İsmail Kaygusuz
1. Kızılbaşlar Önderlerin Anadolu'da Etkin İnançsal Propagandaları
Şah İsmail'in çevresindeki Kızılbaş önderler de Anadolu'ya gönderdikleri Halifelerin propagandalarıyla çelişki ve kuşkuları dağıtmışlardı. Propaganda çalışmaları Ehl-i İhtisas kurulundan Halifeler Halifesi, Dede ve Abdal adını taşıyan kişilerin görev alanına giriyor olmalıydı. Özellikle inanç bağlamında, Ortodoks İslam'la Safeviliğin ilgisi olmadığı ve olmayacağının propagandası önemliydi. Tebriz kenti alınıp 1502'de Şah İsmail'in başına Kızılbaş haydari tacı konulduktan sonra, onun kişiliğinde Ali'ye biat ettiler. Onu şeyhlikten Şah'lığa geçirdikleri zaman, insan ve güç kaynağı olan Anadolu Alevi Türkmenlere daha güven vermiş ve kendi devletleri olduğu bilincini kazandırmışlardı.
"Buyruk" incelememizde genişçe anlattığımız gibi, artık bütün inançsal pürüzlerin giderilmesi gerekiyordu. Kızılbaş kitapları hazırlanmaya başladı. Sadece Şah İsmail'in yazdığı şiirle nefesler yetmiyordu. Ancak bir Kızılbaş uleması yoktu. Önderlerin de Arapça, Farsça konuştukları ve geleneksel inanç ilkelerinin dışında fazla bir şey bildiklerini gösteren belgiler yoktur. Ellerinde Hacı Bektaş Veli "Makalat'ı" ile o yıllarda Uzun Firdevsi'nin derlediği, Hacı Bektaş Veli'nin ağızdan ağıza anlatılan kerametlerini ve yaşamını içeren "Vilayetname-i Hacı Bektaş Veli" ve yukarıda daha genişçe anlattığımız gibi batıni-İsmaili kitaplarının olduğu anlaşılıyor. Olasıdır ki İmam Cafer Sadık'a ait risâleler ve Ali Kuran'ı da bulunmaktaydı.
Erken-Ş hukuk ve ahlak kitaplarını Kızılbaş yönetim kurulu Ehl-i İhtisas sağlamış mıdır? Bunu bilmiyoruz. Ancak bildiğimiz bir belge var ki, Tebriz'den Kızılbaş kitapları hazırlanıp gönderildiğini kanıtlamaktadır. Padişah I. Murat'ın 1576 yılında, Rafıziliğe ilişkin kitaplara el konulması hakkında Çorum Beyine ve Ortapare Kadısına gönderdiği fermandır bu belge. Fermanda "Kızılbaş Diyarı"ndan getirtildiği ihbar edilen 34 kitabın derhal toplatılıp yokedilmesi; getiren kişilerin ve alıp okuyanların tutuklanması bey ve kadılara emredilmektedir.
2. Şah İsmail'in Anadolu Kızılbaşlık Siyasetine İhaneti; İran Aristokrasisinin Devreye Girmesiyle Amacı Değişiyor
1501-2'de Tebriz ele geçirilip Kızılbaş Safevi devletini kuran Kızılbaş güçlerinin yöneticileri olan Türkmen askeri aristokrasiyle, İran toprak feodalleri ve kent (yönetici) aristokratik aileleri karşı karşıya gelmişlerdi. Bilindiği gibi savaşarak 5–6 yıl içerisinde bir imparatorluk oluşturan Kızılbaş kitle, Anadolu'dan gelen Rumlu, Şamlu, Dulkadırlı, Ustaçlu, Tekelu vb. Türk unsurlardı. Çoğunluk yerli unsur ise İranlıydı.
Devlet içindeki Türk ve Pers elemanlar arasında karşılıklı kuşku ve rekabet, kaçınılmaz bir biçimde Safevi yönetiminde etnik çizgi boyunca hizipleşme yarattı. H. R. Roemer:
"Türk ve İranlılar, diyor, sadece dil ve gelenekleri farklı değil, aynı zamanda kültür ve köken farklıydı. Türk unsurunu, çoğunluğu göçebe çoban ve savaşçılar olan Türkmen kabileler oluşturuyor; İranlı unsur ise eski yerleşik köylü ve kentli tüccar ve zanaatkar (elsanatlarıyla uğraşanlar) sınıfları kapsıyordu. Türk ve İranlı gruplar İsmail'in kişiliğinde kaynaşmıştı. İsmail'in kaderini, bu iki halk kesiminden biri yahut diğerine bağlayıp bağlamayacağı hemen ortaya çıkmadı. Eğer öyle olsaydı birini seçmiş olacaktı."
Şah İsmail'in baştan Türk unsurun dışında bir tercihi olması zaten olası değildi. Kızılbaş ihtilalinin son halkasında yaratılmış bir Alisoylu hanedan mensubuydu. Önderliği ve Kızılbaş Türkmen boylarını birleştiriciliği, "Ali'nin Şah İsmail donunda ortaya çıktığı" inanç siyasetine dayanıyordu. Tercih edilendi, seçen durumunda değildi.
Kızılbaş Devleti'nin temelini, 1494'de Türkmen kabilelerinin inançsal ve dünyasal liderliğini kişiliğinde toplayan Dede-beğ'ler'in oluşturduğu askeri aristokrasisi, "Ehl-i İhtisas" örgütlenmesiyle Lahikan'da atmıştı. Burada bu örgütlenmeyle atılan çekirdek, yaklaşık on yıllık olağanüstü bir propaganda ve silahlı mücadele sonunda Tebriz'de fidana dönüşmüştü. Çekirdeği Kızılbaş kanlarıyla sulanıp büyüyen bu devlet ağacı, meyve vermeğe başladığında İranlı unsur bir anlamda, biz de varız ve burası İran ülkesidir, diyerek ortaya çıkmıştır. Ehl-i Hakçı Alevi Kürtler İsmaili topluluklar dışında; Sünni Türkler, Gürcüler ve Ermeniler kadar uzak ve düşman konumundaki İranlı unsurun devletin kuruluşuna hiçbir katkısı olmamıştı.
Ama İranlı unsur ülkesinde işgalci yabancı unsurların kurmuş olduğu devletten pay almasını her zaman bilmiştir; içine girip diliyle, kültürüyle dış unsurları kendi kendilerine yabancılaştırmış, çok kere yoketmiştir. İran'da kurulan yabancı ve çok kere işgalci etnik unsurların kurduğu devletlerin yüksek yönetim kadrolarında İranlı aristokratik aileler, işbirlikçi olarak yer almış ve egemenliklerini birlikte sürdürmüşlerdir. İranlı emekçi halk yığınları için zaten ister kendi ulusundan isterse yabancı unsurlardan egemen olsun, farketmiyordu, hepsi eziyordu. Ancak ezilenlerin haklarını savunan, zulüm yapanlara bayrak açmış önderlerin peşlerinden, ezilen sınıflar olarak gitmekten çekinmemişlerdir. Örneğin Şam ve Bağdad halifelerine karşı erken Şii ayaklanmalarında (Yahya, Ebu Müslim, daha sonraları Babek Hurremi, Mazyar vb.) önemli unsur Pers halklarıydı.
Şimdi aynı halk, Kızılbaş İhtilalinin Tebriz'de bir devlet kurup, onu yerleştirmeğe çalıştığı silahlı mücadele yıllarında, Karakoyunlular, Akkoyunlular ve Timuroğullarının egemenliğinde Ortodoks İslamın Sünni ve Şii kamplarını oluşturuyor ve Alevi-Kızılbaş inancına karşı düşmanca konumdaydılar. İran halkı açısından Kızılbaş-Türkmen-Safevi yönetimi, diğerleri gibi kendilerinden olmayan yabancı unsurdu.
Geniş İran ülkesindeki büyük şehir merkezlerinin hemen çoğu Sünni idi. Gilan ve Mazanderan dahil Rey, Varamin, Kum ve Kaşkan gibi şehirler, Kuzistan ve Horasan eyaletleri ve Sebzavar bölgesi geleneksel olarak Oniki İmamcı Şii'ydiler; bu bölgelerde Şiilik köylüler arasında da yaygındı. Aristokratik ailelerin sahibi olduğu bazı kentler Şii idi ve bu aileler Timuroğulları döneminde ve özellikle Sünni Akkoyunlular yönetiminde de görev almışlardı. Sünniler arasında Kubrevi'lik ve Nimetullahçılık; Şiiler arasında da Nurbahşi ve Muşa'şai tasavvufi eğilimler yaygındı.
Yukarıda değinildiği üzere 1501-2'de Tebriz alınıp, Şah İsmail, haydari Kızılbaş tacını giyerek Oniki İmam adına hutbe okunduktan sonra resmen Kızılbaş Safevi devletini kurdu. İlk yapılan değişiklik Ehl-i İhtisas kurulundan Lala'lığın kaldırılıp yerine Vekil-i Nefs-i Nefis-i Hümayun, yani hem Mürşid-i Kamil, hem de Padişah olan Şah'ın vekili kurumu kurulmuştu. R. M. Savory'nin tanımlamasıyla: "Kurum Gilan'da Şah İsmail'in güvenini sağlayan güvenli küçük yoldaşlar grubundan biri olan ve Safevi (doğrusu Kızılbaş İ. K.) ihtilalinin son sahnelerini planlayan Şamlu kabilesinin sorumluluğuna verildi. Lala Hüseyin Bey görevi üstlendi."
Şamlu Hüseyin Bey, Şah'ın Vekili olarak görev yaparken aynı zamanda Emir ül- Umera, yani Kızılbaş askeri güçlerinin başkomutanlığı, Alevi-Kızılbaş inancının ülke içerisinde propagandasını düzenleyen Sadr ve geleneksel İslam devleti bürokrasisinin başı Vezirliği de ellerinde tutuyordu. Ama Şah'tan öteye Ehl-i İhtisas'a karşı sorumluydu. Şah'ın ikinci kişiliği (alter ego) idi. Şah İsmail 20 yaşlarına geldiğinde, yukarıda belirtildiği gibi Devletin kuruluşundan 6 yıl sonra 1508'de Şamlu Hüseyin Bey'i bu görevden azletti ve yerine bir İranlı Vekil atadı. Şah'ın Kızılbaş Kurulu Ehl-i İhtisas'ın çizgisinden çıkış ve kendisi yaratanlara karşı bu ilk ihanetiydi. Çünkü İran unsuru araya girmiş, kuruluşunda hiçbir katkıları olmayan aristokratik aileler, Ortodoks Şii Ulema Devlet içinde geleneksel rollerini oynamaya başlamışlardı; yönetime katılacaklar ve sonra kendi inanç, dil kültür ve deneyimleriyle ele geçireceklerdi.
Görünüşte Türk-Pers ortak yönetiminde denge sağlamak amacı güdülmüştü. Tebriz'in devlet merkezi yapılmasının ardından, Kızılbaş beylerin etkinliğini azaltmak anlamına gelen Şah İsmail'in bu davranışı bir İran devleti olmaya yöneldiğinin belirtisiydi. 1508 ile 1524 arasında 5 İranlı Şah Vekili birbirini izledi. Ayrıca İsmail'in, İranlı Vekilin iktidarını, devletin gücünü oluşturan Kızılbaş askerlerinin başkomutanı Emir el Umera'nının iktidarına eşit kılması büyük hata oldu. Zaten Vekâlet'e bir İranlının atanmasına karşı Kızılbaş kesiminde derhal ve şiddetli bir reaksiyon gösterildi. Sözü edilen 5 Vekilden ikisi öldürüldü. Bir üçüncüsü kendisi ile Kızılbaşlar arasındaki doğrudan düşmanlık nedeniyle kendi ölümünü buldu. Geriye kalan ikisi ise ikişer yıl bu kurumu ellerinde tutabildiler.
Şah İsmail'in Dulkadırlı Beyi'nin üzerine seferi sırasında, Osmanlı sınırında Yıldız dağındaki büyük konaklama, bu siyasetle ilgili olabilir. Başı Tebriz'deki Kızılbaş Safevi devletinin vücudunu oluşturan Anadolu Alevi-Kızılbaş toplumuna, Büyük Kızılbaş-Safevi İmparatorluğu idealini benimsetmek istemesiydi sanıyoruz. Şah İsmail Cengiz Moğol İmparatorluğu ve torunlarından Timur'un kurduğu cihan imparatorluğunu kendine örnek almış gözüküyor. Herhalde düşüncesi Orta Asya'ya kadar fetihlerini tamamlayıp geriye dönmek ve Osmanlıları büyük bir meydan savaşına zorlayıp yoketmekti; tıpkı 1248'de Yassı Çimen ve 1402'deki Ankara Meydan savaşları gibi. Ama bu savaşlarda Selçuklu ve İlk Osmanlılar, büyük yenilgilere uğramasına, hatta parçalanmalarına rağmen ortadan kaldırılamadı. Selçuklu'da onlarca yıl süren toplumsal krizler yarattı, başka nedenlerden ortadan kalktı. Osmanlı ise 10–12 yıllık bir karışıklık ve toplumsal patlamalardan sonra daha güçlü bir devlet olarak çıkmış ve en büyük Alevi-Kızılbaş düşmanı olarak yaşıyordu.
Yalnız Osmanlı ülkesi içinde yaşayanlar değil, Küçük Asya'daki irili ufaklı bütün Beylik'lerde yaşayan Kızılbaşlar, yarım yüzyıldır yenilgilerle yeniden toparlanmalarla sürmüş ve son aşamasında kurulmuş Kızılbaş-Safevi Devleti, kendi gövdesi üzerinde yükselsin istiyordu. Baş gövdeden, gövde baştan ayrı yaşayamazdı. Baş, fetihler peşinde koşarken Osmanlı topraklarındaki gövdenin yarısına kıyımlar yapılıyor, sürgünlere uğratılıyordu. Şah Anadolu'da otursun, yıkmış olduğu Akkoyunlu devletinin, dedesi Uzun Hasan'ın varisi olarak onun başkenti Amid'de (Diyarbakır) otursun, isteniyor olmalıydı. Ancak böyle bir siyasetin güdülmesi baş ile gövdeyi birleştirir ve Osmanlı hanedanı ortadan kaldırılabilirdi. Anadolu Kızılbaşlarının yani gövdenin isteği ve gerçekçi Kızılbaş siyaseti Pir Sultan Abdal'ın şu dörtlüklerinde yansımaktadır:
Haktan inayet olursa
Şah Urum'a gele bir gün
Gazada bu zülfikarı
Kâfirlere çala birgün
Hep devşire gele iller
Şah'a köle ola kullar
Urum'da ağlayan sefiller
Şad ola da güle bir gün
Çeke sancağı götüre
Şah İstanbul'da otura
Frenk'ten yesir getire
Horasan'a sala bir gün
Devşire beği paşayı
Zapteyleye dört köşeyi
Hüsrev evde temaşayı
Ali divan kura bir gün
Günü Şah'ın doğdu deyü
Bol irahmet yağdı deyü
Kutlu günler doğdu deyü
Şu âlem şad ola bir gün
Mehdi dedem gelse gerek
Ali divan kursa gerek
Haksızları kırsa gerek
İntikamın ala birgün
Pir Sultan'ın işi ahtır
İntizarım güzel Şah'tır
Mülk iyesi padişahtır
Mülke sahip ola bir gün
Pir Sultan Abdal'ın bu şiirinde Anadolu Kızılbaşlarının isteği ve ülküsü böylesine açık seçik. Büyük Kızılbaş ihtilalinin öz amacını gösteriyor; Alevi inanç ve felsefesini siyasallaştırıp, gövdenin yani toplum çoğunluğun egemen olduğu devlet yönetimine taşımak. Bu amaç Tebriz'de, yanlış bir coğrafya'da ve tepeden azınlık olarak gerçekleştirildi. Azınlığın çoğunluğa hükmetmesi baskıcı yönetimdir.
Şah İsmail kendini yaratan Anadolu Kızılbaşlarının, Pir Sultan'ın şiirinde yansıyan amaçlarını yerine getirmedi, onlara ihanet etti. Çoğunluk olan ve farklı dil, kültür ve inanç toplumu İran unsurunun aristokrat sınıfı, çevresini kapalı ve açık taktiklerle kuşatıp, Tebriz'den çıkarmadı onu.
Faruk Sümer'in Anadolu Kızılbaşlarının amacı olarak ifade ettiği; "Anadolu'nun bir gün şahların idaresi altına girdiğini görmek, onların siyasi ülkülerinin başlıca esaslarını teşkil eder. Bu ülkü onları yaşatıyor ve bu uğurda her türlü meşakkata, ızdırap ve hatta fedakarlığa seve seve katlanıyorlardı." sözlerine, yukarıda açıkladığımız Kızılbaş ihtilalinin amacına götürecek şahları düşünerek katılabiliriz.
Anadolu Kızılbaşları, 1533–4 yıllarına kadar Şah Tahmasb'ı da beklemişlerdir. Bu dönem içinde de Kızılbaş ihtilali eski konseyine üye vermiş olan Kızılbaş Türkmen oymaklarının birbirine düşürülmeleri sonucu gerçekleşememiştir. Pir Sultan'ın bir şiirinden iki dörtlükte bu çağrıyı görebiliriz:
Yeryüzünü kızıl taçlar bürüye
Munafık olanın bağrı eriye
Sahib-i Zamanın emri yürüye
Mehdi kim olduğu bilinmelidir
Pir Sultan'ım eydür ey Dede Dehman
Kendini çevir de andan gel heman
İstanbul şehrinde ol Sahip-Zaman
Tac-u Devlet ile salınmalıdır
Kul Himmet de bir nefesinde Şah Tahmasb'a bağlılığını ve onu istediğini belirtiyor:
Kul Himmet'im mürid idim amana
Özüm ulaştırdım Sahib zamana
İradet getürdüm Şah Tahmasb Han'a
Hüseyni'yiz Mevali'yiz ne dersin
Ancak Şah İsmail, 1509'da Yıldız Dağı toplantısından sonra kendisine asker vermeyen Anadolu Kızılbaşlarını yüzüstü bırakmıştır. Kendisini tutan İran'daki Kızılbaş Türkmen grupları ve Dede-beğ'likten 'Han'lığa geçmiş Kızılbaş askeri şeflerinin desteğiyle büyük İran Safevi İmparatorluğu idealinin peşinde koşarak, yüksek egosunu doyurmaya çalışmıştır. Anadolu'daki Kızılbaş başkaldırılarına kulak tıkamış. 1511'de üzerine gönderilen birkaç Osmanlı ordusunu yendikten sonra bozguna uğrayan Şah Kulu'nun sağ kalan ve İran'a sığınan yandaşlarını, Kervan soydukları bahaneyle öldürtmüştür. İçlerinden kendi siyasetine yakın gördüğü Ulama'yı "Han" yapmış. Aynı kişinin daha sonraları Osmanlıları safına geçtiğini görüyoruz. Ertesi yıl Nur Ali Halife'nin yükselttiği büyük bir Kızılbaş hareketini de görmezlikten gelmiş olan Şah İsmail, Ceyhun'un ötelerinde yayılmacılığını sürdürmektedir. Şah İsmail'in bu duyarsızlığını, . Bayezid'le iyi ilişkilerine bağlamak yanlıştır.Yöneticilerin de geleneksel telkinleri, dil ve kültür biçimlenmeleriyle İranlılaşma devlet siyasetinin egemen olması ve Caferi Şiiliğin öne çıkmaya başlaması, Gulat (aşırı) sayılan Kızılbaşlık siyasetinin geriye atılmasıyla ilgilidir. Aşağıda Çaldıran savaşını incelerken tüm bu siyasetleri biraz daha açıklığa kavuşturmaya çalışacağız.
(İsmail Kaygusuz, Görmediğim Tanrıya Tapmam, Kızılbaşlık ve Materyalizm, Genişletilmiş 2.Baskı, Su Yayınları, İstanbul,2009'dan)
[1] Bilindiği gibi geleneksel söylentiye göre, İmam Hasan ve İmam Hüseyin'den başlayarak, bir sonraki İmam'a ve soyundan gelenlere devredilen emanetler arasında "Al-Jafr", "As-Sahifa", "Al-Jami" "Fatima Mushafı" ve "Ali'nin Kur'an kopyası ve Tafsir'i" gibi kitaplar vardır. (Moojan Momen, agy. s. 150) Ayrıca Samanoğulları döneminde, 940'larda Nişabur'dan Çin'e elçi olarak gönderilen Arap gezgini ve coğrafyacısı Abu Dulaf'ın yapıtında söz ettiği; İmam Zeynelabidin'in oğlu Zeyd soyundan gelenler tarafından yönetilen Alevi Bagraç Türkleri arasında Sünni Kuran'ına benzemeyen bir (Ali) Kuran'ını bilinmektedir. (Abu Dulaf'tan aktaran Yakut, Mudjam al Buldan III, Beyrout–1376/1957, s. 441–442).
[2] Nejat Birdoğan, Anadolu ve Balkanlarda Alevi Yerleşmesi, İstanbul–1992, s. 288.
[3] H. R. Roemer, agy. s. 227.
[4] Bkz. Mustaufi'den aktaran B. S. Amoretti, agy. s. 617.
[5] R. M. Savory, The Cambridge History of Islam I, s. 401 ve The Cambridge History of Iran 6, s. 358 vd.
[6] Faruk Sümer, Safevi Devletinin Kuruluşu, s. 69–70.