Oku, bilgilen, fikir sahibi ol; zihnin ve gönül dünyan zenginleşsin! Dr. Ismail Kaygusuz

Tarihte Kızılbaşlar Minnet Etmediler ŞAH’a ve SULTAN’a

İsmail Kaygusuz

Kızılbaşlara Osmanlı'nın Ve Cumhuriyet'in Bakışı

sah_ismailKızılbaşlık, İslamın bâtıni yorumu ve diğer birçok din ve inançlardan bazı ögeler alarak onları bünyesinde kaynaştırıp, kaynağına yabancılaştırmış ve yönü nesnel dünyaya dönük inanç ve felsefi sistem olan Aleviliğin siyaset adıdır. Kızılbaşlık siyaseti 15.yüzyılın ortalarından başlayarak 16.yüzyıla damgasını vurmuştur. Hacı Bektaş Veli ve ardılları aracılığıyla bâtıni

Babailikten esinlenmiş büyük Bedreddini kalkışmasının ardından, Bedreddinilere (Varsak Türkmenlerine) ve Anadolu batıni Alevi-Bektaşi halklara yaslanan Erdebilli Cüneyd'in Anadolu'da tutuşturduğu ihtilâl ateşi, oğlu Şeyh Haydar'ın Kızılbaşlık bilinciyle şafağa ve torunu Şah İsmail ile gündüz aydınlığına dönüşmüştür.

Anadolu Kızılbaş Türkmen boylarının yarattığı şafaktan, ele geçirilen yönetim erkiyle ortalığı aydınlatan gün ışığı, Çaldıran'ın ardından sönükleşip alaca karanlığa büründü. Kızılbaşlar zaman zaman gün batımı kızıllığıyla kandırılmışlarsa da, otuz-otuz beş yıl sonra kendilerinin yarattığı Safevi Hanedanı onların umutlarını tamamıyla söndürmüştü. Osmanlı bu süreç içinde Safevilerin en büyük yardımcısı oldu.

Çünkü Osmanlının amacı İran devletini ortadan kaldırmak ve bu ülkeyi ele geçirmek değil; hayran oldukları dilini ve kültürünü benimsedikleri İranlıları ve yönetimi sapkın-dinsiz (rafizi-mülhid) saydıkları Kızılbaşlardan kurtarmaktı ve böylece İran'da Ortodoks İslamlığı (Sünnilik ve Şiilik) güçlendirmekti. Osmanlı da Çaldıran yengisiyle birlikte, İran'a karşı yaptığı savaşlarla sonunda gerçek amacına ulaştı.

Bölgede onuncu yüzyılın başlarından bu yana, yani Zeydi Hazar Devletinin yıkılışından sonra, 150 yıllık Alamut İsmaili-Alevi devletinin ardından, yaklaşık 250 yıl sonra ilk kez, Alevilik inanç ve düşüncesinden doğan Kızılbaşlık siyaseti, yarım yüzyıl süren silahlı mücadele sonunda iktidara taşınmıştı. Osmanlı tarihyazıcıları ve resmi tarihin yere batırdığı, lânetlediği Kızılbaşlığın, genelde Anadolu Türk tarihi içerisinde, özelde Aleviliğin siyaset tarihinde çok başarılı, çok seçkin ve onurlu bir yeri vardır.

Bizim tarihçilerin aksine İranlı tarihçiler de, bu dönemi İran tarihi içinde saymak istememektedirler. Gulat saydıkları Kızılbaşlığı, Oniki İmamcı Şiiliğe vurulmuş bir darbe ve dinsizlik olarak görmektedirler. Tanınmış bir İran asıllı araştırmacı olan Moojan Momen'in kitabında Şah İsmaili dinsiz eğilimli olarak tanımladığını açıkça görmekteyiz.

Kızılbaşlık tarihine Türkiye Cumhuriyeti, resmi devlet felsefesi olarak benimsediği Türk-İslam Sentezi anlayışıyla bakmaktadır. Günümüz milliyetçi ve islamcı tarihçi ve yazarları bu resmi görüşün dışına çıkmadıkları gibi, kraldan fazla kralcı anlayışı içinde daha da radikalleşmektedirler. Bu bağlamda Yavuz'a ve Şah İsmail'e bakış açıları da tamamıyla nesenellik dışıdır. Yavuz'un Osmanlı tahtını zorla ele geçirerek babasını öldürtmesini, zamanın sünni Şeyhülislam ve müftilerinden "Kızılbaşlık sapkınlık ve dinsizliktir; mensuplarının katledilmesi caizdir..." fetvalarıyla Kızılbaşları "defter idüp", bilinen sayısıyla kırk bin kişiyi katlettirmesini meşru, Yavuz'u aklamak adına Kızılbaş kırımındaki sayının ondört bine indirmeyi marifet sayarlar! Öbür yandan tamamıyla Osmanlı (düşman) kaynaklarının dedikodularına dayanarak 15-16 yaşlarındaki Şah İsmail'in, Tebriz'i aldıktan sonra Sünnileri kaynar yağ kazanlarına attığı, Sünnileri savunduğu için annesini öldürttüğü ve öldürttüğü insanların da kafataslarıyla şarap içtiğini abartarak anlatma aymazlığında ısrarcıdılar; Yavuz Selim'in çevresindeki vaka-yi nüvis'lere (tarihyazıcılara) benzemekten onur duyuyor olmalılar.

Cumhuriyet döneminin Türk-İslam sentezci tarihçi ve yazarları, Osmanlı İmparatorluğunun çıkarlarıyla Türkiye Cumhuriyetin'in çıkarlarını eşdüzeyde gördükleri için Osmanlı tarihindeki toplumsal olaylara ve devletlerarası ilişkilere yansız gözle bakmıyorlar. "Yavuz Selim'le Şah İsmail'i barıştıralım" derken bile, Hatayi (Şah İsmail)'nin deyişlerini-nefeslerini kutsal bilen Alevi-Bektaşi-Kızılbaş toplumuna daha çok Yavuz'u sevdirmek, benimsetmek amacı güdülmektedir.

Yeni kitabımızı, Kızılbaşlık tarihi, Kızılbaşlık siyasetleri ve Kızılbaşlık inancını ilgilendiren- bazı kitaplarımızın içine koyduğumuz- araştırma yazılarımızdan, makalelerimizden oluşturmak istiyoruz. Kitapların içeriğini tamamlayan çok sayıda konuların arasında bu yazıların kaybolduğu ve dikkatleri çekmediği kanısına vardığmız için onları biraraya getirdik. Erdebil Dergâhı'nın kurucusu Şeyh Safiyuddin'in (ö.1334) Safevi tarikatı diye adlandırılan inanç öğretisini –ki aslında örtülü bâtınilikten başkası değildi-içeren ve oğlu Şeyh Sadreddin'in (1334-1392) denetimi altında hazırlanmış Safvatu's Safa'nın Makalat-ı Şeyh Safi adıyla yine onun zamanında Türkçeye çevrilmiş 4.Bab'ı üzerinde yazdığımız sunuş ve inceleme yazılarıyla başladık. Çünkü bu yapıt Anadolu Alevi-Bektaşi-Kızılbaşların kutsadıkları Buyruk kitabının temel kaynaklarındandı ve bu bağlamda Kızılbaşlığın başlangıcını oluşturmaktadır. Son yazı ise bu inancın temel felsefesini açıklayan "Kızılbaşlığın Komünistik Ütopya'sı: Rıza Kentinde Canı Cana Malı Mala Katmak" başlığını taşımaktadır.

Şah ve Sultan Romanı Yanlış Bilgiler, Olmazlar ve Çelişkiler Üzerine Kurgulanmıştır

Son yıllarda Şah İsmail ve Kızılbaşlar üzerine yapılan araştırmalar, yazılan makale ve kitaplar ve devlet destekli sempozyum ve paneller, vaktiyle Bülent Ecevit'in ortaya attığı "Yavuz'la Şah İsmail'i barıştırma" adına gerçekleştiriliyordu. Sözde orta yol izleyerek, yani bir denge tutturularak ikisine de sahip çıkılacaktı. Ne varki, daha çok Şah İsmail'i, Kemalpaşazade'nin söylemiyle "Kızılbaş Pelid (Pis Kızılbaş çocuk)" görerek, sıkça yerin dibine batırılırken, Yavuz öngörülü, güçlü ulu Sultan olarak göklere çıkarılmaya devam edildi. Sultan Selim'i ders kitaplarındaki bu övgüler içinde çok iyi tanıdığımız yetmiyormuşçasına, onun her icraatı üzerine çok sayıda tezler, makale ve kitaplar kitaplıkların raflarını doldurmuştur.

Önce, çıkarlarının peşinde koşan, eksantrik kişilikte bir siyasetçi olan Alevi kökenli bir yazar Şah İsmail'i romanlaştırdı. Romanında bir milim dahi resmi tarihin sınırları dışına taşmadan, İsmail'i Sünni-Mevlevi tasavvufu içinde eğitip yetiştirdi; Kızılbaş Safevi Devleti'ni kurdurarak, onu zalim ve dengesiz bir hükümdar yaptı. Roman, Türk-İslâm Sentezi bakışı çerçevesinde kaleme alındığından görsel ve yazılı medyadan övgüler aldı.

Bugünlerde bir Osmanlı hayranı, "Divan Edebiyatı'nı sevdiren yazar" unvanı verilmiş bir akademisyen olan İskender Pala'nın yazdığı "Şah ve Sultan" en çok satan kitapların başında geliyor.

Yeri geldikçe birkaç yazımızda dikkat çekmiştik: Tarihsel olaylar ve kişilikler üzerinde roman ya da tiyatro oyunu yazmaya eyilim duyan yazarlar çok ağır sorumluluklar altına girmek durumundadır. Kuşkusuz bir romancı ya da tiyatro yazarı tarih bilimcisi değildir. O kişiden olayları, neden ve sonuç ilişkilerini kupkuru bir sıralamaya tutması ve sentezler yapıp, yorumlara girişmesi beklenemez. Genellikle roman yazarından duygusal, çok çarpıcı bir kurgu içinde okuyucusunu heycanlandıran ve olayların peşinde sürükleyen, zihinleri zenginleştirici, ama gerçekçi bilgiler veren bir başarı beklenir.

Edebiyat alanında bir yazar, eğer ele alıp işlediği tarihsel kişilikleri ve olayları saptırarak, tarihsel gerçeklikle bağları oldukça zayıf ve tamamıyla imgelem ürünü ve yanlış bilgiler ya da belli bir ideolojik bakış açısı üzerinden bu başarıyı kazanmışsa, tarihe olduğu kadar edebiyata da ihanet etmiştir; çünkü edebiyatı bu kötülüğe aracı kılmak gibi bağışlanması güç bir suç işlemiş sayılır. Okuyucularına yanlış, uyduruk bilgiler ve saptırılmış olayları sunarak onların zamanını çalmış, toplum için zararlı bir yazardır bu kimse ve zararlı kitleler oluşturmaya çabalayan bir bozguncu olarak nitelenir.

İskender Pala'nın, Kapı Yayınları'ndan çıkan ve onu TV kanalların taşıyan, İslamcı ve Milliyetçi çevrelerin görsel ve yazılı Medya'sının gözdesi haline getiren 'Şah ve Sultan' romanı tarihsel olarak çok tartışmalı olduğu kadar, beş yüz yıldır Alevi-Bektaşi halkların toplumsal belleğinde dipdiri duran bir toplu kırımlar yüzyılının en tartışmalı olaylarını işlemektedir. Alevi-Bektaşi-Kızılbaş inanç sistemi ve toplumu hakkında zerre kadar bilgisi olmayan yazarın; Alevilerin hiç de dostu olmayan, onları asimile etmeyi görev olarak üstlenmiş Sünni misyonerlerden İlyas Üzüm'ün danışmanlığında nasıl bir cesaretle bunu yapabildiğini anlamak kolay değil.

Bu yazar da "Yavuz ile Şah İsmail'i barıştırma" ilkesinden hareketle, iki zıt kişiliği ele alarak bir denge tutturma çabasına girişmiştir. Ancak kurgusuyla, olayları ve ilişkileri betimleme yöntemiyle ve de yaslandığı yanlış ve eksik tarihsel/inançsal bilgilerle asla bu dengeyi kuramamış ve kuramazdı. Onun zaten koşullanmış zihninde kusursuz Yavuz Sultan, en önde ve en yüce yerde bulunuyordu, Şah İsmail ise yerin dibinde...

İskender Pala, İdris Bitlisi'nin Selim Şah-Name'si ve Hurşit Bitlisi'nin Selim-Name'sini ve de diğer Selimname'leri –hatta Yahya Kemal'in 1950'li yıllarda yazdığı divan tarzı Selimname şiirlerini- temel kaynaklar olarak kullanıp, bir Yavuz romanı yazmalı. Kitabın adını da Feridun Fazıl Tülbentçi'nin romanının (Yavuz Selim Ağlıyor'un) aksine, "Yavuz Selim Gülümsüyor" koymalıydı. Onun içinde de kuşkusuz Şah İsmail'e bu kadar yer vermek zorunda kalacaktı.

Romanın kapağındaki İsmail Safevi'yi temsilen 'Şah' adının ve bugüne değin tarih kitaplarında yer alan Yavuz'a ait bildiğimiz resminin bulunduğuna bakmayınız. Kitapta yandaşı ve hayranı olduğu Yavuz övgüsü yapılarak göklere çıkarılmış; onun yavuzluklarına, yani zalimliği, baskıcılığı ve kandökücülüğüne kılıflar geçirerek, aklayıp-paklayıp Ulu Sultan'a dönüştürmüştür. Yazarın Şah İsmail'e ise yakıştırdığı iki zıt kişilik var: Baskın gördüğü kişiliği Sünnileri kaynar yağ kazanlarına atan, düşmanlarının kafataslarıyla şarap içen, sözde Sünni olduğu ve onları savunmaya geçtiği için annesini cellatların kanlı ellerine teslim eden kandökücü bir tiran; diğeri ise kendisine yüzvermediği için Taçlı Hatun'a karşı alabildiğine duygusal, onu uykudan uyandırmaya bile kıyamıyan ve ona olan karşılıksız aşkı için romantik şiirler yazan yumuşak bir erkek. Kısacası yazara göre, İsmail çelişkili karakterler içinde savrulan bir Şah.

Bu Bir Sünni Militanın Romanıdır

Yazar, kitabının başlarında Kamber'in ağzından geçtiği birkaç cümlelik yargısıyla fanatikliğin de ötesinde bir Sünni militan olduğunu açıkça vurguluyor:

"...Yüzyıllara uzanan sevgiler, yine yüzyıllara uzanan nefretleri ve o nefretler doğrultusunda şiddeti içermeli miydi? Hz. Peygamber'in ehl-i beytini sevdiği için, ehl-i beyt fertlerinden daha çok sevdiği arkadaşlarına (Bir önceki cümlede Ebubekir, Ömer, Osman ve Ayşe'nin adı verilmiş. İ.K.) nasıl düşman olunabilirdi?...asırlar sonra sırf onların adlarını taşıyorlar diye insanları öldürmek sevgi ile nasıl izah edilebilirdi?(s. 56, 57)"

Yüzyıllar boyu baskı ve zulümlerle katmerleştirilmiş nefretlerin toplumsal bellekten sökülüp atılması ne kolay ne de olasıdır. Gerçek sevgiden nefret doğmaz, ancak sevgi katledildiğinde veya yalanların sevgiymiş gibi sunulması sonucundan ölümsüz nefret oluşur. Hz. Muhammed'in arkadaşlarını, kendi ev halkı, yani ehl-i beytinin fertlerinden (Fatima, Ali, Hasan ve Hüseyin'inden) daha çok sevdiği yalanını, hangi yazar söyleyebilir ya da kitabında yazabilir?

Sıradan bir kişiye bile "sen arkadaşlarını çocuklarından bile fazla seviyorsun" diyemezsiniz. Karşınızdaki kişi bunu bir küfür, bir hakaret olarak algılar. Bu sözleri roman kurgusunda Şah İsmail'i anlatan kişiye, Kamber'e söyletmiş olması yazarı haklı kılmaz ve bağışlatmaz. Bunu, çok yanlış bir kurgu olarak Kızılbaş düşmanı Yavuz'un hizmetine ve korumasına verdiği Tekeli bir Kızılbaş olan Hüseyin Can'a söyletmiş olsaydı, içinde yetiştiği batıni inancını yadsımış, ailesine ve çevresine ihanet etmiş bir dönekten beklenebileceği için yazarı suçlayıcı bir söylem olmazdı. Ancak romanın sonunda öğrendiğimiz Şah İsmail'in, kardeşi Yar Ali'nin oğlu, yani yeğeni olduğunu öğrendiğimiz, tam bir Kızılbaş olarak Şah İsmail'in sarayına gelmiş ve sürekli kendisini yetiştiren rehberi Babaydar'ı anımsayan ve Şah'ı Kıble-i Âlem olarak gören Kamber bu cümleleri kurmaz. Kendisini hadım ettirip, hareminde ve Taçlı Hatun'un hizmetinde yaşamaya tutsak kılmış olsa bile –ki kardeşleri ve yeğenlerini idam ettiren, gözlerine mil çektiren Osmanlı padişahları gibi davranmayan- Şah İsmail'e kinlenip de inancına böylesine aykırı konuşmaz. Daha da açarsak Kamber, Şah'ın Tebriz'i ele geçirip, Kızılbaş Safevi Devleti'ni kurduğunda sözde Sünnilere reva gördüğü muameleleri anlatırken; Ebubekir, Ömer ve Osman'ı, kesinlikle bâtıni Kızılbaşlık inancının Tanrı nurunun birer parçası, hatta organları olarak görüp onları tanrısallaştırdığı Ehl-i beyt'ten üstün olduğunu, Peygamber'in bu arkadaşlarını kızından, damadı ve torunlarından daha çok sevdiğini asla söylemez ve söyletemezsiniz romanın yazarı olarak. Bunu söylediğiniz ve yazdığınız takdirde Alevi-Bektaşi-Kızılbaş toplumuna hakaret etmiş olursunuz. Bu sözü ancak Ali ve onun soyundan gelenlerin can düşmanı olan Emeviler ve Emevi Hanedanı'nın kendi çıkarları doğrultusunda yorumlayıp yarattıkları Emevi İslam Ortodoksizmini benimsemiş ve onun propagandasını yapmaya çalışan bir Sünni militan söyleyebilir. Bir inanç toplumunun mensupları, Peygamber'in ashabından bazılarını sevmeyebilir, yazar da bir Sünni olarak Ehl-i beyt'i sevmeyebilir, kimseyi zorlayamazsınız. Ama unutmayalım ki, sıradan bir Sünni yuttaş bile, İslam dininin kurucusu Muhammed'in, arkadaşlarını kendi evladı ve torunlarından daha fazla sevdiğini söyleme densizliğinde bulunmaz. Bunu söyleyen ya da yazana biz de bozguncu bir Sünni-Emevi militanı demekten çekinmeyiz.

Şah'a Giden Kızılbaşlar

Burada romanı bölüm bölüm ele alıp irdelemeye niyetimiz yok. Çünkü bir edebiyat ürününde, sanatta bilimsel sorumluluk aranmaz diye düşünen yazar yalanı yanlışı, övgüyü aşağılamayı, abartıyı ve hayali olayları birbirine karıştırarak tarihsel gerçekliklerden uzak, sürükleyici bir macera romanı yazmış. En başta Şah İsmail'in şiirlerinde-nefeslerinde kullandığı Hatayi tapşırmasını (mahlasını) bile, önce Hıtayli (yani Çin'in kuzeyinde Mançurya ile Orta Asya arasındaki bölge olan Hıtay'dan gelme) anlamına gelen Hıtayî'ye, Çaldıran'dan sonra kusurlu, hatalı anlamındaki Hataî'ye dönüştürmüş.

Yazar Tekeli iki Kızılbaş kardeşden birini Yavuz'un hizmetine, öbürünü Şah İsmail'in yakın koruması yaparken, "İsmail'in çağrısına koşanlar ile Selim'in sancağı altına girenler aslında ayrı değil, aynı kumaşın insanları olduklarını" kanıtlamayı amaçlıyor(s.57). Babasının ve Şehzade kardeşlerinin yönetimlerini beğenmeyen Yavuz'a da şunları söyletiyor:

"Yurtlarından adalet ve refah kaybolunca ve çevrelerine dirayetsiz dolunca; öz kardeşlerimiz, can yoldaşlarımız Tükler ve Türkmenler terketmek üzere diyarlarını, sattılar yok bahâya mal ve davarlarını. Sonra vardılar Erzincan'da şeyhlik iddiasındaki Çocuk Şah'a kul oldular, adalet için ocaklarını dağıttılar ve illaki itikatça bozuldular..."(s.33)

Anadolu'nun çeşitli bölgelerinde yaşayan Kızılbaş Türkmenlerin Erdebil dergâhına yönelmiş olmaları ve oraya gidip gelmeleri inançsal bir olgudur ve Erdebil şeyhi Hoca Ali zamanında, 1403'den itibaren fiilen başlamıştır. Roman yazarının Kızılbaşların "Şehzade Yavuz'la Şah İsmail'i tercih etme ikilemi içinde oldukları" iddiası yanlıştır. Ayrıca hiçbir Kızılbaş, Şehzade ya da Sultan olarak Yavuz'u tercih etmemiştir. İtikatça da bozulmamışlardır. Bâtıni Alevi-Bektaşi olan Anadolu Türkmen boylarının inançları Kızılbaş siyasetiyle daha da güçlenmiştir.

Yavuz'u anlatan hayali Hüseyin Can yazar adına diyor ki:

"Şimdi Erdebilli çocuk Şah, kardeşlerden bazılarını diğerlerinden çalıp götürüyordu. Hangi hükümdar, komşu bir hükümdarın bu hırsızlığına tahammül edebilirdi?...Komşusunun koyunlarını çalıp kendi sürüsüne katan bir çoban komşu hakkını ihlal etmez miydi?"(s.112)

Şah'a giden Kızılbaşlar sanki sadece Osmanoğulları'nın topraklarında yaşıyorlardı? Kızılbaşlık tarihinden habersiz yazarın bu yanlışlarını düzeltmek için, başlangıçtan itibaren Kızılbaş hareketi ve Kızılbaş Safevi Devleti'nin kuruluşunu kısaca özetlemek gerekiyor.

Kızılbaşlık Bilinci Siyasallaşıyor

II. Bayezid döneminden çok önce Kızılbaş devinimleri başlamıştı. Bayezid'in yönetiminde (1481-1512) dahi Osmanlılar, Arnavutluk'a kadar bütün Balkanlara hükmetmekle birlikte, bugünün Anadolu'sunun ancak üçte birini ellerinde bulunduruyordu. Sadece Batı ve Güneybatı Anadolu, Trabzon'a kadar kuzey kıyılar, Kayseri'ye kadar Orta Anadolu'ya hakimdiler. Orta ve güney bölgelerde, Hamidoğullari Antalya Subesi, Alaiye Beyliği 1508, Konya ve Karaman'da Karaman beyliği 1513, Maraş Elbistan Malatya'da Dulkadiroğulları 1515, Adana ve Tarsus'da Ramazanoğulları Beyliği 1517 tarihlerinde Osmanlılara katılmıştır. Doğuda Diyarbakır'dan Azerbaycan'a kadar hükmeden bir Akkoyunlular devleti bulunmaktaydı.

Gerek Osmanlı topraklarında ve gerekse adı geçen Beylik'lerdeki kırsal bölgelerde yaşayanların ezici çoğunluğu, çeşitli Türkmen boylarına mensup Alevilerdi. Anadolu'da istikrarlı bir merkezi yönetimin bulunmaması, Beyliklerin ve Osmanlının ağır toprak ve vergi yazımlarıyla halkı canından bezdirmesi, inançlarından ötürü zulüm ve baskılar Türkmenleri, bilindiği gibi Şeyh Cüneyd ve özellikle oğlu Şeyh Haydar'la birlikte büyük Kızılbaş hareketinin içine sokmuştu. Karamanlu, Tekelü, Şamlu, Ustaçlu ve Rumlu Türkmenlerin büyük bir kısmı 1470'lerde İran ve Azerbaycan'a göçederek, Şeyh Haydar'ın ilk Kızılbaş ordusunu oluşturmuşlardı.

Anadolu Alevi-Kızılbaş halkları arasındaki geniş propaganda ve özellikle Hacı Bektaş'tan sonra, Ali donunda Şah İsmail'in ortaya çıkarılışı kitleleri çok etkiledi. Şah İsmail'in 1501 baharında Erzincan'a gelişi ve iki ay sonra 7 bin (ya da 12 bin) kişilik kuvvetle Azerbaycan'a dönüp savaşlara girişmesi, Kızılbaş kitlelerin bir önder bekledikleri ve kendi devletlerini-yönetimlerini kurmaya hazır olduklarını gösteriyordu. Çünkü W. Hinz'in "Kızılbaş kabileleri" olarak nitelendirdiği bu Türkmen boy ve oymaklarının öbür kabile ve şubeleri Anadolu'daki Germiyan, İsfendiyar, Hamidoğulları, Karamanoğulları, Osmanoğulları, Dulkadiroğulları, Memlükler, Akkoyunlu vb. beyliklerinin topraklarında bir toplumsal bölünmüşlüğü yaşamaktaydılar. Anadolu Alevileri Şeyh Haydar'la Anadolu Alevi halklarının benimsemiş olduğu Kızılbaşlık bilincinin siyasallaştırılması gerekiyordu.

Şeyh Haydar'ın çevresinde bulunan ve onu yönlendirenler, arkasından oğlu Şah İsmail'i koruyarak, eğitip yetiştirdikten sonra Safevi Kızılbaş Devlet'inin çatısını kuranlar da aynı kişilerdi. Kimdi bu kişiler? Şamlu Türkmenlerinden Lala Hüseyin Bey, Dulkadirli Dede Abdal Bey, Ustacalu Muhammed Bey, Şamlu Abdi Bey, Bayburdlu Karaca İlyas, Tekelü Saru Ali Bey, Karamanlu Bayram Bey Rumlu Ali Bey, Talişli Dede Bey, Kacarlu Kara Piri Bey vb.di. Bunların her biri mensup oldukları Türkmen oymaklarının, -bazılarının Pir, Abdal, Dede sıfatlarıyla anıldıklarına bakılırsa- hem inançsal önderi yani Dede'si, hem de yönetici Bey'leridir.

Safevi Kızılbaş Devleti'nin nasıl kurulduğuna dair hiç bilgisi olmadığı anlaşılan ya da kasıtlı olarak Roman yazarının sık sık kullandığı Kızılbaş Türkmenlerin bazıları imtiyaz sahibi olmak, 'Bey' olmak için Şah'a gittikleri yargısı doğru değildir; görüldüğü gibi onlar zaten Bey olarak gittiler; Şeyh Haydar oğlu İsmail'i Şeyhlikten Şah'lığa taşıyan Kızılbaş önderleri onlardı. Bunların bazıları, Hoca Ali'nin Erdebil'e yerleştirdiği Türkmenlerin (Tekelü, Karamanlu), öbürleri ise Şeyh Cüneyd'in savaşlarına katılarak ya da Şeyh Haydar döneminde (Örneğin, Azerbaycan'da Tarum bölgesine yerleşmiş Şamlular gibi) gelmiş bulunuyorlardı.

Safevi Kızılbaş Devletinin Kuruluşu

Kızılbaş ihtilâli önderleri, devlet yönetimindeki deneyimsizliklerine rağmen, gelenek ve inançlarından kaynaklanan bilgilerle bir mekanizma oluşturmuşlardı. Şah İsmail'i Gilan'da sakladıkları dönemde (1494-1499), inançları gereği Mürşid ve mürid (talip) ilişkileri içinde, "Ehli İhtisas" adı altında "Lala, Abdal, Dede, Hadim (hizmet gören) ve Halifat al- Hulâfa (Halifeler halifesi)"den oluşan bir kurul kurmuşlardı.

Bu yüksek kurul, bir ihtilâl konseyi gibi çalışmış Karamanlu, Rumlu, Dulkadir, Tekelü, Ustaçlu Samlu Kızılbaş Türkmen aşiretleri ve askeri aristokrasisinin birlik ve beraberliğini sağlayarak, Hazar kıyılarından, Anadolu'nun içlerine Teke İli'ne uzanan çok geniş bir alan içinde etkin propaganda eylemleri ve çok sayıda savaşları yönetmiş, Kızılbaş devletini kurup 1501-2'de Şah İsmail'i tahta oturtmuşlardı.

"Ehli İhtisas" kurulu, devleti kurduktan sonra Lâlalığı kaldırarak, yerine "Vekil-i Nefs-i Nefis-i Humayun" adıyla bir yüksek görev yarattı. Bu görev, Şah İsmail'in hem 'Padişah' olarak dünyasal yani siyasal iktidarının, hem de 'Mürşid-i Kâmil' olarak inançsal iktidarının vekillik kurumuydu. Bu kurum bir süre için, geleneksel sadrazam ve tüm bürokrasinin, yani Umera'nin başı görevlerini içeren Vezir iktidarlarını gölgede bıraktı. Vekil, Savory'nin deyimiyle Şah İsmail'in "alter ego"su, yani ikinci kişiliğiydi. Bu kurumun yaratılması, Şah İsmail nezdinde, teokratik yönetim biçimiyle siyasal bürokrasi arasındaki boşluğa açıkça bir köprü kurmak girişimini gösteriyordu. Vekilliğe, Ehl-i İhtisas'tan eski Lâla Şamlu Hüseyin Bey getirildi. Böylelikle Şamlu Hüseyin Beg, hem Şah vekilliğini, hem de Emir ül- Ümera (Emirlerin başı) yetkisini üstlenmişti. İktidar bu kişinin ellerinde ve dolayısıyla Kızılbaş Ehl-i İhtisas kurulunun sorumluluğunda bulunuyordu. Böylece bulunan ve yaratılan Ali soylu bir hanedanın mensubu Şah İsmail, "Ali'nin mazharı veya kurtarıcı Mehdi" görüntüsüne sokularak ve onun kutsal kişiliği öne çıkartılarak, taçlandırılıp Kızılbaş-Safevi Devleti kuruluşu tamamlanmıştı.

İskender Pala, soyadının işlevine uygun biçimde gerçek tarihsel bilgilere 'pala çalarak', onları budayarak zihnindeki sınırlı bilgileri bilinç altı düşünceleriyle karıştırıp hayal dünyasına yansıtmıştır. Eskiden beri dilimize yerleşmiş ve Osmanlı döneminde şehzadeleri yetiştiren, Sultan'lara danışmanlık yapan kişiye verilen ad olan Lâla'yı da hangi gerekçeyle 'Lele' yaparak Lele Şamlu Hüseyin dediği kişi, yukarıda kısaca değindiğimiz gibi, devletin kuruluşunda ve ilk yıllarında Şah'ın vekili olarak yönetimdeki yeri çok önemliydi. Roman yazarının Çaldıran savaşına kadar yaşattığı ve savaş meclisinde alınan kararlarda baş rol verdiği Lâla Şamlu Hüseyin gerçekte 1507'de öldürülmüştü. Buna neden yirmi yaşını aşmış olan Şah İsmail'in Şah'lık otoritesini ve mutlak iktidarını güçlendirmek tutkusudur. Ama asıl olarak kendisini yönlendiren Vekili ve Ehl-i İhtisas Kurulu ile Kızılbaşlık siyasetinde farklılaşmanı başlamasıydı.

Şah İsmail'in "Mülkümde gerektir ab-i Ceyhun (Ortasya'daki Aral gölüne akan Ceyhun ırmağı İ. K.)" ve "Ahsun vatanımda Şadd-ı Bağdad (Dicle ırmağı İ. K.)" diye formüle ettiği geniş imparatorluk ideali oluşmuştu kafasında. Bunu da İranlı unsurun yönetime katılmasıyla başaracağına inanıyordu. Tebriz'i başkent yapıp, eski Pers ve Sasani imparatorluklarını canlandırma ve Cengiz ya da Timur gibi olmak idealiyle, kuşkusuz Anadolu Alevilerinin kurtuluş siyaseti üstüste düşmüyordu. Olasıdır ki bir yıl önce, Ehl-i İhtisas kurulunun başı olan Şah vekili Türkmen beyi Şamlu Hüseyin'i katlettirip yerine bir İranlı feodal beyi getirmiş olması bu anlaşmazlıktan kaynaklanıyordu.

1508'de dedesi Uzun Hasan'ın Akkoyunlu ülkesi olan tüm doğu Anadolu'yu ele geçiren Şah İsmail ertesi yıl, Dulkadirli seferi için Erzurum ve Erzincan üzerinden Orta Anadolu'ya gelmiş ve uzun süre Osmanlı sınırında kalmıştı. Kemalpaşazade'ye göre, Şah İsmail bir müddet Osmanlı hududunda oturduğu halde, müridlerinden bir çok kimse kendisine katılmamış ve umduğunu bulamamıştır.

Şah İsmail'in Bayezid'e mektup yazıp, Osmanlı topraklarından geçerek Dulkadirli üstüne gitmesi için izin istemiş olduğunu ve bu izni aldığını biliyoruz. Bayezid Safevi ordusunun serbestçe geçmesine izin verdiği gibi, Dulkadirli Alaüddevle'nin yardım isteğini de reddetmiştir. Pir Sultan Abdal nefeslerinden birinde Şah'ın Osmanlı sınırında konakladığı yeri bildirmektedir:

Kapıyı çaldı Kırkların birisi
Birinden mestoldu cümle gerisi
Sarıkaya derler Şah'ın korusu
Konalım gaziler İmam aşkına

Burada adı geçen Sarıkaya, Şah İsmail'in 1501'de birinci gelişinde konduğu Erzincan ile Tercan arasındaki Saru-Kaya yaylağı değil, Yıldızeli'ne bağlı Banaz ile Bedirli'nin arasındaki Yıldız Dağı'na yakın yerleşme birimidir. Yani Pir Sultan'ının yaşadığı bölgededir.
Pir Sultan Abdal, Kul Himmet, Kalender Çelebi, Pir Mehmet ve İsmail gibi Alevi-Bektaşi ozanlarının bazı şiirlerinden anlıyoruz ki, burada Şah İsmail'in katıldığı bir Birlik Cemi yapılmış Şah'ın kendisi de semah dönmüştür.

Ancak bu Yıldız Dağı görüşme ve konuşmalarında, Hacı Bektaş Dergâhı postnişini Balım Sultan'ın kardeşi Kalender Çelebi'nin başkanlığındaki temsilcileri ve diğer Ocak temsilcileri dedeler Şah İsmail'in siyasetine karşı çıkmışlardı. Anadolu'dan Türkmen gençlerinin dalga dalga, bölük bölük Şah'ın ardından gidip bilmedikleri ülkelerde fetihlere girişmelerini istemiyorlar ve Anadolu'da birlik sağlayıp, Şeyh Bedreddin'in düşlerini Şah'ın başında bulunduğu Kızılbaş Devleti'nde, ama yaşadıkları topraklarda gerçekleştirmek yanlısıydılar.

Buradan beklediği katılımın çıkmayışı Şah İsmail'i elbette ki kendi siyasetini uygulamaktan alıkoymadı. Başında bulunduğu Kızılbaş ordusuyla hızla dönerek Dulkadiroğulları'nı ortadan kaldırdı. Ardından Irak üzerinden Bağdad'a yöneldi. Arkasından da Doğu'ya giderek Özbek'lerle savaş yapacaktır. Ne 1511'deki Şah Kulu başkaldırısına ve ne de 1512'de Erzincan Kızılbaş valisi Nur Ali'nin Yavuz'un yeğeni Kızılbaş Murat'la birleşip Osmanlı ordularını yenerek İstanbul'a yaklaşacak kadar güçlenen bir harekete, gizlice desteklediği iddialarının aksine, istendiği halde hiç yardımcı olmadı.

Bu iki hareket de İstanbul'a yönelikti ve Anadolu Kızılbaşlarının "Şah İstanbul'da otura" siyasetinin büyük hareketleriydi, ama Şah tarafından yalnız bırakıldılar. Çünkü Şah İsmail'in amacı, Doğu'yu fethettikten sonra Timur'a öykünerek Osmanlı Padişah'ı ile büyük bir meydana savaşına girerek Osmanoğulları'nı ortadan kaldırmaktı. Oysa bu hareketlerden biriyle ittifak yapsaydı, güçlü Kızılbaş ordusuyla "Padişahın tacı ile tahtını" ele geçirip, Pir Sultan'ın "Mülk iyesi padişahtır/Mülke sahip ola bir gün" dizelerindeki Kızılbaşlar'ın hedefi gerçekleşebilirdi.

Çaldıran'a gelince, Şah İsmail için geç kalınmış olduğu kadar isteksiz ve zoraki bir meydan savaşıydı. Savaşın sonucu baştan belliydi; Yavuz'un sahibolduğu 550 top ve 12 bin çakmaklı tüfeğe karşı; kılıç-kalkan ve ok-yay cinsinden silahların ve "feta-yiğitlik ruhunun" şansı yoktu ve olamazdı. Çaldıran bir kırım savaşı ve Kızılbaşlar için de yeni bir dönüm noktası olmuştur.
Sözü daha fazla uzatmadan yeniden Şah ve Sultan romanına dönüp bazı saptamalarla giriş yazısını sonlandıralım.

Meğer Yavuz bir Demokrat bir Sultanmış!

"İstanbul'da yaşarken Şah'a gitmek hiç kolay değil elbette. Sultan Anadolu ülkesinden kendi tebaası olan Kızılbaşları Çocuk Şah'ın siyasi emelleri için kullanılmasına tahammül edemiyor. Kızılbaşlığın bir ayrımcılık olarak ileri sürülmesine ise hiç razı değil. Çünkü kendisi tebaasının Kızılbaş veya Sünni olduğuna değil, devlete başkaldırıp kaldırmadığına göre işlem yapıyor...devlet menfaatının zedelendiği yerlerde, bunu yapan kim olursa olsun; ister Sünni ister Kızılbaş cezaladırılacağını buyuruyor ve elbette ki cezalandırılıyordu...Kızılbaşlar hakkındaki istihbaratı genişledikçe meseleye böyle bakıyordu..."(s.146, 147)

1513 yılında Yavuz Selim böyle düşünüyormuş! Yazar Yavuz'u, ayrımcılığa karşı ve tebaasına eşit davranan demokrat bir Sultan olarak görüyor. Yukarıda anlattık; Kızılbaşlar Anadolu'dan Osmanlı tarihyazıcılarının kullandığı deyimle "kaçkın ya da göçkün" olarak Azerbaycan'a(Erdebil'e) ve İran'a gitmeleri bu tarihten 35-40 yıl önce başlamış ve ayrıca Osmanoğulları Anadolu'nun ancak üçte birine sahipti. Sanki tüm Kızılbaşlar Osmanlının tebaasıymış gibi, bu yıllardaki Kızılbaş hareketi sadece Osmanlı Devleti'ne başkaldırı olarak değerlendiriliyor.

Yavuz'un babası II.Bayezid'in Kızılbaş göçkün ve kaçkınlar için bulduğu çare ne olsa beğenirsiniz? Toplu sürgünler. 1493'te Pirlepe yolunda uğradığı suikast girişimini bahane ederek Balkanlardan Anadolu'ya sürgün ettiği Alevi-Bektaşi topluluklarla birlikte, Doğu sınırlarında koğuşturmaya uğrayan çok sayıda Kızılbaşları toplu halde yeni fethedilmiş Modon, Koron ve Navarino'ya sürdü. Batılı yazarların belirttiği, II. Bayezid'in 1502'deki bu büyük koğuşturması ve tek tek kişilerin yüzleri damgalanmış olarak gerçekleştirdiği bu Kızılbaş sürgününden Türk tarihçileri söz etmemektedir. Onun hakkında, basiretsizlik, acizlik ve pasiflik suçlamalarını öne çıkartarak, Yavuz Selim'in acımasız Kızılbaş kıyımlarını haklı göstermeyi sürdürdüler. Oysa II. Bayezid, Osmanlı topraklarındaki Alevi–Bektaşi Türkmen topluluklarına, saltanatı süresince 1492, 1502 ve 1511 tarihlerinde bilinen üç büyük kıyım ve sürgün uygulamış, baskı ve zulüm yapmış olan Bayezid de en az oğlu kadar acımasızdı. 'Bayezid-i Veli' unvanı bile dönemin Osmanlı siyasetinin bir parçasından başka bir şey değildi.

Yazar İstanbul'dan Şah'a gitmenin mümkün olmadığını yazıyor, oysa Tarih-i alâ Mara-i Şah İsmail isimli yeni bulunmuş Farsça bir elyazması farklı konuşuyor. Bu kitapta İstanbul'dan Dede Muhammed'in 1501 yılında, kendi talibi Dede Hasan'ı bir mektup ve hediyelerle birlikte Şah İsmail'e yollayarak, kendisine bağlı 2-3 bin talibini hemen göndereceği kayıtlıdır. Ayrıca daha önce değindiğimiz gibi Çocuk Şah Kızılbaşları değil, Anadolu Kızılbaşları Şah'ı büyütüp yetiştirerek kendi siyasetleri için kullanmış ve daha sonra da kullanmak istemişlerse de 1509'dan itibaren kısmen yolları/siyasetleri ayrılmış eylemlerinde bağımsız davranmaya başlamışlardır..

Yavuz Selim, Şah İsmail'in üzerine bir sefer yapmaya hazırlandığı zaman, gerek kendi topraklarında, gerekse otorite boşluğu bulunan veya müttefik beyliklerin topraklarında ve Şah'ın elinde bulunan Orta ve Doğu Anadolu'da yaşayan Kızılbaşların ayaklanıp kendisini arkadan vurmalarından endişe ediyordu. Büyük Kızılbaş kırımını bu korku mu yaptırdı? Yoksa Kızılbaşların Şah'a gitmeyi kestikleri ve bağımsız hareket ederek yer yer başkaldırdıkları ve babasının öldürterek tahtı zorla ele geçirmiş Yavuz'u zor durumda bıraktıklarının öcünü almak mıydı? Zaten yeğeni Kızılbaş Murat ile Erzincan valisi Kızılbaş Nur Ali Halife birleşerek oluşturdukları İstanbul'a yürüyen büyük orduyu ortadan kaldırmıştı, sivil katliam asla gerekmiyordu. Kuşkusuz onun amacı Anadolu'daki Kızılbaşları tamamıyla sindirmekti. Yavuz toplu katliamla da yetinmedi, Çaldıran yürüyüşü sırasında 140 bin kişilik ordusunun 40 binini Sivas'ta bırakarak, Kızılbaşların toparlanıp bu kırımın öcünü alma girişimlerini de önledi.

Selim'in çok yakınında bulunan Kürt beyi İdris Bitlisi 'Selim Şahname'sinde bile Yavuz'un 40 bin Kızılbaş "defter idilüp haklarından gelindiği" yazıldığı halde, yazar bu kırımda öldürülen Kızılbaş sayısını 14 bine indiriyor. 12 yıl önce Şah'ın Kızılbaş ordusu Tebrizi ele geçirip başkent yaparken, Sünni halkın çok büyük direnişiyle karşılaşılmış. Bu yüzden epeyce Sünni öldürülmüştü, ama bu bilinçli bir toplu kırım değil, direnişin kırılmasıydı. Yazarın bunu Sünni kırımı olarak ele alıp, Yavuz'un yaptığı Kızılbaş katliamını bunun karşılığı olarak, onu aklamak için haklı gerekçe gibi göstermesi yanlış ve kasıtlıdır.

Roman yazarı Kamber'i konuştururken sürekli Şah'ın aleyhinde gösterip onu kötülerken, Hüseyin Can aracılığıyla Sultan Selim'e sayfalar dolusu övgüler yağdırıyor.(s. 96, 167, 168, 306, 331, 335,355 vb.) Yavuz'un aile çevresindeki olumsuzluklarından, yalnızlığı ve zayıflıklarından, oğluyla ilişkilerinden tek söz yok. Sadece yüksek ihtiraslı devlet adamlığı, eşitlikçi(!) ve âdil hükümdarlığı üzerinde durulmakta. Saray tarihyazıcılarının Yavuz'a yağdırdıkları övgüler, onun hakkındaki tevatürleri roman yazarını çok etkilemiş. Öyle ki, güzel cariyesinin Yavuz'un karşısında dilinin turulmasının da, ona olan hayranlığı ve haşmetinin etkisiyle olduğunu ballandıra ballandıra anlatıyor. Oysa herkesin bildiği, bu psikolojik olay aşırı korkudan meydana gelir!

Müsahiplik Cemi Evlilik ya da Taç Giydirme Töreni Değildir

İskender Pala, çok açıktır ki Alevilik ve toplu tapınması Cem törenleri hakkında hiç bir bilgisi yoktur. Olsaydı Şah'ın ikinci karısının saraya gelişi ve ona taç giydirme törenini uyduruk bir gülbenkle Musahiplik Cemi olarak sunmazdı.(s.67-70) Musahiplik ve kuralları üzerine nefesler yazmış Mürşid-i Kâmil makamındaki Şah İsmail, eşi Bihruze (Taçlı) Hatun'un taç giyme törenini Musahiplik Cemi olarak gösteren bir saray yazıcısını sitemden geçirir, hatta düşkün ilân edip görevden uzaklaştırırdı. Bizim bu yazarı düşkün ilân etme gibi bir yetkimiz yoktur, cehaletine veriyoruz; Alevi toplumu bağışlar mı onu bilemeyiz! Üstelik Avşar Beyi Sultan Ali Mirza'nın, Hatayi'nin Çaldıran'ı anlatan bir nefesinde kendi musahibi olduğunu öğreniyoruz ki, bir Kızılbaş, musahibinin kızını kendi kızı gibi görür; değil eş olarak almak, gelin olarak oğluna bile alamaz:

Cellatlar aralandı
Ciğerler parelendi
Sultan Ali İmirza'm
Bu kavgada parelendi
....
Çöl olası Çaldıran
Altun kadeh kaldıran
Hatayi'm ağlar gezer
Musahibin' aldıran

Arapçadan dilimize geçmiş olan "musahip" sözcüğü, Türkçe 'lik' soneki (suffix) ile kavramlaşıp, sözcük anlamı dışına taçarak, Alevilik-Kızılbaşlıkta inançsal ve toplumsal akrabalığın, kardeşliğin adı olmuş ve bu inanç sisteminin önemli kurumlarından birini oluşturmuştur. Alevilik toplu tapınmasının bir kurumu olarak musahiplik, aynı zamanda sosyo-ekonomik yaptırımlar, yükümlülükler ve kazanımlar birleşimi ve bütünleşmesidir. Musahip kardeşler ve aileleri, kanbağı kardeşliğinin çok ötelerinde, birbirlerine ve topluma karşı inançsal ahlaki ve ekonomik sorumluluklar ve yaptırımlar yüklenmiş akrabalara dönüşmüşlerdir.
İmam Cafer-i Sadık Buyruğu'ndan musahip tutmanın önemi, bu akrabalığın bazı koşulları ve sosyo-ekonomik kazanımlarına, yaptırımlarına ilişkin bir alıntıyla açıklığa kavuşturalım:
"Sufi musahip olmak erkân-i kadimdir... Her can musahip ola. Ne maldan, ne candan ve ne de haldan birbirinden saklısı gizlisi olmaya ki, iki cihanda yüzleri ak, sözleri saf ola... Bir talip musahipinden malını men eylese munafıktır, hayırları kabul olmaz. Musahipin evine musahip teklif ile varmak ve malın teklif ile yimek erkân değildir. Musahip musahipin kardeşidir. Ve musahip musahipe teslim olmazsa musahip değildir. Musahip ehli arasında birlik gerek, ikilik gerekmez. Ben–sen demeyi ortadan kaldırıp, bir dilden ötüp ve dört kapıda kamil olur. Tarikat ve Hakikat yolunda bir olmazlarsa musahip olamazlar ve ikrarları caiz olmaz..".

"Ölmeden önce ölünüz. Mahşer olmadan hesabınızı görünüz. Ama nasıl olmalı dersen; yani sizler hırsınızı, nefsinizi öldürün. Yani musahip tutup, onunla sırat-i mustakim üzere yola gidip malı mala canı cana katıp, birbirine teslim olup yılda bir kez Peygamber vekili, Cebrail Hak vekili Pir'in yamacına geçtiğinde, kabirde–mahşerde olacak sualleri Pir ona sual ede. Ol talip, fiili her ne ise Pir'e ilam ede, bildire! İmdi malum oldur ki, her kişi kendi akran ve emsali ve münasibiyle musahib olmak erkândır... Ve alim cahil ile musahip olmak erkân değildir; alim şahindir, cahil kargadır. Zalim ile mazlum da musahip olmak da erkân değildir..."

Buyruk'taki bu kuralların bazılarını Pir Sultan Abdal'ın bir nefesinden de izleyebiliriz:
Musahip musahipe demezse beli
Ona şefaat etmez Muhammed Ali
Dünyada ahrette eğridir yolu
Söyleyen Muhammde dinleyen Ali

Musahip musahiple nice bozula
Sakın defterine lanet yazıla
Balı sönmüş arı gibi sızıla
Söyleyen Muhammed izleyen Ali

Musahip musahipden malın ayıra
Şahı Merdan durağını duyura
Yedi tamu narın ona buyura
Söyleyen Muhammed dinleyen Ali

Musahiplik Cem'inde talipler eşleriyle birlikte Ali meydanında Pir huzurunda ikrar verip yukarıdaki kuralları kabul ederek musahip olurlar. Artık birbirleriyle kardeş ve çocuklarına da ana-babadır. Böylece yol talibi olarak Görgü Cemi'ne girmeye, özünü dâr'a çekip sorgudan geçerek ruhsal arınmaya hak kazanmış olur.

Biraz da Çaldıran'a Gözatalım

Roman yazarı Çaldıran'ı anlatırken, yine hayalini işletmiş. Ordusuyla Şah İsmail'e doğru sefere çıkan Yavuz Selim Hacı Bektaş'ta konaklıyor, burada türbe onarımı için beklediği bir hafta boyunca Yeniçerileri memnun, "şen ve bahtiyar" kıldığını anlatıyor. (s.160) Oysa gerçek bu değil, Yavuz toplu kırıma uğrattığı Kızılbaşların, yani Alevi-Bektaşilerin inançsal olarak serçeşmesi ve bağlı bulunduğu Hacı Bektaş Veli Dergâhına asla uğramamıştır. O zaman nerelere uğradığını kısaca özetleyelim:

Yavuz Sultan Selim 1514 yılı Nisan ayının üçüncü haftası sonunda İstanbul'dan, Anadolu ve Rumeli beylerbeyleri ve timarlı sipahilerinin kuvvetleriyle destekli tam 140 bin kişilik yordusuyla yola çıktı. Konaklama yerleri olarak özellikle zaviyeleri tercih ve ziyaret ederek ilerliyordu; Akbıyık Zaviyesi, Karye-i Işık, Bozöyük Zaviyesi üzerinden Seyyidgazi'ye ulaşmıştı.

Seyyidgazi Zaviyesinde konaklama süresini uzatan Yavuz burada Kapıkulu askerlerine sefer için 1000 er akça bahşiş dağıtmıştır. Bu arada Seyyidgazi türbesini ziyaret eden Yavuz Selim'in, zaviye dervişlerine 100 bin akça dağıttığını görüyoruz. Yavuz Sultan Selim, Osmanlı Devleti sınırları içinde bulunan bu Alevi-Bektaşi zaviyelerinden geçerek bir yandan onlara gövde gösterisiyle gözdağı vermiş, öbür yandan da uslu durdukları takdirde kendilerine yardımcı olacağını göstermek istemiştir. Bu arada Konya'ya uğrayıp Mevlana'nın türbesini de ziyaret ettiği ve 100 bin akça da oraya bağışta bulunduğu halde, yukarıda adı verilen Zaviyelerin bağlı bulunduğu Hacı Bektaş Veli Dergâhına uğramamıştır. Kuşkusuzdur ki, Hacı Bektaş Dergâhı çevresi de Alevi kırımından nasibini almıştır. Ancak başında bulunan Balım Sultan'in idam edilmemiş olması, çok geniş Alevi-Bektaşi kitlesi ve özellikle Yeniçerilerin büyük tepki ve isyanına neden olacağı korkusuna bağlanabilir.

Katliamın ardından, sinmiş olan Anadolu Kızılbaşları öyle anlaşılıyor ki, Şahkulu ve Nur Ali Halife başkaldırılarında yardımlarına gelerek, Osmanlı ile savaşmayan Şah İsmail'in, bu kez
mutlaka savaşacağı ve Osmanlı'yı mutlaka yeneceğine inanıyorlardı. Şah İsmail'in Yavuz'u, ta Azerbaycan içlerine değin çekmesinden bu umuda kaptırmışlardı kendilerini. Bu kadar yolu yürüdükten sonra Osmanlı ordusunun Kızılbaş ordusunu yenebilecek gücü kalacağına herhalde artık kimse inanamıyordu.

Yazar İskender Pala, Çaldıran savaşı arifesinde Kamber'e, vezir Sadreddin ve Lâla Hüseyin Bey'in divandaki konuşmalarını anlattırıyor: Onlar da ordularının zayıf ve düzensiz olduğu için, Sultan Selim'le savaşa girilerek askerlerinin kırılmaması gerektiğini söylüyor. Bu kişilerin Şah'a verdikleri savaş taktikleri uzun uzun anlatılıyor. (s.172-174, 202) Bu anlatılanların da hayal ürünü olduğu ortadadır. Yukarıda sözedildiği üzere Lâla Hüseyin Bey öldürülmüş, yaşamıyorrdu. Zaten 1502'den itibaren Lâlalık kurumu da kaldırılmış onun yerinde "Vekil-i Nefs-i Nefis-i Humayun", yani Şah vekilliği vardı. Sadreddin adında bir vezir de yoktur.

Geniş ayrıntılar Çaldıran savaşını anlatan makalemizde verildiği için gerçek olayları kısaca geçelim:

Şah'ın yakınında bulunan bazı hanların Anadolu'ya dönük Kızılbaş siyasetine olumlu bakmadıkları açıktı. Şah'ın en yakınındaki Şah vekili olarak Seyyid Nimetullah oğlu Emir Nizamüddin oğlu Abdulbaki, Sadr (dinsel işleri yöneten) Seyyid Şerif Cürcani'nin torunlarından Seyyid Şerif, Meşhed nakibi Seyyid Mehmed Kemune gibi İranlı ulema ve Kızılbaş emirlerinden sadece Şamlu Durmuş Han onu etkileyebiliyordu.

1512'de büyük bir ayaklanma hareketini yönetmiş, üzerine gönderilen birkaç Osmanlı ordusunu yenmiş ve valiliğini yaptığı Erzincan'da Sehzade Murat ile birleşip, "Üsküdar'a kadar rahatça ulaşabilen bir güce sahip olarak", Şah İsmail'i beklemiş olan Nur Ali Halife, Osmanlı savaş tekniklerini iyi biliyordu. Ustacalu Muhammed Han'a gelince, 1501 yılından beri Şah'a çok yakın askeri kumandanlarından biriydi. 1509'da Diyarbakır'a vali olarak atanmış ve Kürt beylerinden bazılarını yenerek, Kürdistan'ın büyük bir kısmını Kızılbaş Safevi devletine bağlamıştı. Gerçi Faruk Sümer, inanmakta tereddüd gösteriyor, ama Lütfi Paşa ve Hoca Sadeddin gibi Osmanlı tarihçilerinin "Diyarbekir valisi Ustacalu Muhammed Han, Osmanlı hükümdarına pervasızca mektuplar yazarak onun sefere çıkmasına sebep olduğu gibi, Şah'ı da Selim ile savaşmaya teşvik etmişti" ortak ifadeleri, bizce doğrudur ve yukarıda açıklamaya çalıştığımız siyasetle üstüste düşmekte ve uyumlu görünmektedir.

Rumlu Nur Ali Halife ve Ustacalu Muhammed Han, Osmanlı ordusunun tepelerden inip, Çaldıran ovasında savaş düzenine girmeden hemen saldırılmasını, yapılan meşveret meclisinde önermiş ve şiddetle savunmuştur. Diğer birçok Kızılbaş Türkmen beyleri tarafından kabul gördüğü halde, Şah'ın üzerinde geniş nüfuz sahibi ve dolayısıyla Safevi İran (milli) devleti siyaseti yandaşı Şamlu Durmuş Han, Ustacalu Muhammed Han'a: "senin borun Diyarbekir'de öter" diyerek karşı çıkmıştır. Bu karşıt siyasi muhalefet, savaşın Kızılbaş ordusu tarafından kazanılmasına engel olmuştur. Şahabeddin Tekindağ'in yanlış bir yorum içinde ileri sürdüğü gibi, eğer savaş planını Ustacalu Mehmed ile Rumlu Nur Ali Halife yapmış olsalardı, tarihin seyri değişmiş olacaktı.

Yazar bir vesileyle Sultan Selim oğlu Süleyman'ın Kızılbaşlara karşı çok ılımlı davrandığının bilindiğini yazarak (s.363) yine okuyucuyu yanlış bilgilendiriyor. Oysa artık tamamıyla Osmanlı'nın sahibolduğu Anadolu'da en fazla Kızılbaş başkaldırıları ve en kanlı koğuşturma ve bastırmalar Sultan Süleyman (1520-1566) zamanında olmuştur.

Süleyman'ın şehzadeliği dönemin başlayan Bozoklu Şah Celal'in ve özellikle onun talibi Şah Veli ayaklanması 1519–20 yılı boyunca sürdü. Bir Osmanlı tarihyazıcı "Şah Veli'nin ünü Şah İsmail'i unutturacak kadar yayıldı." diye yazar. Bozoklu Celal'in öcünü alan Şah Veli, Hüsrev Paşa kuvvetlerince Kızılırmak üzerindeki Şahruh köprüsü yakınlarında yenildi. Şah Veli'nin Şah İsmail'e benzetilmesi, hâlâ onun Anadolu'ya gelmesi ve kendilerini kurtarmasını beklediklerinin kapalı ifadesidir.

Şah İsmail'in öldüğü yılın ertesi, 1525'de Süklün Dede ve Baba Zünnun'un sürdürdüğü başkaldırı hareketi, Hacı Bektaş evlatlarından ve postnişin Kalender Çelebi'nin başa geçmesiyle tüm Anadolu Alevi-Bektaşi-Kızılbaş toplumunu ve diğer ezilen halkları da içine alarak genişledi, birkaç paşanın ordusunu bozduktan sonra Sadrazam İbrahim Paşa'nın, bazı grupları satın alması yüzünden Kalender'in kuvvetleri dağıldı. 1528'de yenilip başı kesilmesiyle, birbirini izleyerek on yıldan fazla süren aynı nitelikli başkaldırı hareketi son buldu.

Anadolu'daki bu Kızılbaş isyan hareketleri döneminde Kızılbaş Safevi devleti yönetiminin Anadolu'ya dönük görünürde ya da açık girişimlerini göremiyoruz. Şah İsmail ile Kalender Çelebi başkanlığında Anadolu'dan giden heyetin Şah İsmail ile görüşmesinden nasıl sonuç alınmıştır? Bilemiyoruz. Şah İsmail Çaldıran'ın sonrası her fırsatta Yavuz'la anlaşma ve yeni bir sefer yapmasını önleme girişimlerinden söz ediliyor. Onun kişiliğinin bu savaştan sonra ne hale gelmiş olduğu da çok iyi biliniyor.

1515'ten 1533–4'e kadar, yani 17–18 yıl gerçek bir milli İran devletinden, yani İranlı çoğunluk unsurun devletinden sözedilemez. Yeri geldiğinde söylediğimiz gibi, Osmanlı Devleti'nin karşısında Türkmen unsurun İran topraklarında yarattığı bir Kızılbaş devleti vardı; inancıyla, toplumsal konumlarıyla bunun alaşağı edilmesi söz konusudur. Bu tarihe kadar isyan hareketlerinin tümünde de direniş gücünün sonu yaklaştığında İran'a yöneliş vardır. Osmanlı bunu bildiğinden, onları pusuda avlıyor ve ortadan kaldırıyordu.

1533'den 1555'e kadar Kanuni Süleyman'ın İran'a yaptığı üç sefer İran devletini ortadan kaldırmak için değil, Kızılbaşlığı ve Kızılbaşları yok etmek amacını taşıyordu. Bilindiği gibi 1530'lara kadar Anadolu'da onlarca bölgesel Kızılbaş başkaldırıları olmuştur. Ve siyasetleri, artık Şah'lara güvenmedikleri için Osmanlı başkenti İstanbul'a, padişahın tahtına yöneliktir.

İskender Pala, Şah ve Sultan romanını bilerek ya da bilmeyerek oldukça fazla yanlış bilgiler çerçevesinde, olmazlar ve çelişkiler üzerinde kurgulayarak, bazan bir Sünni militan, çoğu kez de Yavuz Sultan Selim hayranı fanatik bir Osmanlıcı gibi davranmıştır. Kitap bir çeşit Yavuz'a övgü Şah İsmail'e yergidir, Alev-Bektaşi-Kızılbaş inanç toplumu için de hiç dostluk değildir.

Sünni Osmanlının Rafızi-Kızılbaş kırım siyaseti de, daha sonraları Safevi Şii şeriatı da Kızılbaşlığı ve Kızılbaşları asla yenemediler. Bugün 25 milyona yakın Alevi-Bektaşi kitlesi, Kızılbaş atalarının zulme, baskıya ve insanı insana kul eden, sömüren inanç ve anlayışa sahip yönetimlere karşı amansız mücadele vermiş Anadolu kızılbaşlık siyasetiyle onur duymaktadır. Kızılbaşlar ne Şah'lara ne de Sultan'lara minnet etmişlerdir. Bu insancıl siyaset, her toplumu kucaklar, herkesle barışıktır. Alevi-Bektaşi-Kızılbaş inanç toplumunun, "Yavuz ile Şah İsmail barıştırılmalıdır" gibi bir kaygısı da yoktur. Yavuz'dan nefretini silemezsiniz, ama Şah İsmail de Çaldıran'dan sonra bu toplum için bir inanç simgesi değildir. Cem'inde, deminde-devranında yaşattığı Şah İsmail Safevi değil; Can ve Civan Hatayi'dir ve onun şiirleri, nefesleri, düvazlarıdır.

 

[1] Bkz. İsmail Kaygusuz, "Bir Bâtıni Tasavvuf Kitabı Makâlât-ı Şeyh Sâfi İçin Sunuş", İbn Bezzaz Vehhab Rahman, Makâlât-ı Şeyh Sâfi (Safvâtu's –Safâ 4.Bab), Haz. İsmail Kaygusuz, Akademi Yayınları, Ankara, 2009, s.14-57.

[2] İskender Pala, Şah ve Sultan, Kapı Yayınları, İstanbul, 2010.

[3] Walther Hinz, Uzun Hasan ve Şeyh Cüneyd, XV.Yüzyılda İran'ın Milli Bir Devlet Haline Yükselişi, Çev. T.Bıyıklıoğlu, TTK.Yayınları, Ankara, 1970, s.66-67; Faruk Sümer, Safevi Devleti'nin Kuruluşu ve Gelişmesinde Anadolu Türklerinin Rolü, Ankara-1992, s. 13, 15, 21.)

[4] R. M. Savory, The Cambridge History of Iran, Vol. 6, s. 357-359.

[5] Bkz. Moojan Momen, agy. s. 106; The Encyclopaedia of Islam Vol. I, s. 1120. Ayrıca bkz. H. R. Roemer, "The Safavid Period" The Cambridge History of Iran Vol. I, s. 219: "...1502'de Sultan Anadolu'da ilk Kızılbaş koğuşturması yaptırdı. Safevilere yakınlık gösterdiklerinden kuşkulanılan her kişinin yüzüne damga vuruldu ve Batı'ya, genellikle Güney Yunanistan'daki Modon ve Koron'a sürüldü..." Şah İsmail aynı yılın (1502) baharında yeniden Erzincan'a gelmişti. Bu kez, Şurur savaşı üzerine Diyarbakır tarafına kaçmış olan Elvend'in Erzincan'da asker toplamakta olduğunun haber alınmasıdır. Böylelikle İsmail'in hizmetine girmek ve onu ziyarette bulunmak isteyen İran'a gelmeleri önleniyordu. (Faruk Sümer, Safevi Devletinin Kuruluşu s. 22).

[6] M.C. Şahabeddin Tekindağ, "Yeni Kaynak ve Vesikaların Işığı Altında Yavuz Sultan Selim'in İran Seferi", İ.Ü. Ed. Fak.Tarih Dergisi sayı 22, s.59.

[7] Faruk Sümer, Safevi Devletinin Kuruluşu ve Gelişmesinde Anadolu Türklerinin Rolü, Ankara-1992, s.20, 30, 39.

[8] F. Sumer, agy., s.40, dipnt. 60.

[9] Faruk Sümer, agy. s. 38.