Hacı Bektaş’ın Pir’i Gerçekten Hoca Ahmet Yesevi midir?
İsmail Kaygusuz
Çeşitli sağ parti iktidarlarında bakanlık görevlerinde bulunmuş, (ülkücü) Türk Milliyetçiliğinin kuramcısı ve Türk-İslam Sentezci Namık Kemal Zeybek Radikal Gezetesi’indeki köşesinde üç gün (17, 20, 24 Mart 2010 tarihlerinde) Hoca Ahmet Yesevi, Hacı Bektaş Veli ve Yunus Emre ilişkileri üzerinde her zamanki iddialarını yineledi. İlk yazısının girişinde “kimisi bilgisizlikten, kimisi art niyetinden, kimisi saplantıdan, kimisi dikkatleri üzerine çekmek için...Birileri var ki, gün gibi aşikâr bir gerçeğin aksini söyleyip duruyorlar; Hacı Bektaş Veli’yi Pir’inden, Hoca Ahmet Yesevi’den koparmak isteyenlerden sözediyorum”diyor.
Hünkâr Hacı Bektaş Veli ve Velâyetname’sindeki keramet söylencelerinin nesnel temelleri, Hacı Bektaş Veli’nin Mevlâna Celâleddin ve Şemsi Tebrizi ilişkileri ve Hacı Bektaş’ın bâtıniliği üzerinde birçok araştırma-inceleme yazıları yazmış olan bizi, sayın Zeybek yukarıda sıralamış olduğu kategorilerden hangisine sokmuştur(?) bilmiyorum. Ama, Hacı Bektaş’ın gerek büyüyüp yetiştiği yer ve dönemin sosyo-ekonomik ve siyasal koşulları açısından, gerekse inançsal bağlamda Yesevi tarikatının oluşumu ve gelişimini gözönünde tutarak, Ahmet Yesevi ile ilgisi olmadığını ısrarla ileri sürenlerdenim.
Ahmet Yesevi’yi Temsil Eden Bir Post Veya Hizmet Yoktur
Namık Kemal Zeybek’in dediğince “Hoca Ahmet Yesevi’nin, Hacı Bektaş’ın Pir’i olduğu gün gibi aşikâr bir gerçek” olmadığı gibi, ayrıca “Hacı Bektaş’ın izinden gidenlerin yüzlerce yıldan beri bilip durdukları, söyleyip geldikleri bir gerçek” de değildir. Eğer öyle olsaydı, Alevi-Bektaşi Görgü Cemleri’nde okunan gülbenk ve tercemanlarda, dâr’a durma, ikrar verme-müsahip tutma erkânlarında Muhammed-Ali’nin, Ehlibeyt’in, Oniki İmam’ların yanı sıra Selman-ı Pak’ın, Hünkâr Hacı Bektaş’ın, Hallacı Mansur’un, Nesimi’nin, Fazl(ullah)’ın, Abdal Musa’nın, Kızıl Deli Sultan’ın, Karacaahmet Sultan’ın ve birçok bölgesel erler-evliyalarla birlikte Ahmet Yesevi’nin de adı anılırdı. Hacı Bektaş Veli, Muhammed-Ali’yi temsilen Mürşid postunun sahibidir. Yukarıdaki isimlerin hemen hepsi bir postun (makamın), bir hizmetin sahibidir, kurucusudur-piridir. Hünkâr’ın piriyse, neden Alevi-Bektaşi cem törenlerinde Ahmet Yesevi’yi temsil eden bir post veya hizmet yoktur?
“Râviler şöyle anlatırlar” diye başlıyarak, Hacı Bektaş Veli ve Şeyh Lokman Perendi Menakıbnameleri’nden alıntıladığı bir-iki küçük paragrafı sunuyor. Yine aynı cümleyi yineleyerek, “Hünkâr Hacı Bektaş el-Horasanî (K.S.A) hazretleri, Ahmed-i Yesevi hazretinin huzurunda nasibini tam aldı...” diye sürdürüyor. Sonra yazar Hacı Bektaş’ın Ahmet Yesevi’nin izniyle ve görevlendirmesiyle Anadolu’ya geldiğinden öylesine emin ki, yapılmış olduğunu sandığı “nasip alma ya da yolu yürütmek için Pir’den icazet alma törenine” bizzat göz tanıklığı etmişçesine, -sanki eksiği ya da yarımı bulunurmuş gibi-“nasibini tam aldı ve sabah namazını kıldıktan sonra kapıdan çıktı” diyor yazısında. Sabah namazını kıldırmadan da yola çıkarmıyor, şeriat yükümlülüklerinden azade edilmiş Hakikat’in adamı Tanrı dostu (Veli)’nu.
Birincisi; böylesine tartışmalı bir konuda düşüncesinin doğru olduğunu kanıtlamaya çalışan bir yazar böyle “râviler ve rivayetlerle” konuşamaz. İkincisi: Yazarın alıntıladığı Hacı Bektaş Menakıbnamesi (Velâyetname) 1480’li yıllarda kaleme alınmış, Osmanlı padişahlarından II. Bayezid’in siyasetinin ürünüdür. Diğerinin yazılışı daha geç dönemlere rastlar. Oysa Velâyetname’den tam 130 yıl önce yazılmış Mevlevi Ahmet Eflaki Dede’nin Ariflerin Menkıbeleri’nde, Hacı bektaş’ın Baba Resul’un (Baba İlyas) halifesi olduğu yazılıdır. Üstelik keramet sahibi biri olduğu halde, abdest alıp namaz kılmadığı ve İslam şeriatının koşullarını yerine getirmediği belirtilerek Mevlana Celaleddin’e şikâyet edilmiştir. Ayrıca, aynı yıllarda yani 1350’lerde Elvan Çelebi’nin yazdığı Baba İlyas Menakıbnamesi (Menakıbu’l Kudsiyye fi Menasıbi’l Ünsiyye)’nde adı övgülerle üç kez geçmekte ve hem Makalat’ından ve hem de “Hacı Bektaş’ın esrarına ermiş” ve onun eserini Arapça’dan Türkçe’ye çevirmiş olan Said Emre’den sözedilmektedir. Babai Başkaldırısının önderi (Server-i leşkeran) Baba İshak tarafından Hacı Bektaş savaşın dışına çıkartılarak Bereket Hacı’nın yanına gönderilmiş olduğu anlatılmaktadır. (Yeri gelmişken söyleyelim; Menakıbname’lerde adı geçen -Hacı Bektaş Veli dahil-, “Hacı” lâkaplı kişilerin Mekke Hacılığıyla ilgisi yoktur; 11.yüzyılın sonlarından itibaren Suriye’de, Rum Diyar’ında (Anadolu) gezgin batıni Dai’lerine halkın arasında “Hacı” denildiğini tarihçi Urfalı Mateos yazmaktadır. ) Neden bu yapıtlarda Hoca Ahmet Yesevi’den tek söz edilmemektedir? Bir çeşit kuraldır; bir kişi övülürken veya yerilirken, onu yetiştiren de zikredilerek bunlardan payını alır. Özellikle Baba İlyas’ın torununun oğlu olan, Makalat’ı okumuş Elvan Çelebi bunu nasıl bilmezdi? Çünkü gerçek değil, sonradan yakıştırılmış bir ilişkidir bu.
Hacı Bektaş Veli’nin kabul edilen doğum tarihinden (1209) tam 40 yıl önce ölmüş bulunan Hoca Ahmet Yesevi nasıl Hacı Bektaş’a nasip verip, “Rum Erenleri’ne baş olarak” gönderiyor? Ve Türk-İslam sentezcilerine göre “Anadolu’luyu türkleştirmek, islamlaştırmak ve Türkçe’yi yaymak” görevini yüklüyor Hacı Bektaş’a Pir-i Mugan Hoca Ahmed-i Yesevi!
Namık Kemal Zeybek’in Kanıtlarının Mantıksal Bir Yanı Yoktur
Daha önceleri pir-i fani Lokman Perendi’yi araya koyarak Hacı bektaş’ı Ahmet Yesevi’ye bağlıyorlardı. Onun aracılığıyla Yesevilik eğitimi aldırtıyorlardı, inandırıcı olamadılar. Sarılacak yeni iplerin peşine düştüler. Namık Kemal Zeybek sözde kanıtlarını sıralamaya başlıyor:
“Ahmet Yesevi Hazretleri’nin 126 yıl yaşadığı; 1166’nın ölüm tarihi değil, ölmeden önce ölüm tarihi olduğu bugün artık biliniyor. Dolayısıyla ikisinin görüşmelerinin tarih açısından mümkün olmadığı savı artık bırakılmalıdır.” Mademki Ahmet Yesevi’nin 126 yıl yaşadığı ve 1229-30’da öldüğü artık biliniyorsa, kuruluşunda büyük hizmeti geçen ve 13 yıl boyunca (1993-2006) Mütevelli Heyeti Başkanlığı yaptığı Türkistan kentindeki Hoca Ahmet Yesevi Üniversitesinin resmi web sitesinde neden hâlâ “Ahmet Yesevi’nin hayatı menkıbelere dayanmakta ve 1166’da 73 yaşında öldüğü tahmin edilmektedir” yazılıdır? O metni düzeltecek gücü yok mudur sayın Zeybek’in? Düzeltemez, çünkü Üniversitelerde menkıbeler-efsaneler değil, nesnel ve bilimsel bilgiler temel alınarak gerçeğe ulaşılır. Doğaüstü olayları, kerametleri içeren efsanelerin özündeki nesnel temeli yakalayamadığınız takdirde onu bir tarihsel gerçeklik olarak sunamazsınız.
Namık Kemal Zeybek’e göre 1166 yılı, biyolojik ölüm tarihi değil “ölmeden önceki ölümü”nün tarihiymiş! Sünni ve Şii okuyucular, Alevi-Bektaşi inancında çok önemli bir ilke olan bu kavramın anlamını bilmezler ve ahiret inançlarına da ters düşer. Belli ki sayın Zeybek’in kendisi dahi –her nekadar kendisiyle aynı düşünce ve anlayışta bulunan Cem Vakfı çevresinde Alevilik-Bektaşilik üzerinde konferanslar veriyorsa da- “ölmeden önce ölme”nin Aleviler için ne denli önemli olduğu ve ne anlama geldiğini pek bilmediği için yersiz biçimde kullanıyor. Alevi-Bektaşi inancında, yola giren yani ikrar veren ya da müsahip tutan canlar, Görgü Cemi’nde bu erkânların uygulandığı törenlerden geçtiği zaman “ölmeden önce ölüp, yeniden dünyaya gelmiş” kabul edilir. Bu ikinci dünyaya gelişiyle yol eri-yol talibi olmuş ve “anası” da, ikrar verip el aldığı dede, piri veya mürşididir. O tören sırasında Dede “bu yol ateşten gömlektir, demirden leblebidir; giyebilirsen, yiyebilirsen gel! Gelme, gelme! Dönme, dönme! Gelenin malı, dönenin canı! Ölmeden önce ölünüz, hesabınızı burada (ahirette değil, İ.K.)görünüz...”diye dua verirken bu ağır kuralları açıklar. Bunları kabul eden talip, ölmeden önce ölüp, yeniden doğmuş olur. Edip Harabi bir nefesinde bunu açıkça vurgular: “On yedi yaşımda doğdum anadan/Mehmet Ali Hilmi Dedebaba’dan”
Eğer 1166 yılı, Hoca Ahmet Yesevi’nin Hikmetler’de anlatıldığı üzere Arslan Baba’nın talibi olarak, ona ikrar verip el aldığı tarihse, yazar bunu açıklamalıdır. Bunu yapamaz, çünkü onun kastettiği bir söylencesel olayın başlangıcı. Yesevi dervişlerinin Pir’leri hakkında anlattığı ve halkın arasına yayılmış bir menkıbenin, bir olağanüstü öykünün başladığı tarihtir 1166 Zeybek’e göre. Kuşkusuz gazete köşesinde kendi Üniversitesinin önemseyip sitesine koymadığı bu menkıbeyi anlatmıyor, çünkü kendisine bu nasıl bilimsel anlayıştır diye sorulacağını biliyor.
Öyküyü birkaç cümle içinde biz verelim: İmam Ali’nin oğlu Muhammed Hanefi soyundan geldiğine inanılan Hoca Ahmet Yesevi, Muhammed Peygamberin dünyadan göçtüğü 63 yaşına gelince, yeryüzünde ondan daha uzun süre yaşamak istemeyip, yeraltında hazırlanan çilehaneye çekilmiş ve yeryüzünde yaşadığı kadar da yeraltında çilede kalmıştır. Yani, bir daha gün ışığı görmeden 63 yıl da orada yaşıyor. Mezarı, 15.yüzyılda Timur tarafından yapılmış olan anıtsal türbesinin üzerine kurulduğu yerin-zeminin altındaki bu hücrede bulunmaktadır. Rus araştırmacılarının Hikmetler’de de geçen bu söylenceyi yayınlamış olmaları bilimsel bir açıklamaymış gibi değerlendirilerek, sözde Hacı Bektaş’la görüşmüş ve ondan nasib olmış olmasına kanıt gösteriliyor. Böylece Pir-i Mugan Ahmet Yesevi 126 yıl ömür sürmüş gösteriliyor; 63 yıl yer yüzünde, 63 yıl da yer altında.. Demek ki Namık Kemal Zeybek’e göre, Ahmet Yesevi Hacı Bektaş’a yer altında “tam nasip(!)” vererek onu Rum Erenleri’nin başına gönderiyor . Bu mudur bilimsel anlayış, kendi deyimiyle “bilimlik zihniyet”?
İleri Sürdüğü Örnekler Yanlışlığı Kanıtlıyor
Namık Kemal Zeybek ikinci yazısında, Hacı Bektaşa’a ait olduğu ileri sürülen Fevaid’den, sözde Hoca Ahmet Yesevi ile arasında geçtiği anlatılan birkaç olay ve konuşma örnekleri veriyor. Sormak lazım Zeybek’e, acaba bu konuşmalar(!) yeraltındaki çile hücresinde mi geçti? Öyle ya onun dediğince yeraltına girişinin 43.yılında Hacı Bektaş doğduğuna göre, 120 yaşın üzerindeyken buluşmuş oluyorlar. Eğer gerçekten var olmuşsa, neden bu kadar önemli bir olay hakkında Fevaid’de ya da Velayetname’de bilgi yoktur?
“Hacı Bektaş’ın çok yakınında bulunduğu besbelli bir talibinin yazdığı eserdir”diyor Fevaid için. Bu sözüyle, kitabın Hacı Bektaş tarafından yazılmadığı ve ona ait olmadığını itiraf etme tuzağına düştüğü bir yana, hiç de ciddi bir tanıtım değil. Kişiye özgü orijinal elyazmalarının bile yüzyıllar boyu istinsah edenler (kopyalayanlar) tarafından inanç ve düşünceleri doğrultusunda yetenekleri, bilgi düzeyleri oranında , nasıl müdahele edilip değiştirildiği genişletildiği, aslında tahrif edilip yalan ve yanlış bilgilerle saptırıldığı çok iyi bilinir. Ancak bunları amaçları doğrultusunda kullananların ise “geliştirilmiş düzeltilmiş nüshalar” olarak adlandırdıklarına da her an tanık olmaktayız.
Bugün gerçekten diyebiliriz ki, birçok nüshaları “tahrifata uğramışsa da Hacı Bektaş’a ait olduğu kesin olarak kanıtlanabilen tek yapıt Makalat-ı Hacı Bektaş Veli’dir. Onu Arapça’dan düzyazı Türkçe’ye ilk çeviren Hacı Bektaş’ın çağdaşı ve halifelerinden biri olan Said Emre’dir. 16.yüzyılda yaşadığı düşünülen Alevi-Bektaşi ozanı Virani Abdal’ın İlm-i Cavidan adıyla yayınlanan eserinde Makalat-ı Hacı Bektaş Veli’nin adı zikredilerek ve zikredilmeden de Makalat’tan birçok alıntılar yapılmıştır. (Haz. Doç. Dr. Osman Eğri, İlm-i Cavidan Virani Baba, Türkiye Diyanet Vakfı, Ankara, 2008) Ayrıca 14.yüzyılın sonlarında yaşamış, Kızıl Deli Sultan’ın dervişlerinden Sadık Abdal’ın divan şiiri kalıpları kullanarak yazdığı ve yeni yayınlanan Divan’ında (Haz. Dursun Gümüşoğlu, Sadık Abdal Divanı, Horasan Yayınları, İstanbul, 2009) hem Hacı Bektaş Veli, hem de Makalat hakkında hakkında bilgi verilmiştir. Şimdi soralım: Fevaid’de aralarında konuşmaları, kerametleri anlatılan Ahmet Yesevi’nin, Hacı Bektaş’ın gerçek eseri Makalat’ta, neden adı geçmez; onun düşünceleri, öğütleri ve konuşmaları yer almaz?
Divan-ı Hikmet’e Gelince
Kuşkusuz soruya yanıt olarak hemen Divan-ı Hikmet’te geçen dört kapı ve kırk makamı anlatan bir (hikmet) manzume verilecektir ki, zaten Zeybek aralarındaki ilişki ve etkilenmeler için en güçlü kanıtlar olarak bunu ve Yunus Emre’nin “Bana seni gerek seni” şiirine yapılmış nazireyi göstermiştir. O zaman Hikmet’ler üzerinden biraz durmamız gerekecek.
Divan-ı Hikmet ya da Hoca Ahmet Yesevi’den Hikmetler olarak Türkiye Türkçesi’ne çevrilip ciltler halinde devlet kurumları tarafından birkaç baskı yapılarak on binlerce adet yayınlanmış bu eserin kaleme alındığı tarihi, -15.yüzyıl diyenler varsa da- 17.yüzyıldan geriye gitmemektedir. Bu kuşkusuz, Yesevi tarikatı dervişlerinden (Şaban Durmuş adında) biri tarafından Karahanlı lehçesinde Hace Ahmet Yesevi tapşırmasıyla Hikmetler (ölçülü uyaklı şiirler, manzumeler) yazıldığı ve ona aitmiş gibi gösterildiği bilinen önemli bir edebi eserdir. Ancak Hoca Ahmet Yesevi’nin gerçek batıni tasavvufi düşünce ve inancının yokedilip, sünni tasavvufu çerçevesine neredeyse Nakşibendilikle eşleştirilen Yesevilik tarikatının propagandısının yapıldığı, içinde yeni bulunanlarla iki yüze yaklaşan Hikmet’in bulunduğu manzum bir eserden başkası değildir. Bizce Ahmet Yesevi’yle tek ilişkisi, şiirlerin sonunda bazan “kul”, bazan “sultan” sıfatlarıyla Hace Ahmet adının kullanılmış olmasıdır. Tıpkı yaşamı karanlık Uzun Firdevsi’nin 15.yüzyılın sonlarında yazdığı ve Hacı Bektaş’ı Sünni İslamın koşullarına sıkıca tutunan bir ermiş zahid olarak gösterdiği ve II.Bayezid’e sunduğu Velâyetname’nin Hünkâr’ın kendisi tarafından yazılmış olduğunu iddia etmeye benzer Divan-ı Hikmet’in Ahmet Yesevi’ye aidiyatı. Velâyetname’de Hacı Bektaş Veli’yi Ahmet Yesevi’ye bağlayan bir tarikat zincirinin oluşturulması da, Divan-ı Hikmet şairinin Makalat’tan dört kapı kırk makam öğretisini alıntılayarak şiirleştirip Hikmetler’in içine sokuşturması ve Yunus’un bir şiirine nazire (benzek) yapması da propaganda amaçlıdır. Osmanlıların kendilerini Selçukluların ve özellikle Sultan Alâaddin Keykubad’ın ardılı göstererek bir kök oluşturma siyasetinin, 15.yüzyıldan itibaren Hacı Bektaş ve Ahmet Yesevi ilişkisi yaratarak, Alevi-Bektaşiliğin Sünnileşmiş Yesevilik’le bağdaştırmaya yönelik uzantısıdır.
Hoca Ahmet Yesevi’den üç ya da beşyüz yıl sonra Hikmetleri yazan bu Yesevi dervişinin (Şaban Durmuş’un) Anadolu’da konuşulan Türkçeyi çok iyi bildiği, Anadolu kökenli olduğu anlaşılıyor. Onun bu yüzyılların Karahanlı lehçesinde, tam tersine Makalat’tan ve Yunus’tan esinlenip yazdığı şiirleri, 12.yüzyılda Ahmet Yesevi tarafından yazılmış olduğunu iddia edilerek Hacı Bektaş’ın ve Yunus’un hatta daha ileri gidilerek (Türk-İslam sentezcileri ve ulusçu- milliyet çevrelerin web sitelerinde çokça rastlandığı gibi) Kaygusuz’un Pir Sultan Abdal’ın vb. ozanların yarattığı Alevi-Bektaşi Halk Edebiyatının esin kaynağı olarak gösterilmesi ve oralara bağlanmasının bilim ve mantığa sığar yanı yoktur.
O yüzyılın Yesevi tarikatı propagandası, bugün Türk milliyetçiliğinin ve Tük-İslam sentezi ideolojisinin, Aleviliğin Türk İslamlığı, Türklüğün dinsel inancı olduğunu yayarak, Aleviliği etnisiteye indirgenmesi çabasına dönüştürülmüştür. Türklüğün egemen etnik öge olduğunu gözönüne alırsak, “Alevilik Kürtlüktür” diyenler kadar, hatta daha tehlikelidir bu bu çaba. Her ikisi de Alevilik inancının evrenselliğine vurulan birer darbedir.
Hoca Ahmet Yesevi’yi Önemsiyoruz, Karşı Değiliz
Bu yazımızla bizim ilk Türk mutasavvıf olarak nitelenen, aslında bir batıni olan Hoca Ahmet Yesevi’ye karşı olduğumuz anlaşılmasın. Onun Ortaasya Türkleri arasında Hikmet’ler (hece ölçülü uyaklı şiirler) söyleme geleneğini başlatmış ve Muhammed Hanefi’den indiği bilinen Ali soylu bir veli olarak bunlarla batıni inancın yayılmasını sağlamış olması büyük olasılıktır. Unutmayalım ki, Ahmet Yesevi’nin yaşadığı bölgeler, 1090 yılında Hasan Sabbah tarafından kurulmuş Alamut devletinin, yani batıni Nizarilerin propaganda alanlarıydı. Selçuklu sultanı Melikşah’ın ölümüyle (1092) oğulları arasında yıllarca süren iktidarı ele geçirme kavgaları ve 1150’lerdeki büyük Oğuz-Türkmen isyanı benzeri siyasal-toplumsal olaylar Alamut Nizari İsmaili devletinin gelişmesine ve Batıni/Aleviliğin hızla yayılıp güçlenmesine yardımcı olmuştu. 1164 yılı Ağustos’unda Alamut Nizari İmamı II. Hasan Zikrihi‘s Selam, ortaya çıkarak Büyük Kıyamet dönemini başlattı. Artık devr-i satr’ı (gizli dönem) kapatılmış, devr-i keşf (açık dönem) başlamıştı. İmam II. Hasan Büyük Kıyamet’le (Yeniden Diriliş) birlikte, “tatil-i şeriatı ”başlatarak, o günün dünyasına batıniliğin açık duyurusunu yaptı. Fergana vadisinden Akdeniz-Lübnan kıyılarına kadar uzanan Sünni Abbasi Halifeliği ve vassal emirliklerinin topraklarında kurdukları çok sayıda Daru’l Hicra kaleleri, kasaba ve kentleriyle Alamut Nizari sosyalistik federe devletinin yükseldiği bu dönemin toplumsal ve inançsal koşullarından Ahmet Yesevi’yi soyutlayıp, onun Sünni mutasavvıf olduğu iddia edilemez. Ama kendisinden çok sonra gelenlerin yarattıkları Yesevi tarikatını ve özellikle üç ya da beş yüz yıl sonra yazılmış Şaban Durmuş’un Hikmetleri’ni de ona maledemezsiniz. Ve de bu yolla Ahmet Yesevi’nin Hacı Bektaş’ın Pir’i olduğu üzerinde ısrarcı olamazsınız, olunmaması gerekir.
Son söz olarak diyoruz ki, Hace Ahmet Yesevi, yaşadığı dönemin toplumsal ve siyasal hareketlerinin yaşadığı bölgeye yansımaları çerçevesinde yeniden ele alınıp incelenmelidir.