İsmail Kaygusuz
ŞEMS'İN TARİHSEL, İNANÇSAL, SİYASAL KONUMU VE KATLEDİLMESİ SORUNSALININ ÇÖZÜMÜ ÜZERİNE BİR ARAŞTIRMA
1. Şemseddin Muhammed Tebrizi (1183/4-1247/8)
Şemseddin Tebrizi (1183/4-1247/8) bir batıni İsmailidir. Ancak sıradan bir İsmaili değil; Şems(Güneş), Şems-i Tebriz (Tebriz'in Güneşi), Şemseddin Tebrizi (Tebrizli din güneşi), Şemseddin Muhammed, Şemseddin bin Hasan-i İhtiyar, Pir Şemseddin el-Tabriz vb. farklı adlarla çağrılan, İsmaili İmamları soyundan Huccet (zamanın İmamıın tanığı, vekili) makamında bulunan bir sufi, mutasavvıf düşünür ve bir dava adamıdır. Aynı zamanda onu, yaşamının değişik dönemlerinde yönetici, siyaset adamı, askeri komutan ve diplomat olarak görmekteyiz. Mevlana Celaleddin Rumi'nin batıni öğretmeni Şemseddin Muhammed Tebrizi'nin Alamut İsmaili İmamı Celaleddin Hasan III'ün (1166-1221) oğlu olduğunu Devletşah, 1487 yılında tamamladığı "Tazkirat al-Şuara" (Ozanların Yaşam Öyküleri) yapıtında yazmakta ve çocukluğuna dair bazı bilgiler vermektedir. Ne varki bu bilgiler ciddi bir biçimde ele alınmamıştır. Hatta İsmaili yazarlar bile bu konuda dikkate değer bir araştırma yapmamış görünüyor; sadece onun büyük bir İsmaili dai'si olduğunu söylemekle yetinmişlerdir...
Şimdi, Şemseddin Tebrizi üzerinde özetlediğimiz görüşlerimizi nasıl kazandığımızı ve çeşitli kaynaklardan edindiğimiz bilgileri karşılaştırıp yorumlayarak, bu sonuçlara nereden vardığımızı aşağıdaki araştırmamızda göstermeye çalışalım:
1. Şemseddin Tebrizi'yi Önce Vilayetname'den Okuyalım
Hacı Bektaş Veli Vilayetname'si ve Ahi Evren Menakıbname'sindeki Şems-i Tebriz'e ilişkin bilgilerin çok büyük bölümünün mevlevi kaynaklardan alındığı anlaşılıyor. Ancak çoğu Menakıbname yazarlarının ve yazdıranların -Mevlevilerin yaptıkları gibi- güncel siyasetlerine uydurulmuştur. Yine de bazı tarihsel olayların yansıtılmasında farklılıklar bulunmaktadır. Mevlevi kaynaklarından alıntı olmasına rağmen bir doğru tarihlemeyi ve bir ilişkiyi gösteren örneği verelim:
“Molla Celaleddin'i, Şems-i Tebriz derviş yaptı. Nasıl derviş yaptığını anlatırsak, anlatacağımız şeyleri anlatmaya vakit kalmaz. İsteyen Molla'ya ait menakıpta (Mevlana ve çevresini anlatan Ahmet Eflaki'nin Ariflerin Menkıbeleri sözkonusu ediliyor. İ.K.) bulabilir. Molla (Mevlana) derviş olunca şehrin bütün bilginleri, Selim Han-ı Gazi oğlu(?) Kılıçarslan oğlu Sultan Aliyüddin Keyhusrev'e gidip, bir derviş geldi dediler, ne yaptıysa yaptı, Molla Celaleddin'i bizden ayırdı. Emret bize katılsın. Padişah, o dedi, bunca kitap okumuş, bunca bilgili bir er, erenlerden biri gelmiş onu derviş yapmış, o da dervişlere katılmış, şimdi ben gel, dön onlara katılma diyemem, bu doğru değil, ben diyemem. Bilginler, padişahın bu sözüne çok incindiler. Yanından çıktılar, böyle zalim bir padişahın yanında oturmamız caiz değildir, dediler. Hepsi birden, bir perşembe günü Konya'dan çıkıp Arabistan'a doğru yola koyuldular...”
1244 yılının Ekim ayı içinde Konya'da Mevlana ile buluşmuş. Gölpınarlı'nın yaptığı hesaba göre, “bu ilk gelişinde Konya'da 15 ay yirmi beş gün, gün hesabıyla da dörtyüz altmış sekiz gün oturmuştur ki gidişi 1246 Şubat'ının 15. gününe rastlamaktadır.” Vilayetname incelemesinde (s. 116) A.Gölpınarlı her ne kadar, “Selçuk soyunda, Sultan Alaaddin Keyhusrev İbni Kılıcarslan İbni Selim Şah-ı Gazi yoktur” diyorsa da, Konyalı bilginlerin huzuruna çıktığı sultan, yanlış kayda geçirilmiş Alaaddin oğlu I Gıyaseddin Keyhusrev'den (1237-1245) başkası değildir.
Mevlana'yı Şemseddin'e aşırı bağlılığından ötürü ona şikayet etmişlerdir. Gıyaseddin Keyhusrev 1245 yılı sonunda öldüğüne bakılırsa Şems-i Tebriz bir yıl içinde Mevlana'yı, tüm zahiri inanç ve bilgilerinden arındırarak batıniliğe çevirmiş ve onu derviş yapmıştır. Yine Vilayetname'ye (s.50) göre, sözde kendilerini dinlemeyen Sultanı, zalim padişah olarak niteleyerek kenti terkeden Konya'nın büyük din bilginlerini, Denizli'den “üç adımda” atlayarak önünü kesen ve onları Konya'ya döndüren Ahi Evran olmuş.
Gölpınarlı'nın Vilayetname'nin sonuna koyduğu (s.91-97) Ahi Evren Menakıbnemesi'nden alınan Şemsi Tebrizi'ye ilişkin bölümde, Molla Hünkar'ın kendisinden bir Dede istediği ve Hacı Bektaş Veli'nin bu isteğe karşı davranışı şöyle anlatılmakta:
“Eğer derviş matlup (aranılan) edeydi biz kendümiz gitmek lazım gelürdi, ancak mabeynimizde (kapımızda) otuzaltı bin halifemiz vardır, birini irsal ederiz (göndeririz)' deyü buyurdılar. Dönüp etrafına nazar eyleyüp,'kangınız gidersüz?' deyü nutuk buyurdılar. Cümlesi sükuta vardı. Şems-i Tebrizi yerinden durup, 'Erenler Şahı ben giderim' dedi Hazreti Hünkar'ın mübarek nutkından öyle bir çıktı ki, 'benlik ile meydane geldün, ‘baş ile git başsız gel' dedi Derhal Şemsi Tebrizi Hazreti Hünkar'ın elini öpüp yola revan oldu...”
Daha önce bizim de kabul etmiş olduğumuz, yani “Şemsi Tebrizi'yi Mevlana'ya gönderen Hacı Bektaş'tır” varsayımı doğru olamaz. Yukarıdaki paragrafta belirtildiği biçimde Şems-i Tebrizi, Hacı Bektaş'ın otuzaltı bin halifesinden biri değildir; tam tersine Hacı Bektaş Veli bir batıni dai’si olarak, kendisinden en az otuz yaş büyük ve baş Dai ya da Huccet olan Şems-i Tebrizi'ye bağlıdır. Şems yeri geldiğinde genişçe açıklayacağımız üzere Alamut tarafından görevlendirilmiştir; İsmaili dava için Rum'da bulunmaktadır. “Baş ile git başsız gel” ilkesi İsmaili öğretisinde, bir görevi yerine getirmeyi üstlenen dai'ler ve fedai'lere verilen buyruktan başkası değildir; onlar başlarını kaybetme pahasına işlerini başarmak zorundadırlar. Nitekim yine aynı Menakıbname'ye (s.95) göre; katledilen Şems kafası koltuğunun altında semah dönerek Hacı Bektaş dergahının kapısı önünde görülür. Hacı Bektaş Veli de ona, “başını al, var, makamınTebriz memleketinde olsun, seni isteyen anda arsın bulsun; durma tiz git” der. Biz bu söylemi de, Hacı Bektaş Veli'nin Şems'in kafasının kesildiği haberini, Tebriz'deki İsmaili dai'si aracılığıyla Alamut'a bildirmesi olarak değerlendiriyoruz.
1. 2. Mevlevi Kaynaklarında Şemsi Tebrizi
A. Gölpınarlı'nın Eflaki'nin Ariflerin Menkıbeleri ve Sultan Veled'in İbtidaname'sinden verdiği bilginlerin ve Mevlana müritlerinin ilk başkaldırma olaylarına ilişkin örneklerde Sultan'a şikayet görülmediği gibi, Eflaki'de tarihsel yanılgılar kadar isim yanlışları da sözkonusudur. Örneğin, Sadreddin meclisinde Mevlananın Şems'in yanını başköşe olarak niteleyip oturtmasına bilginlerin tepkisi olayı Celaleddin Karatay'ın yaptırdığı medresesinin açılışında geçmekte. Üstelik bilginleri kızdıran bu olay güya Şems-i Tebriz'in Konya'da tanınmasına neden olmuş. Oysa Konya'daki Celaleddin Karatay Medresesi'nin 1251-1252 yılları arasında, Şems-i Tebriz'in öldürülmesinden dört-beş yıl sonra yapıldığı bilinmektedir. Ayrıca bir göz tanığı olarak Sultan Veled'in İbtidaname'sinde yazılı olanlar, bırakınız bilginlerin-müritlerin Konya'yı terketme niyetlerini, Şems'in ölümle tehdit edildiğini göstermektedir:
“(Mevlana'yı) hepsi de kınamaya koyuldu. Gerçekten haberleri olmayan ve bir sürüye benzeyen o müritler birbirlerine, neden şeyhimiz onun (Şems) gibi birine kapılsın da bizden yüz çevirsin. Hepimiz kişizadeyiz, ünümüz var...Mevlana bizim yüzümüzden tanınd Dostu sevindi, düşmanı kahroldu. Bu böyleyken, kim oluyor bu Şemseddin ki şeyhimiz ona kapıldı, yüzümüze bile bakmıyor. Artık yüzünü göremez olduk. Büyücü müdür nedir? Sihirle kendini şeyhe sevdirdi, şeyhi meftun ett Ne aslı belli, ne nesl Nereli olduğunu bile layıkiyle bilmiyoruz. Halk vaazdan mahrum kaldı, kutlu talihimiz döndü diyorlard Bazan Şemseddin'i gördükçe kılıçlarına el atıyorlar, yüzüne karşı ona sövüyorlardı. Hepsi Şems'in Konya'dan gitmesini yahut da ölmesini istiyordu.”
“İntihaname'de de Şems'in Mevlana ile buluşmasını anlattıktan sonra (Sultan Veled); 'halk o sadakatı, o vefayı o coşkunluğu, o şevki ve o sevgiyi görünce hasede düştü, herkes kınamaya koyuldu. Şeyhler, büyükler, yüce kişiler, bu adam ne biçim adamdır ki Mevlana'yı bu hale getird...diye apaçık ve topluluk içinde söylenmeye başladılar' diye anlatıyor.”
Ahmet Eflaki’nin Ariflerin Menkıbeleri ve diğer bazı mevlevi yapıtlarında Şems-i Tebrizi’nin yaşamı, yetişmesi üzerinde saklı bilgiler ve onun batıni (İsmaili) Dai’liğine ilişkin ipuçları vardır. Onları özetle aşağıda sergilemeye çalışacağız.
Abdülbaki Gölpınarlı, “Şems, Konya’ya gelmeden önce ne yapıyordu, neredeydi?”diye soruyla başlıyor onu tanıtmaya:
“Bu hususta Makalat’ından bazı bilgiler ediniyoruz. Pek çok yer gezdiği ve bir yerde azıcık tanınır tanınmaz oradan göçtüğü için kendisine Uçan Şems (Şems-i Perende) dedikleri gibi, olgunluğu nedeniyle Kamil-i Tebrizi de derlermiş. Bu ikinci lakab, Makalat’ta da (Fatih nüsha. 41.b) bulunmaktadır.”
Şemseddin Tebrizi’nin öbür adının Muhammed olduğunu da biliyoruz: Bir gönül adamı olan Kutbeddin İbrahim bir gün Konya’da Pazar yerinde Şems ile karşılaşır ve “Tanrıdan başka Tanrı yoktur ve Şemseddin Tanrının elçisidir (Lailahe illa-llah Şemsüddin Rasul-Allah)” diyerek diliyle şehadet getirir. Bunu duyan halk onun çevresini sarar ve içlerinden biri de onu dövmeğe başlamaz mı? Hemen Şemseddin araya girip, öyle bir feryad koparır ki, saldırgan oracıkta düşüp ölür. Bunun üzerine Şemseddin Kutbeddin’in elini tutarak bir köşeye çekip, ona : “Benim de adım Muhammed’dir; ama senin, Muhammed Tanrının elçisidir demekliğin lazımdı. Halk damgasız altını tanımaz” demiş.
Gölpınarlı’nın, Eflaki’nin anlattıkları ve Şemseddin’in Makalat’ından derlediği bilgileri özetle şöyle verebiliriz:
Şemseddin Erzurum’da bir süre öğretmenlik yapmıştır. Kendi Makalat’ında bir öğrenciye üç ay içinde Kuran okumayı öğrettiği ve hatta öğretmenliği sırasında çocuklara kızıp onları falakaya yatırdığı da yazılıdır. Eflaki Şems ile ilgili pek çok bilgiyi bu Makalat’tan almış bulunmaktadır. Şems, nereye gelirse orada Kervansaraylara konmaktadır. Bu Kervansaraylarda, bir Kalenderi dervişi gibi kalırken ne tekkelere ne de medreselere uğrardı. Niye tekkeye gitmediğini soranlara: “Bizde o güç ve kudret yok ki, derdi; kendimi tekkeye layık bulmuyorum. Tekke pişip olgunlaşmak, yetişip gelişmek kaydında olanlar için yapılmıştır. Ben onlardan değilim.” O zaman Medreseye neden gelmediği sorulduğunda: “Tartışmalara girişecek adam değilim ben. Lafza göre mealen mana versem bahsedemem (Her sözün dışsal anlamını versem, benim işim değil yapamam. İ.K.). Kendi dilimce tartışmalara girişsem gülerler, kâfir derler (Hal diliyle konuşsam, batıni yorumlara (tevil) girsem anlamazlar ve bana dinsiz derler, anlamında İ.K.). Ben garibim, garibin yeri kervensaraydır' diyordu Şemseddin.”
Gölpınarlı, Makalat’ta anlatılanlara dayanarak, onun bir sohbet arkadaşı aramak için Tebriz’den ayrıldığını; Mevlana ile buluşuncaya kadar görüşüp konuştuğu kimselerin hiçbirine kapılmadığını, hepsine yukarıdan baktığını düşünüyor. Gerçekte, Şemseddin bir yabancı olarak ve Kalenderi kılığında gizlenerek dolaşmasının nedenleri vard Mevlana’ya ulaşması ve onu tasavvufa yönlendirmesi görevini yüklenmişt iZamanı geldiğinde ise kendisini İsmaililiğe davet edecekt Zaten Mevlana aşağıda görüleceği gibi ona ‘davetçi’, yani Dai demekteydi/
Selçuklu Sultanı Keyhusrev’in (1237-1245) her taşın altında bir Babai aradığı, yani Batıni inançlı Türkmenlerin şiddetle koğuşturulduğu, yakalananların başlarını uçurulduğu yıllardı. Öbür yandan İran’ı, Horasan ve Azerbaycan’ı ezip geçmiş olan Moğollar, önlerinden kaçan Harezmilerin peşinden Doğu Anadolu’ya girmişler. Adı geçen bölgelerde sadece Alamut Nizarileri (İsmaililer), çeşitli anlaşma ve savunma yöntemleriyle Mogolların kıyımlarından şimdilik kurtulmuş durumdaydılar. İşte böyle bir zamanda Nizari İsmailileri eski Kuhistan valisi/muhtaşim (1224-1226) Şemseddin Muhammed, Alamut tarafından büyük davetçi (Dai al-Duat, huccet) olarak Rum'da (Anadolu'da) görevlendirilmişt Kendisi olasılıkla 1227-30 yıllarından1240'lara kadar, İsmaili dava'yı yayma görevini büyük başarıyla yönetip, etkinliklerini Badakhshan’dan Kashmir üzerinden, Pencap ve Sind’den, Mutan’la Gucerat’a kadar, merkezler kurarak düzene sokmuştu. Kısacası Şemseddin Tebrizi ve Mevlana buluşması olarak İslam mistisizmi (tasavvuf) tarihine geçen olay, olağan İsmaili Dava (misyonerlik) siyasetinden başkası değildi. Dai’lerin dolaştığı yerlerde en tanınmış Sünni (ortodoks İslam) din adamları, ozanları, kadıları, mütefessirleri (Kuran yorumcuları) ile buluşup, açık tartışmalara girmesi ve onları altetmesi en başta gelen görevleriyidi. Çok kez de kendi din bilginlerini altederek, onları inançlarına çevirme korkusu duyan topluluklar bu kişileri kentlerinden kovmuş ya da ortadan kaldırmışlardır.
Bizim düşüncemize göre, Alamut baş dai’lerinden Şemseddin Muhammed Tebrizi ilk önce, dostu ve kendi yetiştirmesi (öğrencisi), dai meslekdaşı; otuz beş yaşlarında bulunan Hacı Bektaş’a uğraması gerekiyordu. Hacı Bektaş ise o yıllarda, durmadan yer değiştirmekte ve Baba Resul’un sağ kalmış halifeleriyle buluşup görüşerek birlik sağlamaya, Sulucakarahüyük dergahının temellerini atmaya çalışıyordu.
Şemseddin Tebrizi, ısrarlara rağmen öğretmenlik yaptığı Erzurum’dan hemen ayrılmış olduğu anlaşılıyor. O, ne burada ne de diğer Rum (Anadolu) kentlerinde, Gölpınarlı’nın farkına vardığı, ama söyleyemediği davetçiliğini öne çıkarmıştı. Şemsi Tebrizi, döneminde Rum’un en büyük bilgini, bilgesi ve şairi, aynı zamanda Emirlerin ve Sultanların gözdesi Mevlana Celadeddin’i hedef seçmiş bulunuyordu.
1. 2. a Şemseddin Muhammed Tebrizi’nin Konya’ya gelişi, İzlediği Yol ve Amacı
Şemseddin Tebrizi büyük olasılıkla, Mogol hanı Baycu’nun 1242 yılını 43’e bağlayan kış kuşatmasından Erzurum’dan önce ayrılmıştı. Mogollar, mevsimin koşulları altında çok güç olacak bir kuşatma yapmaksızın bu kenti almayı başarmış. Böylelikle, Anadolu’nun anahtarını ele geçirerek, baharda Rum ülkesini işgale başlamışlardı. Selçuklu Sultanı Keyhusrev komşu prensliklerden yardım istemiş ve birliklerin Sivas’ta buluşması kararlaştırılmıştı. Ancak Sultan onları beklemeden Erzincan eyaletindeki Köse Dağı boğazında Baycu Hanı karşıladı. 26 Haziran 1243 günü akşamı olduğunda artık Selçuklu ordusu diye birşey kalmamıştı. Sultan Tokat’taki hazinesini alıp Ankara’ya kaçt Aynı yıl içinde Mogollar Sivas’ı kolayca ele geçirmiş, ancak Kayseri’de Ahilerin ve Türkmenlerin büyük direnişiyle karşılaştıklarından epeyce zorlanmışlar; kenti elegeçirince büyük katliam ve ve yağma yapmışlard Büyük olasılıkla Şemseddin, bu direniş sırasında Hacı Bektaş’la birlikte Kayseri’deydi ve canını kurtaran ahi şeyhi olarak tanınanlardan biriyd Daha da ileri giderek diyebiliriz ki, eski bir İsmaili kale komutanı-Kuhistan muhtaşim’i-, Sistanlıları yenmiş büyük bir savaşçı olarak Şemseddin Muhammed, Kayseri kentinin savunma ve direnişinde taktik görevler de yapmış olabilir. Ayrıca Eflaki’de onun savaşçılığını belirleyen bir ifade varki, bu da düşüncemizi destekleyebilir:
“Kalbi uyanık büyükler Mevlana Şems-i Tebrizi’ye, ‘Seyfullah’ (Tanrının kılıcı) derlerdi; çünkü o kimden incinse, ya onu öldürür ya da onun ruhunda derin yaralar açard..”
Konya’ya giderken Aksaray’da hakaret edilmeye dövülmeye hatta öldürülmeye çalışılması, sadece mescitte yatmak istemesi yüzünden olamaz. Ama, onun batıni ya da ahi dervişi tavrıyla, Konya Sultanlığı’nı bir süre sonra Rum eyaletine çevirmiş Mogol yönetimi karşıtı olmasına bağlanabilir. Bu olayı Eflaki şöyle anlatıyor:
“Mevlana Şemseddin Hazretleri, diyor, birgün Kayseri’den Aksaraya geldi ve bir mescitte konakladı. Yatsı namazından sonra müezzin şiddetle: ‘Mescitten git, başka yerde konakla’ ded Mevlana Şems: 'Beni mazur gör, garip bir adamım, başka bir şey istemiyorum. Bırak beni şurada rahat edeyim’ ded Müezzin aşırı derecedeki terbiyesizliği ve kapalı gözlülüğü yüzünden saygısızlıkta bulundu, çok şiddet gösterd Şemseddin de ona: ‘Dilin şişsin’ ded Hemen müezzinin dili şişti . Şemseddin de mescitten çıkıp Konya’ya gitt Mescidin imamı geldi ve müeezzini cançekişir halde buldu.”
Eski savaşçı, şimdi kalenderi ya da ahi dervişi kılığındaki batıni sufi Şemseddin, müezzinin saldırısına hiç papuç bırakır mıydı? Kerametle filan değil, adamı bir güzel pataklayıp ‘dilini-dudağını şişirerek’ Aksaray’dan ayrılıyor. Şemseddin artık Konya’nın yolunu tutacak ve Mevlana ile buluşup, onu ‘hayıra-güzelliğe davet edecekti’. Şems Konya’ya geldiği 1244 yılında altmış yaşlarında, Mevlana ise kırk yaşın altında bulunuyordu.
Abdulbaki Gölpınarlı, Şems’in Konya’ya geliş tarihinin, Makalat’ta şu şekilde kayıtlı olduğunu söylüyor:
“Tanrı bereketini daim etsin, Tebrizli Şemseddin’in gelişi, altıyüz kırkiki cumadelahırasının yirmialtıncı Cumartesi sabahıdır, yani 23 Ekim 1244 tarihidir”.
Gölpınarlı arkasından, “Eflaki, bu tarihi de aynı kitaptan almıştır. Şüphe yok ki bu kayıt, ya Mevlana tarafından yazılmış, yahut yazdırılmıştır” diye kesin koymaktadır.
Mevlana gerek mektuplarını ve gerekse şiirlerini Hüsameddin Çelebi’ye yazdırdığına göre, bu tarih doğru olmalıdır. Ancak aynı mevlevi çevre tarafından yazılmış Şemseddin'in Makalat’ında, onun Konya öncesi yaşamı, çocukluğu ve gençliği, ana-babası hakkında hiç denecek kadar yetersiz, hatta uyduruk bilgiler bulunması nasıl açıklanır? Bize göre Şems, kesinlikle babasının ve ailesinin kim olduğunu saklamıştı. Onun bir batıni İsmaili Dai'si olduğunu belki sadece Mevlana biliyordu.
1. 2. b Şemseddin Tebrizi'nin Okuduğu Bilimler, Hocası ve Konya’daki Son Durumu
Ahmet Eflaki, Şemseddin’e dair bilgileri, daha önce yazılmış olan Şemseddin Tebrizi Makalat’ından, Mevlana ve oğlu Veled Çelebi’nin, halifesi Hüsameddin’in yapıtları ve de onlardan gelen sözlü rivayetlerden derlemiştir. Bu nedenle onun yaşamının, başta Konya olmak üzere, Erzurum, Kayseri ve Sivas gibi bazı Rum (Anadolu) kentleri ile Halep, Şam ve Bağdad vb. Suriye-Irak kentlerinde geçen sadece 3-4 yıllık kesiti verilmektedir. Yine de yaşamının önceki dönemlerine ilişkin ipuçlarına rastlayabiliyoruz. Şimdi bu ipuçlarından kendisini ilk yetiştiren Şeyhinin adını, öğretimini ve okuduğu bilimleri öğrenelim:
“Yine nakledilmiştir ki: Mevlana hazretleri: ‘Şemseddin’imizin nefisleri eli altına almak konusunda, İsa’nin nefesi gibi mübarek bir nefesi vard Kimya ilminde eşi benzeri yoktu. Yıldızları davette, Riyaziyatta (sufi çileciliğinde), ilahiyatta (din biliminde), hikemiyatta( felsefede, bilgelikte), nücum bilgisi (yıldızlardan geleceği okuma, astroloji), mantık, hilafiyatta (karşıt görüş üretmede, fikir tartışmasında) ve nariyatta ( ateş gibi yakıcılıkta) onun için; ‘afak ve enfüste (nesnel ve öznellikte) onun gibi bir kişi yoktur’ sözünü söylerler. Fakat Tanrı erlerinin sohbetine eriştikten sonra hepsini defterden sild Akli ve nakli ilimlerden sıyrıldı; tecrit (Tanrıya yönelme, soyutlama), tefrit (herşeyi Tanrı varlığında görme, panteizm, vahdet-i mevcut), tevhit (birlik, vahdet-i vücut) alemini seçti’ buyurdu. ”
“Sultan Veled buyurdu ki: Bir gün Mevlana Şemseddin-i Tebrizi babama diyordu ki: ‘Benim, Tebriz’de Ebu Bekir adında bir şeyhim vardı. Bütün velilikleri ondan aldım, fakat bende şeyhimin ve kimsenin görmediği bir şey vardı. O şeyi, şimdi Hudavendigarım Mevlana gördü.”
“Yine bir gün Şemseddin hazretleri babama şöyle anlattı: ‘Ben çocuktum; Tanrıyı ve meleği görüyor, yüksek ve alçak dünyanın gayıplarını müşahade ediyor bütün insanların bunları gördüklerini zannediyordum. Fakat sonunda görmedikleri anlaşıld Şeyh Ebu Bekir beni, onları söylemekten alıkoyuyordu.’ Babam buyurdu ki: ‘Bu, bizim Şemseddin’e taat ve riyazat sebebiyle değil, ezelden verilmiştir. Nitekim İsa’ya de beşikte verild..”
Eğer Şemseddin, Abbasi halifesine bağlanarak Sünniliği seçmiş olan Nev-Müsülman (yeni Müslüman) lakaplı Celaleddin Hasan III’ün (Ö.1221) oğlu ise -ki biz öyle olduğunu düşünüyoruz-, olasılıkla o, babası tarafından Tebrizli Şeyh Ebu Bekir’e Alamut’tan uzaklaştırılmak üzere teslim edilmişt Daha prenslik döneminde Sünni eğilimler göstermeye başlamış olan Hasan III, belki de Alamut İmamı seçildiği 1210 yılından birkaç yıl önce Tebriz’e getirmişti onu. Şeyh Ebu Bekir’den İslam şeriatını öğrenecek, arkasından babasının ‘Yeni Müslüman Hasan’ olarak bağlandığı Abbasi halifesinin başkentine gidip Medrese tahsili yapması gerekecekt Ama anlaşılıyor ki, Şemseddin Ebu Bekir’e gizlice teslim edildiğinde 20'sini geçmiş olmalıdır ve de dedesi Ala Muhammed II (1166-1210) zamanında yeterince batıni eğitimi almışt Genç Şemseddin’in yukarıda verdiğimiz, şeyhine anlattıkları, batıni inancın somutlaştığı bir durumdur. Şeyh Ebu Bekir onun bu söylediklerine engel olması, bunları unutması içind Bir süre sonra Şemseddin’in, Şeyh Ebu Bekir Sele-baf’ı(sepet örücü) , “ona kahrederek bırakıp gittiğini” Makalat’ından öğreniyoruz.
Mevlana Celaleddin, her ne kadar “Şemseddin’e bu taat (ibadetler) ve riyazat (çileci eğitim) sebebiyle değil, ezelden (doğuştan ya da ruhsal alemde) verilmiştir”diyorsa da, gerçekte yukarıda anlatılan öğretiminin büyük kısmını Alamut’ta almış bulunuyordu. Babasının Alamut’un başında bulunduğu yıllar içinde Bağdad’da, bir Alamut prensi olarak değil, fakat herhalde sünni Şeyh Ebu Bekir’in bir öğrencisi olarak Tebrizli Şemseddin adıyla öğretimini sürdürüyor olmalıydı. Bu durum, Hasan III’ün kendisinden sonra, Alamut’ta sünnileştirme siyasetini sürdürmesi için oğlunu gizli olarak hazırladığı anlamına gelmektedir. Ama, Hasan III’ün siyasetinin tersi gelişti; Alamut’un başında bulunduğu 11 yıl içinde, Şemseddin aldığı eğitimle zahiri değil, tam tersine ilk eğitimini gördüğü batıni yönüyle gelişt
1. 2. c Mevlana Celaleddin Şemseddin Muhammed’i nasıl görüyor?
Sultan Veled, ‘İbtida-name’ adlı yapıtında Mevlana ile Şems’in buluşmasını Musa Peygamber’le Hızır’ın buluşmasına benzetmekte. Ona göre Mevlana Musa’yı, Şems de Hızır’ı temsil ediyordu. Orada buluşmayı şöyle anlatıyor:
“Şems’in yüzünü görünce gün gibi aydın sırlar ona açıld Görülmemiş şeyleri gördü, kimsenin duymadıklarını duydu. Ona aşık oldu, elden çıktı. Yanında yücelikler alçaklık bir oldu. Şems'i evine çağırıp, ‘padişahım dedi, şu dervişi dinle. Evim sana layık değil, ama sana sadakatle aşıkım ben. Kulun nesi varsa, eline ne geçerse hepsi efendisinindir. Bundan böyle ev senin evin...”
“Ansızın Şemseddin geldi, ona ulaşt Mevlana’nın gölgesi onun ışığında kayboldu.Aşk aleminin ötesinden defsiz, sazsız bir sestir erişt Şems, ona maşuk halinden bahsett Bu suretle de Mevlana’nın sırrı gökleri aştı. Şems dedi ki: ‘Batın aleminde ilerisin, ama ben batının da batıniyim. Sırların sırrıyım, nurların nuruyum ben. Erenler, benim sırlarıma erişemez. Aşk yolumda perdedir benim. Diri sevgi tapımda ölüdür...’ Şems onu öyle şaşılacak bir aleme çağırdı ki, o alemi ne bir Türk rüyasında gördü ne de Arap. Üstad Şeyh (Mevlana), yeni bilgi beller hale geldi, her gün huzurunda ders okuyordu. Sona erişmişti, işe yeni baştan başladı. Kendisine uyuluyordu, bu sefer o Şems’e uydu. Yokluk bilgisinde olgundu, fakat Şems’in ona gösterdiği bilgi, yepyeni bilgiyd.. Şems onu da maşukluk cihanına davet etti:
Mevlana da onun cinsindendi, ona ulaştı; can yoluyla canlar canına kavuştu. Şems-i Tebriz, o tabiatı kan dökücülük olan er, yol gösterici oldu.”
“Ben batının da batıniyim”, “Şems onu şaşılacak bir aleme çağırdı” ve “can yoluyla canlar canına kavuştu”ve “yolgösterici oldu” gibi cümleler, Şems’in Mevlana’yı çağırdığı şaşılacak alem olan İsmaili batıniliğinin söylemleridir. Hatta mecazi-tasavvufi anlamda kullanılmış olsa bile, “o tabiatı kan dökücülük olan er” nitelemesi, Sultan Veled’in Şems’in savaşçılığını bildiğini gösteriyor.
Henry Corbin’in “Huccet rolü üstlenmiş Şemsi Tebrizi” tanımlamasından hareket edersek, bu buluşmayı yine onun vurguladığı İsmaililikteki “Batıni hacılığı”, simgesel olarak görebiliriz. H. Corbin’in aşağıdaki açıklamasında “Canlar canına kavuşmanın”, yani “Batıni hacılığın” ne olduğunu, nasıl gerçekleştiğini görelim:
“Bu batıni hacılığın tamamlanması, Can’ın Sina doruğuna ulaşması, Salman-ı Pak’ın, yani Huccet’in durumunun mistik uygulanmasıdır: 'Can’ın arzusu, canlar canı'na ya da can-ı can'a (a l’Ame de l’ame) ulaşmak. Bu canlar canı, yani İmam, Aşkın Sina zirvesindeki zeytin ağacından hilaldır. Mademki Sina dağı, onun varoluşunun Sina’sıdır, öyleyse mistik can (ruh) bu aşktır. Böylece, varoluşunun doruğunda (ya da kalbinde) keşfettiği, ölümsüz sevgili olan İmam’dır. İmam ve onun Huccet’inin yaklaşımı aşık ile maşuğun, seven ile sevilenin içsel (batıni) diyaloğuna dönüşür. Onun canının canı; yani bu bir ikinci kişiye, 'ben senim', 'sen bensin' demektir. Canlar Canı’nın varlığında, Sina dağında Musa peygamber için, 'Onun varlığının Musa’sı', yani onun birinci kişiliğindeki 'Ben'i için olduğu gibi sanki buhar olunup uçulur. Canlar canının içindeki bu seyir sırasında, can onunkiyle (evreni) seyre dalıp, onun makamında artık kendisi konuşmaktadır: Ego sum Deus (Enelhak, Ben Tanrıyım)”
Mevlana’nın kavuştuğu, ona ulaşarak batıni hacı olduğu Şemseddin Muhammed için, yazdığı şiirlerden bazı dizeleri Gölpınarlı’nın çevirisiyle sunup, canlar canına neler dediğini görelim:
...
Her seheri çu ebr-i dey barem eşk ber deret
Pak kunem be astin eşk zi astan-ı tu
Maşrık u magrib er şevem er suy-ı asman revem
Nist neşan-ı zidegi ta neresed nişan-ı tu
Zahid-i kişveri budem sahib-i minberi budem
Kerd kaza-yı dil mera aşık-ı kef zenan-ı tu ...
...Her seher çağı, kış buludu gibi eşiğine gözyaşları yağdırmada, yine o eşikteki nemi yenimle silip orayı yıkamada, arıtmadayım. Doğu olsam, batı kesilsem, göklere çıksam, senden bir nişane bulmadıkça, dirilikten bir nişan bile yok bana. Ülkenin zahidiydim, minbere sahiptim. Gönül kazası sana karşı ellerini çırpan bir aşık haline getirdi ben..
...
Ziberdest-i ediban minişestem
Çu didem lovh-ı pişani-i sakıy
Şodem mest-u kalemhara şikestem
Cemal-i yar şod kıble-y nemazem
Zi reşk-i eşk-i u şod ab-ı destem
Mebadem ser eger cuz tu serem hest
Bisuzan hestiyem ger bi tu hestem
Tuyi mabud der kabe-v kuniştem
Tuyi maksud ez bala vu pestem
Çu didem nan-ı tu bes sir-çeşmem
Çu hordem ab-ı tu zin cuy cestem
Heman erzed kesi ki miperested
Zihi men ki mer ura meperestem
...ediplerin üst yanına otururdum. Sakinin alın levhini, yüzünü görünce sarhoş oldum, kalemleri kırdım. Gayret gözyaşlarıyla abdest aldım da namazımda kıblem sevgilinin yüzü oldu. Senden başka başım varsa yokolsun. Sensiz yaşarsam yak varlığım Kabede de mabudum sensin kilisede de. Yukarıdan da maksadım sensin, aşağıdan da. ekmeğini gördüm, artık gözüm yok. Suyunu içtim, bu sudan usandım, vazgeçtim. Kişi taptığının derecesindedir, onun değerindedir. Ne mutlu bana ki ona tapmadayım.
Çu ateşhay-ı ışk-ı u zi arş-u ferş bigzeşte
Derin ateş netanemkerd men ru puş-ı Şemseddin
Der ağuşem bebini tu der ateş tenghe leykin
Şeved on ab-ı hayvan ez pey-i ağuş-ı Şemseddin
Zeban-ı zül-fekaar-ı akl kin derya pur ez dur kerd
Zebaneş baz bigrift-u şod u hamuş-ı Şemseddin
Aşkının ateşleri Arşı da geçti, ferşi de. Bu ateş içinde Şemseddin’in yüzünü gizliyemiyorum. Kucağımda ateş içinde demetler, denkler görüyorsun, ama onlar Şemseddin’in kucağına ulaşmak için ab-ı hayat kesilirler. Aklın zülfikara benzeyen dili, bu denizi incilerle doldurdu, ama Şemseddinin tapısında dili tutuldu, susup kaldı.
Ayrıca “Celaleddin Rumi Divan'ında, Şems'i Peygamberin mirasçısı olarak bildirmekte (beyit no.2473) ve onu Ali ile karşılaştırmaktadır (beyit no.1944). Bunların sadece bir İmama atfedilmiş olduğu bilinmelidir.” Mevlana'nın bu ifadeleri bize, gerçekten Şems'in İmam soylu olduğunu kendisinin onun bildiğini göstermektedir. O beyitler de kuşkusuz İmam Şemseddin Muhammed (1257-1310) için değil, Şems için yazılmışt
1. 2. d Şemsi Tebrizi Felsefeye Karşı olabilir mi?
Şemseddin Tebrizi 1243-1247 yılları arasında Rum’da, Ali soyundan ve İmam Cafer’in oğlu İsmail kolundan inme bir İsmaili Huccet’i olarak bulunuyordu. Bir batıni davetçisiyd O, yine Mevlana’nın dediği gibi, öğrendiği tüm zahiri bilimleri bırakmış tecrit, tefrit ve tevhidi seçmiştir. Bunlar sufilik kadar batıniliğin de ana ilkeleridir. Tanınmış bir söz vardır: Her İsmaili sufidir, ama her sufi İsmaili değidir. Şimdi kendisini bir sufi gibi gösteren Şems’in benimsediği marifet (gnostizm), bilim ve tevhit anlayışını Ariflerin Menkıbeleri’nden okuyalım:
“Yine biri: ‘Marifet nedir?’ diye sordu: O (Şemseddin): ‘Gönlün Tanrı ile diriliğidir. Diri olanı öldür. Bu diri senin vücudundur. Ölü olanı dirilt, bu da senin kalbindir...Var olanı yok et; o da arzudur. Yok olanı var et; bu da senin niyetindir. Marifet kalpte, şehadet dildedir. Cehenemden kurtulmak istersen, hizmet et. Cennet istersen niyet et. Eğer Tanrıyı istersen, yüzünü ona çevir ki o anda, onu bulasın. O 'beni tanıyan bana yönelir, beni isteyen beni arar, beni arayan beni bulur ve benden başkasının yüzüne bakmaz’ buyurdu.”
Bu tasavvufi birlik, yani vahdet-i Vücud anlayışıyla, insanları kendi göstericiliğini yaptığı yola çağırıyor. Tanrısallık özünü taşıyan öğretici-aydınlatıcı, yani mürşit olarak kendini gösteriyor. Zaten İsmaili batıniliğin yetkin kuramını (talimiyye) geliştiren Hasan Sabbah (Ö.1124) da “ herzaman eğitici bir büyük mürşide gereksinim vardır” demekteyd Şemseddin bu çağrının arkasından, tasavvufun son aşaması enelhakta (Tanrı benim) karar kılıyor ve kendisine ulaşmanın yöntemlerini sıralıyor:
“Biri Şems’ten: ‘ Sana nasıl ulaşırım?’diye sordu. O da: ‘Tenini bırak da gel; çünkü kul ile Tanrı arasındaki perde tendir. Ten dört şeydir: tenasül aleti, boğaz, mal ve mansıb (mevki, makam)...Arifin alameti üçtür: Kalbin fikirle, tenin hizmetle, gözün yakınlıkla meşgul olmasıdır. Arifin nazarında dünyanın önemi, ahiretin eseri, Tanrının bedeli olmaz. İlim üç şeydir: Anan dil, şükreden kalb, sabreden ten. İlim olmayan bir vücut susuz bir şehirdir...İlimin yararlı, amelin sağlıklı, sözün de öğüt verici olması gerekir. İlmi kolaylıkla arayan zahmet çeker...Bilginde üç nitelik bulunmalıdır: Yumuşaklık, başkasının malında gözü olmamaklık, sakınmaklık. Bütün şeylerin en büyüğü ikidir: Biri ilim, öbürü yumuşaklık, yani hilimdir. Birisi hikmetten (felsefeden) sordu. Şems: 'Hikmet üç türlüdür; birisi söz, ikincisi ibadet, üçüncüsü didardır. Söz hikmeti alimlerin, ibadet hikmeti ibadet edenlerin, didar hikmeti ise ariflerindir.”
Hem bilgin olarak, hem taat (ibadetler) sahibi ve hem de didara yetmiş, yani dostun, sevgilinin yüzüne tapan bir koca bilge olarak Şems için Gölpınarlı: “Mevlana gibi o da felsefe ve filozoflara muarızdır (karşıdır). Zaten Mevlana, bu felsefe düşmanlığını babasının ve Şems’in meşrebinden tevarüs etmiştir (niteliklerinden almıştır)”diyor.
A. Gölpınarlı, Mevlana’nın felsefe düşmanlığını da Şems’e bağlıyor. Son sözleyeceğimiz sözü baştan söyleyelim: Abdulbaki Gölpınarlı üstad, hemen hemen yarısını Şemseddin Tebrizi’ye ayırdığı Mevlana Celaleddin(s.27-30;49-104) kitabında, Mevlana ile Şems’in, kimin kimi etkilediği; hangisinin üstün olduğu konusunda tamamıyla öznel (subjektif) davranmıştır, sanki onları birbiriyle karşılaştırmak gerekiyormuş gib Ona kalırsa; Mevlana olumsuzluklarını Şems-i Tebriz’den almış, Şemseddin’de olumlu gördüğü herşey ise Mevlana’dan geçmiştir(!).
Gölpınarlı Şemseddin’in Makalat’ından verdiği örneklerle, onun felsefeye ve filozoflara karşı olduğu sonucuna varıyor ve diyor ki: “Şems’e göre, bilgi ancak bir araçtır, amaç değildir. Hatta bilgi, bilgideki aczi anlattığı cihetle hoş görülebilir. Onca filezof muallakta kalmıştır.” Bundan felsefeye karşıtlık çıkarılabilir mi? Felsefede bilgi amaç mıdır? Öyle olsaydı, bilgi gerçekliğe-doğruya ulaşmak için araç olarak kullanılmamış olsaydı, yeni felsefeler üretilebilir miydi? Şemseddin’in herhangi bir felsefe ya da filozofa karşı olması, onları irdelemesi-eleştirmesi kadar doğal bir durum olamaz. Gölpınarlı’nın bu tezini dayandırdığı Makalat’ın şu cümlelerini ele alalım:
“Elde olmayan şeyi bilmemeye şaşılmaz. Asıl şaşılacak şey şudur ki, birşeyi ele alırlar, avuçlarına korlar, götürüp gösterirler de adam gene görmez. İş böyle olmasa, Muhammed’le Muhammed soyuna, hem de sudan topraktan gelen soyuna değil, candan gönülden gelen soyuna karşı Sokrat’ın, Bukrat’ın (Hipokrates), İhvan-ı Safa’nın ve Yunanlıların sözlerini kim söyler?”