (Öfkeli) Serleşkeeer! Git hemen torbasını en son dolduran askeri buldurup huzuruma getirin!
SERLEŞKER _; (Sakin) Dışarıda bekliyor Sultan’ım. Zaten kendisi gelip haber verdi torbasını doldururken arpanın durduğunu.
ALÂADDİN PADİŞAH _; Hemen içeri alın.
ŞEYH HASAN ONAR _; İşte kapıcımız getiriyor. (Serleşker geri çekilerek ayakta bekler. Asker içeri girer, Padişah’ın önünde eğilir. Yüzünde herhangibir suçluluk belirtisi yoktur, güvenli görüntü verir)
ALÂADDİN PADİŞAH _; Söyle asker, arpanın akması nasıl durdu? (o yanıt vermeden, dikkatle yüzüne bakarak) Sen Arap askerine benziyorsun, neredensin?
ARAP ASKER _; Beli Padişah’ım,Halepliyim. Babam Arap, anam Türkmen Padişah’ım. Tam torbamı tavladaki anbarın ağzına tuttum tutmadım, birazcık arpa döküldü ve birden kesildi.
ALÂADDİN PADİŞAH _; (Onu şaşırtıp, doğruyu söyletmeyi dener) Yani ikinci torbanı anbarın ağzına tuttun birden kesildi öyle mi?
ARAP ASKER _; Doğru padişah’ım, ama ikinci torbam değildi...
ALÂADDİN PADİŞAH _; Yalan söyleme, yoksa üçüncü torban mıydı?
ARAP ASKER _; (Kendinden emin) Hayır Padişah’ım, zaten sizin buyruğunuz vardı; hergün bir torba arpa alınacaktı ya...
ŞEYH HASAN ONAR _; Ama sen Sultan’ın bu buyruğuna uymadın; ikinci torbayı dolduruyordun.
ARAP ASKER _; Hayır Padişah’ım, tek torbam vardı onu doldururken birden kesildi. İsterseniz içinde üç-beş avuç arpa bulunan torbayı dışarıdan getirip göstereyim.
ALÂADDİN PADİŞAH _; Asker yalan söylediğin ıspat edilirse, hemen şuracıkta ipinin çekileceğini biliyorsun değil mi?
ARAP ASKER _; (Israrcı ve korkusuz) Beli Padişah’ım; boynum kıldan incedir. (İnandığı anlaşılan Padişah Şeyh Hasan’a doğru bakar)
ŞEYH HASAN OANAR _; Bak asker, Alâaddin Padişah’ın dibinde oturduğu direk hem murat verir, hem de doğruları yalancılardan ayırır. Padişah’ım arkanızdaki sizin dilek dilediğiniz direği asker de kucaklasın. Eğer ellerini birbirine değdirebilirse sizin yaptığınız gibi, doğru söylüyor demektir. Yapamazsa yalan söylediği anlaşılmış olacak. (Padişah’ın işaretiyle Arap asker, biraz şaşkın, ama güvenli biçimde direği arkadan kucaklar. Alâaddin Padişah dahil hepsi ayakta askeri izler. Arap asker üç girişimde bulunursa da parmaklarını birbirine kavuşturamaz.)
ARAP ASKER _; (Şaşkınlığı artmış, ama neden bulmaya çalışır) Yüce Padişah’ım bu direk çok kalın, kollarım yetişmiyor ki...
ALÂADDİN PADİŞAH _; (Biraz şaşırmış ) Demek öyle ha? (Askerden daha kısa boylu ve zayıf olan Serleşker’e) Sen dene bakalım Serleşker’im, görelim direk gerçekten çok mu kalınmış! (Askeri komutan, askerin şaşkın ve korkulu bakışları arasında rahatça kucakladıyıp ellerini birbirine kavuşturur. Padişah çok öfkelenmiştir, bağırır) Sen dünya padişahı ile gönüller sultanının huzurunda yalan söylemeye nasıl cesaret edersin? Canından kormuyor musun bre asker?
ARAP ASKER _; (Hâlâ ısrarcı) Yüce Padişah’ım, acaba bir kuru direğe mi, yoksa savaşlarda yararlık gösterip madalyalar almış sadık bir kuluna mı inanacaktır? Başka bir torba yoktur, eğer varsa bulunup huzura getrilsin. O zaman kendi ipimi kendim çekeceğim.
ŞEYH HASAN ONAR _; (Oradakilerin şaşkın bakışları arasında dizleri üzerine gelip gözlerini kapatır ve titremeye başlar, transa geçmiştir. Titremenin doruk noktasında birden durur, kafasının yavaş yavaş kaldırıp gözlerini açar.) Bre aklı beş karış yukarı asker! Senin korkusuzca yalanında ısrarın başına neler geticeğini hiç mi düşünmedin? Bir bakan gözler bir de yakını-uzağı, açığı gizliyi gören gözler vardır. Can gözüyle alemi seyredenlere gizli olmaz, herşey ayan-beyan olur! En yakınımdan bile kimsenin yanında asla yapmadığım ruhsal seyre çıkarattın beni. Ruhum tekrar uzun zaman geri gelmeyebilirdi. Torbayı nereye sakladığını gördüm senin.(Askerin rengi değişmiştir.)
ALÂADDİN PADİŞAH _; Nereye saklamış Sultan Onar? Serleşker hemen gidip getirsin.
ŞEYH HASAN ONAR _; Arkasında bekleyenlerin bile farkedemediği bir çabuklukla, gözle kaş arasında doldurduğu torbayı yanındaki saman çuvalının içine koyup, öbür torbayı doldurmak istedi. Arpa dolu torba şu anda üstüne saman doldurduğu çuvalın içinde durmaktadır. Çuval da askerin mangasının kaldığı çadırda yatağına yakın bir yerde duruyor.
SERLEŞKER _; Padişah’ım bu çadır, komutanlık çadırının tam yanıbaşında, gidip getireyim.
ALÂADDİN PADİŞAH _; (Çok öfkelidir) Önce şu melun yalancının ellerini-kollarını bağlayıp şu taşın üstüne oturtun, onu burada asacağım. (Asker, elleri kolları başlanırken hâlâ güven ve aldırmazlık içindedir)
ŞEYH HASAN ONAR _; Padişah’ım o işi burada yapmayınız. Burası bizim kutsal yerimiz, ibadet hanemiz. Burada can alınmaz, cana can katılır. Buraya ölü giren diri çıkar!
ALÂADDİN PADİŞAH _; (Öfkesi tepesinde) Erenler ben dünya padişahıyım. Tanrı dünyayı yönetme erkini bana bağışlamış. Dünyanın her karış toprağınını maliki benim. Buyruğumu yerine getirmeyen bu melun kişi burada asılacak diyorsam, burada asılacaktır. Haydi serleşker ne bekliyorsun git getir çuvalı?
ŞEYH HASAN ONAR _; Sakin ol Padişah’ım; doğru dur, dost gönlünü incitme! Öfkelenme ve komutanı da gönderme çuval geliyor. Bu gözler onu görüyor. Bu asker çuvalı kendi yatağının yanına değil, kendi yatağına yakın bir erin yatağının başına koymuştu.O da sırtlayıp getirdi az önce Tekkenin kapıcısına teslim etti. O da buraya getiriyor, aha geldi. (Çuvalı kapıcı Şeyh Hasan Onar’ın önüne koyar. O da elini sokup samanın içinden arpa torbasını çıkarır.)
ARAP ASKER _; (Umutsuz, belli belirsiz) İşte şimdi mahvoldum, yağlı urgana hazırlan Arap uşağı!
ALÂADDİN PADİŞAH _; (Öfkesi dinmemiştir) Serleşker! Buraya darağacı dikmeye gerek yoktur; takarsın yağlı urganı boynuna öbür ucunu da tavandaki kalın bir ağaca geçirip çekersin olur biter! Padişah’ının buyruğunu yerine getirmemenin, yalan söylemenin cezasını canıyla ödesin canı cehenneme gitsin! Buyruklarıma karşı çıkmayı kafasından geçirenlere de ders olsun. Koş urganı getir, ayrıca söyle tellalcıbaşına orduya duyursun, sonra leşini önlerine atarsın!
ŞEYH HASAN ONAR _;(Celallenmiş, sesini hafif yükselterek) Sultan Padişah! Önce de söyledim; burada can alınmaz, canlara can katılır. Buraya ölü giren dirir çıkar. Bu kişiyi bana verin; ben onun hakkından irfanla gelirim. Bu cinayeti bizim kutsal evimizde işlemenize Hak kail olmaz! Bu Arap uşağı ipe çekseniz de ölmez...
ALÂADDİN PADİŞAH _; (Sözünü keser, yüksek sesle) Yeter Sultan Onar, önüme geçme. Sen gönülller padişahısın, öyle kal. Ama benim gönlümü yumuşatamazsın. Ben senin de padişahınım. Buyruğum yerine getirilecektir. (Serleşker elinde ip cellatla birlikte içeri girer) Takın boynuna yağlı urganı, asın şu melunu. (Cellat tavana ipi bağlayıp, öbür ucunu Arap askerin boynuna takıp, altındaki taşı devirerek onu havada sallandırır.)
ŞEYH HASAN ONAR _; (Sakindir) Ey dünya Padişah’ı, her emrin yerine gelir sanıyorsun! Ver şu Arap’ı bana; onu irşad edeyim, talibim olsun. O ölmedi (Bu ısrar karşısında oradakileri bir ürperti sarar, korkulu bir merakla onlara bakarken) Ey Arap uşağı asker! Ölüp ölmediğini göster şu dünya padişahına!
ARAP ASKER _; Nemirem nemirem, ölmedim sağım Erenler Sultanı; yaşıyorum, göklerde uçuyorum..(Alâaddin Padişah ve diğerleri şaşkın, korkulu ve başları önünde sessiz beklerken sahne değişir)
SAHNE 3”
[1] Bkz. İ.Kaygusuz, HÜNKÂR HACI BEKTAŞ VELİ Velâyetname’yi Nasıl Okumalıyız? , Serçeşme yayınları, İstanbul, 2016,
[2] Doğum yeri Arguvan’a bağlı İsaköyü olduğu söylenen Derviş Muhammed’in(1755-1825) türbesi Fırat kıyısında bulunan ve Baskil’e bağlı Şeyhhasan köyündedir. Bu çevre Şeyh Hasan Onar’ın kardeşi Şeyh Ahmet’le birlikte ilk yerleştiği yerdir. Kardeşini burada bırakan Şeyh Hasan Onar, 1220 yılına doğru Arapgir tarafına gelip aile-soy adını verdiği Onar köyünü ve zaviyesini kurmuştur. Şeyh Ahmet ise kurduğu köye büyük kardeşinin adını vermiş olduğu anlaşılıyor. Şeyhhasanlılar Derviş Muhammed’in Şeyhhasanlı olduğu ve oradan göçtüğünü söylemektedir. Ozanın üçüncü dörtlükte Sultan Onar’a “mucizatı belli ey güzel atam”diye hitap etmesi, aynı soydan geldiği ve Şeyhasanlı olduğunun kanıtı gibi duruyor.
[3] Geniş bilgi için bkz.İsmail kaygusuz, Onar Dede Mezarlığı ve Şeyh Hasan Oner, Arkeoloji ve Sanat yayınları, İstanbul, 1983, s.32-34.