(Bâtınî filozof, Şii alimi, astronom-astrolog, matematikçi ve eğitimci bilgin)
Nasîrüddin Tûsî’nin Yaşamı Ve Yaşamındaki Evreler
1.Nasîrüddin Tûsî ve bâtınîlik
2.Nasîrüddin Tûsî ve Şiiliğe Dönüş
3.Nasîrüddin Tûsî’nin felsefi ve bilimsel çalışmaları
Nasîrüddin Tûsî’nin Kısa Yaşam Öyküsü ve Yaşamındaki Evreler
Nasîrüddin Ebu Cafer Muhammed b. Muhammed el Tûsî Horasan’ın Tûs kasabasında, 11 Cuma 597/18 Şubat 1201 tarihinde doğdu. Ailesi Sâva bölgesinden Cehrud kökenliydi. Sâva 1220 Mogol istilâsında yakılıp-yıkıldı ve yeniden inşa edildi, Safevi dönemine kadar da çoğunluk olarak Sünni kaldı. Nasır’in babası geleneksel din bilimlerinde tanınmış bir bilgindi ve Onikimamcı Şii’ydi. Genç Nasîrüddin Kur’an, Hadis ve Edebiyat eğitimini babasından aldı; Din Usül ve Fıkıh’ına onun yanında başladı ve Hadis bilgisinde derinleşti. Daha çok gençken, biraz da fizik, metafizik ve mantık bilgisi aldı ve sonunda matemetiğe giriş yaptı. Öyle ki bilgi evreni kurma üzerinden çok erken geçecektir. İlk gençlik döneminde uzun süre, eğitim alanları ve bilginleriyle tanınmış olan Horasan’ın başkenti Nişabur’da kaldı. İlkgençlik dönemindeyken, yüksek bilimlerin kenti ve ozanların-yazarların koruyuculuğunu yapanların ocağı Nişabur’a gelmiş bulunuyordu. Orada büyük ustaların önünde felsefe, matematik tahsili yaptı. Nişabur’dan ayrılınca doğulu Nizari İsmaililere katıldı. Bu katılımla, daha sonraları İsmailizme eserleriyle taze kan katmıştır. Nasîrüddin, doğrudan İbn Sinan’nın büyük öğrencisi Bahmanyar’a giden çizgide yükselen eğitim geleneğinin kendi özel ışıklarını elinde tutan İbn Sina felsefesini Ferideddin Dâmâd Nişaburî’den öğrendi. Tûsî bu öğretmeninin yanında İbn Sina’ın İsharat’ını açıkladı. Ayrıca Fahreddin Razi’nin tanınmış öğrencisi Kutbeddin Mısrî’den onun eğitimini gördü ve Şii Fıkıh’ına şekil vermiş olan Salim b. Badran Mısrî’nin elinden eğitim “İcazetname”sini aldı. Bu arada Şeyh Ebu Sa’adât Isfahanî’nın kurslarına katıldığı gibi, Burhaneddin Muhammed b. Muhammed b.Ali Kazvinî’in yanında Matematik’te de mükemmelleşti.
1227 yılına doğru Nasir Tûsî Nişabur’u terkederek Nizari İsmaililere katıldı. Bu inanç değişiminin çok büyük önemi vardır, zira bu değişim onun yaşamının bir otuz yılını alan bir karardı. Bize bunu, o kadar fazla ağır olan dışsal koşullarla açıklamak olanaksız görül(m)üyor ( Il nous semble impossible de l’expliquer..). Kuşkusuz ki Horasan sürekli savaşlarla yüzyüzeydi; yine kuşkusuz İsmaili kaleleri, bir bilgin yaşamı sürdürmek isteyenlere barış ve güvence veriyordu. Ancak bu, çok karanlık davranışlarla propaganda ortaya yapanları biraraya getirmeyi-toplamayı açıklamaya yeterli değildir. Kuhistan İsmaililerinin başdaisi (muhteşemi) Onikimamcı Şiilerinki kadar resmi Sünni propagandası da Nasir Abdurrahman b.Abi Mansur’un (ö.1257) kişisel şöhretini yadsıyordu. Bu adı zikredilen bilgin, Nasir Tûsî tarafından kazanılmış bilgin(in) şöhretini öğrenince kendi yanına davet etti ve onu kendi kişiliğine bağlamayı bildi, hem bilgin koruyuculuğu bağıyla ve hem de hiç kuşkusuz dinsel inancıyla.
Nasîrüddin Tûsî’nin Nizari İsmaililere katılmasındaki nedenler arasında, C. Jambet’in fazla önemsememesine rağmen, Horasan’daki sürekli savaş durumu ve Mogolların yarattığı büyük kargaşa önde bulunmaktadır. Bize göre Tûsî en başta, can güvenliğini ve araştırmacı yaşamını güvenceye alacağı bir sığınağa gereksinimi vardı. İlk gençlik yıllarını geçirdiği ve dönemin tanınmış bilginlerinden felsefe, astronomi ve matematik eğitimi gördüğü Nişabur’dan en geç 1221 Mart’ında ayrılmak zorundaydı.
Nedenine gelince: 10 Nisan 1221, Cumartesi günü Moğolların eline geçen Nişabur şehrinin sonu (Merv’den) daha acıklı oldu. Halk, Kasım 1220’de şehir surundan atılan bir ok ile vurulan Tokuçar’ın ölümünden dolayı cezalandırıldı. Bu nedenle Toluy aman dileyenlerin isteklerini kabul etmiyordu. Şehir zaptedilince 400 sanatkar hariç bütün halk katledildi. Şehir tamamıyla tahrip edilerek çift sürüldü. Gizlenerek sağ kalanları da imha etmek için bir Mogol komutanı 400 Tacik ile harabeler arasına bırakıldı. Batıya doğru ilerleyen Cengiz Han 1221’e doğru Oksus’u geçip Buhara’yı almış. Genç oğlu Toluy’u Horasan’ı fethetmekle görevlendirmişti. Doğu İran’a yöneldikleri sırada Cengiz Han 1223’te oğullarıyla görüştü. 1225’te Mogolistan’a döndü ve 1227’de öldü. Onun ölümü ile bölge geçici olarak biraz nefes aldı.
Nasîrüddin Tûsî ve Bâtınîlik
1220 yılında aile memleketi Sava ve tahsil görmekte olduğu Nişabur zaten Mogollar tarafından tahrip edilmişti. Öyleyse Nasîrüddin Tûsî bu 6 yıl boyunca neredeydi? Büyük olasılıkla en az üç yıl boyunca ailesiyle birlikte bir yerden bir yere zorunlu sürüklenen göçmen durumundaydı. Yine olasıdır ki, “bölgenin geçici olarak nefes aldığı” yıllarda Kuhistan’a sığınmış durumdaydılar. Cengiz Han ve oğulları İran'ın doğu bölgelerini ele geçirmişti, fakat Kuhistan İsmailileri, bu operasyonların başlangıç döneminde hiç etkilenmedi. Üstünlüğünü sürdürdü. Bu nazik dönemde, Horasanlı çok sayıda ulema dahil, sayısı gittikçe artan Sünni-Şii Müslüman göçmenler, Kuhistan eyaleti İsmaili kasabalarında sağlam sığınaklar buldular. İsmaililer bu kaçar-göçer dalgalarını hoş karşıladı ve kendi kaynaklarıyla onlara yardımcı oldular. Kuhistan'da, İsmaililer, bütün kazandıklarından sağlamca yerleşik ve zengin bir ülke sağlamışlardı. İlk yıllarını Hindistan'daki Ghor hanedanının hizmetinde geçirmiş tarihçi ve Sunni hukukçusu (kadı) Minhaj Siraj Juzjani (ö.1286) Kuhistan'ı 1224 ile 1226 arasında 3 kez ziyaret etmişti. 1260 yılında yazdığı "Tabakat-i Nasiri"de, Kuhistan'ın çok bilgili İsmaili valisi Şihabuddin bin Mansur Abul Fateh'in, dağ istihkamları (kaleleri ) içinde bu Sünni göçmenlere çok cömert davrandığını anlatmaktadır.
Farhad Daftary, Moğolların Horasanı istila ettikleri yıllar ve Horasan’ın batı sınırını oluşturan Kuhistan bölgesindeki Nizari kalelerinin durumu Hakında şu bilgileri veriyor:
“Alaaddin Muhammed III’ün (1221-1255) ilk yıllarıydı. Sünni ulema dahil, Moğolların önünden kaçan çok sayıda Horasanlı göçmenler gelerek Kuhistan bölgesindeki Nizari İsmaili kalelerine sığındılar. Mogollar istilalarının başlangıcından itibaren, Alamut Nizari İsmaili devletinin, diğer küçük prensliklerden daha güçlü olduklarını deneyerek anlamışlardı. Ayrıca Nizari İsmaili önderleriyle Moğollar arasında bir andlaşma yapıldığı anlaşılıyor; çünkü Celaleddin Hasan III (1210-1221) Mogolların batıya hareketinin başlangıcında, Talikan’da bulunan Cengiz Han’a barış istemiyle gizli bir elçi heyeti gönderdiği biliniyor.”
“Kuhistan Nizari İsmailileri Mogol istilasından etkilenmedi. Güçlerini, gelişim ve özgür yönetimlerini sürdürdüler. Aralarına katılmış olan sığınmacılarla herşeylerini paylaştılar. Doğrusu, Kuhistan Nizarilerinin bilgin önderi Şihabeddin (Shihab-al Din) mültecilere öylesine iyi ve cömert davrandı ki bu, Nizari Kuhistan bölgesinden Alamut’a şikayetler oldu; hazinenin kaynakları üzerinde olumsuz etkilenmelerden yakınılıyordu. Alamut’tan onun yerine atanmış olan yeni muhteşem (Kuhistan Nizari önderlerine verilen genel ad) Shams al-Din (Şemseddin) de mültecilerde eşit derecede saygı ve hayranlık uyandırdı. Bu olayları ve Kuhistan’daki Nizarilerin o zamanki durumunun ayrıntılarını, Minhac-i Sirac adıyla tanınan, 1224-1226 arasında üç kez Kuhistan’ı ziyaret etmiş bulunan Sünni kadı Minhac al-Din Osman bin Sirac al-Din al Cuzcani anlatmaktadır. Cuzcani, hem yüksek övgüler yaptığı Şihabeddin’i hem de Şemseddini’i tanımış. Hatta Şemseddin ile Sistan adına diplomatik görüşmeler yapmıştı.”
Marshall G.S. Hodgson'un bu konuda verdiği bilgiden bazı doğruları çıkarmak olası görünüyor. Şöyle ki; “Kuhistan yöneticisi Şihabeddin çok iyi bir insan ve bir bilgin olarak nasıl övgü aldıysa, ardılı Şemseddin bin Hasan-i İhtiyar da en iyi anlamda bir asker sıfatıyla ünlendi” derken Şemseddin’in babasının, yani Alamut imamı Celaleddin Hasan adını da vermiş oluyordu. Bize göre, Nişabur'un yakılıp yıkılmasının ardından genç Muhammed bin İbrahim Sanî (Hacı Bektaş) ve ailesi gibi, Tûsî de Kuhistan İsmaili kalelerine sığınmış ve Şemseddin Muhammed'den de yakın ilgi görmüştür. Bu Kuhistan muhteşem'i, Mevlana'nın Tebriz Güneşi'nden (Şemseddin Tebrizi) başkası değildi.
Nizari kalesine sığındığında belki 23 yaşlarında olan Nasîrüddin Tûsî, üstün felsefe ve matematik bilgileriyle kendini göstermiş ve belki de bulunduğu kaledeki/al Hicra’daki medresede, bir yandan bu konularda dersler verirken kendisi de orada bâtınîliği öğreniyordu. Yaşının ötesinde öğrenim görmüş; inançsal ve bilimsel bilgilerle donanmış bu genç aydının bâtınîliği de şiddetle merak ettiği ve öğrenmek istediği açıktır. Özellikle büyük bilge ve başdai Hasan Sabbah’tan (ö.1124) beri bâtınîlik dailer aracılığıyla gizlice Abbasi İmparatorluğunun büyük kentlerinde yaşayan aristokrat aileler arasına kadar girip tartışılır olmuş ve yandaşlar kazanmıştı. O ayrıca, eserlerini okuduğu ve çocukluğundan beri, ailesi içinde hep adı geçen, hayran olduğu ve kendisine örnek aldığı, babasının dayısı ve öğretmeni, bir zamanların bâtınî daisi Şehristanî’den etkilenmişti. Bizce Nasîrüddin Tûsî’yi, 1227 yılında yerine atanan yeni muhteşem başdai Nasîrüddin Abdurrahman Ebu'l-Feth b. Abu Mansûr’a Şemseddin Muhammed’in bizzat kendisi tanıştırıp, onun korumalığına teslim etmiştir.
Böylelikle Nasîrüddin Tûsî 1227 yılı içinde, Kuhistan İsmaili valisi Nasîrüddin Abdu Rahman bin Abu Mansur’un hizmetine girmiş oldu. Kain ve Kuhistan’daki diğer kalelerde uzun kalışları süresince, Nasîrüddin Tûsî, korumalıği altındaki İsmaili vali (muhteşem) ile çok yakın dostluk sağladı. Ondan ayrılıp Alamut’a gittiği, büyük olasılıkla İmam’la tanıştırılma onuruna erdiği 1235 yılında, “Ahlâk-ı Nasır” başlıklı, ahlâk üzerine yazdığı tanınmış yapıtını ona adadı. Bazı -özellikle Şii- yazarların Tûsî’nin Alamut’a gidişini, sözde onun Bağdad Abbasi halifesini övdüğü için adı geçen vali tarafından bu tarihte tutuklanıp Alamut’a gönderildiği ve orada İsmaili inancına girmeye zorlandığı iddiasının tutulur yanı yoktur; kendisine baskı yapan ve sürgüne gönderen kişiyi bir ahlâk örneği olarak alıp, onun adını kullanarak böylesi bir önemli eseri nasıl yazmış olabilir? Gerçekte sekiz yıl boyunca aynı görevi sürdürmüş bu vali Alamut İmamının çok değer verdiği başdaisi ve önemli bir bilgin ve diplomattı.
Nasîruddin Tûsî’nin, büyük olasılıkla bir Kuhistan kalesi olan Firdevs (cennet) sıfatı verilmiş Şahdiz’deki 120 yıl önce kurulmuş Abdul Melik b. Ataş medresesinde İsmaililiği öğrenmiş bu inancın bilgini mertebesine ulaşması ve inancın propagandasını yapacak hiyerarşik rütbeyi kazanması amacıyla Alamut’a gönderilmiştir. Orada da İmam Alâaddin Muhamed III (ö.1256)’ün sevgisi ve yakın dostluğunu kazanan dailerinden olmuştur. Yazının sonunda Tûsî’nin bu Alamut İmamı ile yapmış olduğu -günün deyimiyle- bir söyleşi bulacaksınız ki, bu onun dizinin dibinde oturarak, konuşup tartışacak kadar İmam’la yakınlığının kanıtıdır. Demek ki Nasîrüddin Tûsî, Şiilikten İsmaili bâtınî inancına geçişi Kuhistan’ta korumalığı altında bulunduğu başdai Abdurrahman b. Mansur’un eğitimi/yetiştirmesi ve aracılığıyla başlamış, Zamanın İmamı’na kavuşmasıyla bu son aşamada tam kabul görmüştür. “Doğu’nun aklı” unvanıyla tanınan ilk büyük İsmaili daisi, İranlı bilge ve ozan Nasîrüddin Husrev (ö.1082) ile Alamut Nizari Devleti’nin kurucusu başdai, büyük bilge ve devlet adamı Hasan Sabbah (ö.1124) da Zamanın İmamı’na kavuşma ayrıcalığı çerçevesinde aynı aşamalardan geçmişlerdir. Nasîrüddin Tûsî, İsmaili inancına girişi ve bu inanç yolunun kuralları ve aşamalarını Sayr ve Süluk yapıtında anlatmıştır. Ayrıca Tûsî bu eserde, geniş skolastik dinbilimsel ve felsefesiyle İsmaili bâtınî inancına girişinden sonra, aklı mükemmelliğe götüren (yönlendiren) yanılmaz bir İmamı izleme ihtiyacını (gereksinimini) nasıl gerçekleştirdiğinin öyküsünü anlatır.
Farhad Daftary’nin bu konudaki, “Nizarilerin arasında kalışı esnasında onu İsmailizmi kabul etmeye zorladıkları veya topluluk içerisinde onların iradesine karşı (çıkmasının) engellendiğini ileri süren dışarıdaki bilginlerin kanıtları yoktur. 1257’de Alamut’un çöküşüne kadar O, Alaaddin Muhammed ve ardılının koruması altında olmaktan hiç kuşkusuzdur ki memnundu” biçiminde sunduğu basit fakat açık söyleminde haklıdır. Örneğin şu cümlelerin tarihsel gerçeklerle hiçbir ilgisi yoktur:
“Nasîrüddin Tûsî, Hassan Sabah'ın yedinci halefi Khudavend Alaüddin aracılığyla Alamut kalesinde saklandı. Daha sonra, 1247'ye kadar, yarı tutuklu olarak Meymûndiz kalesinde tutuldu. Moğolların kaleleri ele geçirmesiyle serbest kaldı.”
Onun “Rawdatu't-Taslim”(Teslimiyetin/Gerçek inancın bahçesi) ve diğer kısa risaleleri de tam anlamıyla birer İsmaili damgası taşır. Seyyid Hüseyin Nasr kitabında , “ bazılarının yanlışlıkla ya da kasıtlı olarak ilkelerden tamamıyla yoksun saydıkları(!) Nasîrüddin’in deha evreni, İsmaililerin hizmetindeyken, onların öğretilerini tam anlamıyla öğrenmiş ve hatta İsmaili inancının en açık bir biçimde sergilemesini içeren birkaç yapıt yazmış olmasıyla kanıtlanabilir. Bu yapıtlar arasında özellikle ‘Rawdat al-Taslim’ İslamın bu önemli kolunun temel öğretilerinin yalın ve sade bir açıklaması olarak özellikle dikkate değer” diye yazmaktadır. Tûsî’nin bu yapıtının aşağıda verdiğimiz Fransızca’sından bazı bölümlerin kısa çevirileri bile onun bâtınî Alevilik için ne denli önemli olduğu göstermektedir.
Nasîrüddin Tûsî ‘nin Oniki İmamcı Şiiliği ve Siyaset Anlayışı
Ancak ne var ki, Nasîrüddin Tûsî’nin üstün zekâ ve us evreni için sadece bu eserler yeterli kanıt olamaz. O bir matematikçi ve astronomdu; Euclides elementlerini ve Ptolemaios’un Almogeste’sini yorumunu yapmış, optik geometri ve psikoloji sorunları üzerinde birçok risaleler yazmıştır. Nasîrüddin Tûsî, Fahreddin Razi’ye karşı İbn Sina’yı savunur. Ayrıca son döneminde Oniki İmamcı Şiiliğin düşünce ve inanç konularını Aristotelesci bir anlayışla düzene soktu (sistematize etti). Yüzyıllar boyunca yapılan yorumları, incelemeleri içine alan iki bölümlük yetmiş kısımda (Fûsul) toplamıştır; bu bir çeşit tarih, analiz ve envanter oluşturuyor. Bilmeliyizki Nasîrüddin Tûsî, Şii düşüncesinin de “tanıtlayıcı kişiliği” olabilir. İbn Sina Aristotelesçiliğinin Oniki İmamcı inancın ana mecrasında bütünleşmesi, Mongolların Irak’ı tam yakıp yıktıkları dönemde Nasîrüddin Tûsî ile başladı ve yüzyıllar boyunca sürdü. 16 ve 17.yüzyıllarda Safevi yönetimindeki İran’da özel çiçeklenmeye tanıklık edildi.
Nasîrüddin Tûsî üç on yılını Nizarilerle geçirdi. Alamut’un Hülâgü tarafından yıkılmasından sonra, onun danışmanı olmuş ve Şiilerin gönüllü elçisi durumuna girmiştir. Yaşamının bu son dönemi Oniki İmamcı Şii olarak geçmiştir. Ancak bazı Şii yazarlar onun bir zamanlar İsmaili olduğunu hep yadsırlar. Bu yadsıma hiç kuşkusuz, Nasîrüddin Tûsî’nin Hülâgü Han’ın (ö.1265) hizmetine girdikten sonra bâtınîliğini terkedip, yeraltına girmek zorunda kalmış İsmaililikten uzaklaşarak Şiiliğe dönüşünden kaynaklanıyor denilebilir. Tûsî'nin tavsiyeleri üzerine, son Alamut İmamı Hurşah, kalenin yağmadan korunması için Mogollara teslim olduğu bilinmektedir. Bu yüzden bazı çağdaş İsmaili yazarlar onu, Mogol istilacılara yol gösteren ve Alamut İmamı’nı teslim olması için kandıran “şerefsiz ve ikiyüzlü”lükle suçlamaktadırlar:
“Hülâgü kalenin eteklerine ulaşmış ve bir ultimatum göndermişti; kalenin beş gün içinde teslimini ya da savaşa hazır olmasını istiyordu. İmam teslim olmakta tereddüt ediyordu, fakat onun Sünni danışmanları ve ikiyüzlü bilgin Nasîrüddin Tûsî tavsiyeleriyle teslim olmasında ısrar ettiler. İmam maiyetiyle birlikte kaleden çıkıp, Hülâgü’nun ordugahına gitti. Tûsî dahil İmamın bu şerefsiz saray maiyeti, onun hizmetinden ayrılmaktan ve İsmaili hanedanına bağlılıktan vazgeçmekte hiç zaman kaybetmediler. Hülâgü’nun ordugâhına gelir gelmez, Mogollara hizmetler sunmakta tereddüt etmediler. Bir çok cesur ve inançlı İsmaili direnmeye ve Gird Kuh’taki kardeşlerinin yaptığı gibi aynı yolla kalede tutunmayı sürdürdü; Mogollar kaleyi yalnızca onların cesedleri üzerinden işgal edebildiler.
Nasîrüddin Tûsî, hangi koşullarda ve nasıl bâtınîliğe geçtiği konusundaki görüşlerimizi yukarıda vermiştik. Onun odaklandığı felsefî ve bilimsel araştırma ve incelemelerin sürekliliğini sağlayabilecek yaşam koşullarına sahibolma tutkusunu, içinde yaşadığı toplumun inançsal, siyasal ve ahlâkî değerlerinin üzerinde tuttuğu ve fırsatçı olduğu ortadadır. Bu tür davranış biçimi o dönemlerde yaygın görülen, yadırganmıyan, belki daha doğrusu ayıplanmayan durum gibi görünüyor. Astronomi, felsefe, edebiyat, matematik, tarih ve din alanında bilgin olarak tanınan kişilerin çalışmalarını ve emeklerini, karşılık olarak, korumalığı altında kendilerine rahat yaşam koşulları sunan yöneticilerin emrine verdikleri, onların adına kitaplar yazarak övgücülüğünü yaparlarken oldukça önemli yapıtlar bıraktıkları da çok iyi bilinir. Örnek vermek gerekirse, Gazneli Mahmut ve oğlunun korumalığında eserlerini yazan astronom ve matematikçi Abu Reyhan el Bîrûnî (ö.1050), İran Selçuklu Devleti vezirlerinden Nizamülmülk ve dönemin Halifesinin hizmetindeki Ortodoks İslamın (Sünnilik) büyük bilgini el Gazali (ö. 1111) ve babasının önlerinden kaçarak memleket, Belh’i terketmek zorunda kaldığı Mogol başvezirleri, onların buyruğundaki Anadolu Selçuklu Sultanları ve vezirlerinin kendisine yarattığı rahat ve özgür yaşam koşullarında Fars edebiyatının eşsiz yapıtlarını yaratan Mevlana Celaleddin Rûmî (ö.1273), bunlardan sadece üçüdür. Gerçi Tûsî galibin yanında saray bilgini rolü oynadı, ama öbür yandan bozkırdan gelmiş köylüleri terbiye etmeye-eğitmeye uğraştı.Yaşamının sonuna doğru Tûsî, yeniden çocukluğunun dini Onikimamcı Şiiliğe bağlandı. Buna rağmen Tûsî 1274 yılında ölürken arkasında, İsmaililer ve tüm bâtınîler için çok güzel çiçekleriyle “Teslimiyetin Bahçesi” Rawdat al-taslîm gibi etkileyici bir yapıt bıraktı.
Ayrıca Tûsî’nin 1259’da, yani Alamut’un yakılıp yıkılmasından iki yıl sonra, Hülâgü’yü ikna ederek Meraga’da kurduğu Gözlemevinin, çok kısa bir zamanda 400 bin ciltlik kitaplığa sahip olduğunun söylenmesi, Alamut’un dillere destan çok zengin kütüphanesinin talanından, neredeyse Mogol Hanı’nın başmabeyincisi ve tarihçi Cuveyni kadar sorumlu olduğu kuşkusu uyandırıyorsa da; Bağdad’ın düşüşünden sonra yıkılan kent kütüphanesinin tüm kitaplarının buraya taşındığı bilinmektedir. Ancak onun gibi öngörü sahibi ve çok zeki bir bilgin, kan dökülmemesi için İmam’ı teslim olmaya ikna ederken, Hülâgü’yü işgalden vazgeçirmeye ikna için çaba harcamaması ya da bunu yapamayacağını bilmemesi düşündürücüdür. Hoş zaten ertesi yıl içinde Hülâgü’nün en iyi adamı ve danışman veziri durumuna yükselmiş olması onun –hangi nedenden olursa olsun- işbirlikçiliğini ortaya koyuyor. Nasîrüddin Tûsî’nin bu işbirlikçiliği biraz Mevlânâ Celâleddin’e benzerse de onun çevresi ve ailesine çıkar sağlamak için Mogol Hanları, komutanları ve valilerine övgüler düzerek bunu gerçekleştirdiğini belirleyen kanıtlar yoktur. Yıldızları gözlüyerek gelecekten haber almaya çok önem veren Şaman inançlı Hülâgü’nün, dönemin en büyük tanınmış astronomi bilgini, doğrusu müneccim olduğunu öğrendiği Nasîrüddin Tûsî’yi yanına, korumalığı altına aldığı bilinir. O, Mevlânâ’nın ailevî çıkarlarının tersine astronomi, matematik-geometri ve felsefe üzerine çalışmalarını geliştirmek için Hülâgü ve Abaka’nın kendisine sunduğu bu güvenli ve kolaylaştırıcı yaşamı kullanmıştır. Ayrıca unutmadan söyleyelim ki, Tûsî Konya ile bir şekilde ilişki içindeydi; Mevlânâ’nın çağdaşı ve dostu, Muhiddini Arabi’nin üvey oğlu Sadreddin Konevî (ö. 1275) ile mektuplaşmaktaydı. Onun, olasıdır ki ortak dost ve öğrencileri İranlı astronom Kutbeddin Şirazi (ö. 1311) aracılığıyla Tûsî ile mektuplaşmalarının konusunun ekseni vahdet-i vücut (varlık birliği) düşüncesiydi. Sadreddin Konevî, bu mektuplaşmalarda Tûsî’nin karşıtı olarak, “Tanrı'nın akıl yoluyla bilineceği düşüncesini reddetmekte, Tanrı'nın hakikatinin yalnızca kendisi tarafından bilineceğini öne sürerek filozofların tezlerini yadsımaktadır. Tanrı'nın özü ve esas niteliği insan için her zaman bilinmez olarak kalacaktır. Sonsuzluk sonlu bir bilgiyle bilinemez. Tanrı mutlak varlık ve birliktir. Dolayısıyla Tanrı Hakında herhangi bir kesin yargıya varmak mümkün değildir. Ona verilecek varlık düzeyinde tek uygun isim varlık nuru (Nur-ül-Vücud)'dur”.
Bizce Nasîrüddin Tûsî’nin Şiilik inancına dönüşü, Hülâgü’nün Alamut’la birlikte Sünni İslamın merkezi Bağdad’ı da yakıp yıkmış olmasına bağlanabilir; onu memnun etmek ve daha fazla güven sağlamak içindir. Neden olursa olsun onun bu seçimi, otuz yıllık bâtınîliği döneminde İsmaili Aleviliği için olduğu kadar, son onbeş yıllık Şiilik inancına da yapıtları ve yorumlarıyla “taze kan” olmuştur.
Rawdat al-Taslim’i Fransızcaya çeviren Christian Jambet, Tûsî’nin bu geçiş dönemine ilişkin görüşlerini kitabın giriş bölümünde şöyle açıklamaktadır:
“654/1256 yılında son Alamut İmamı Hurşah’ın yenilmesi ve teslim olmasında o onlara, mücadeleyi sürdürmeye and içmiş bulunan yakınlarına bundan sonra onu hiç işe yaramaz kıldığı için Nasîr Tûsî kesin rol oynadı. Bunun ötesinde, İmam’ı bir tür ölüme gönderen bir hain olarak suçlanır. Nasîr Tûsî’nin politik seçiminde, ancak olayın uygarlık ve İran kültürü için sonuçları düşünüldüğü zaman, onun gerçek niyeti anlaşılır. Bütün Doğu Müslümanları için şiddet dolu, Abbasi halifesini boğan çok iyi bilinen kan banyosu içinde Bağdad’ın düşüşünden sonra, diğer bazılarıyla birlikte iktidarla bütünleşmiş/kaynaşmış olan saray astroloğu (müneccimi) Nasîr Tûsî, birkaç yıl içinde bu istilacılar sürüsünü uygarlaştırdı, klasik kültürün temellerini attı ve denibilir ki Esas’ı (özü) kurtardı. Bu, aynı zamanda onun çocukluğunun ve yaşlılık dönemi öğrencilerinin dini olan Oniki İmamcı Şiiliğe dönüşüyle bilikte Oniki İmamcı Şiiliğin akılcı teolojisinin kurmuş olmasının da zamanıydı. Diğer eserleri arasında Hülâgü’nün yardımıyla Meraga Gözlemevi’ni kurup, Şii bilim adamlarına Tecrid el-Akaid ve Kavaid el-Akaid’i bırakarak, 18 Zilhicce 672/26 Ocak 1274 yılında öldü.”
Özellikle bu üçüncü intellektüel aşamasında Nasirüddin Tûsî, felsefe konusunda Aristoteles'in etkisi altında gelişen İslâm felsefesi çığırına bağlıydı. Akıl ilkeleriyle Şii inançlarını bağdaştırmağa çalıştı. Ona göre, bir akıl varlığı olan insan, bütün davranış ve eylemlerinde akla uymalı, aklı kendine kılavuz edinmelidir. İnsanın uyması gereken bütün ahlâk ve eğitim kuralları akla dayanmalıdır. Bir tür sentez arayışına girmiş oluyordu. Sadreddin Konevi’ye yazdığı mektuplarda bunları kuvvetle vurgulamış olması, tasavvuf konusunda Konya ile aynı çizgide olmadığını göstermiştir.
Onun ahlâk felsefesinin bir bölümünü de eğitim konusundaki düşünceleri oluşturmaktadır. Ona göre çocuğun doğumundan itibaren ona uygun bir ad verilmeli (çünkü ona göre adlar kader üzerinde etki yapar), iyi bir sütanneye sahip olmalı ve yetişme döneminde çocuk kötü huy edineceği ortamlardan korunmalıdır. Bu süreçte ona aklını kullanmasını ve akıl yoluyla elde edilen erdemleri sevmesini öğretmeli. Arzularına hakim olmanın ve kendini tutmanın bir erdem olarak öğretilmesi gerekir. Bundan sonra da çocuk hangi sanata ya da konuya karşı yetenekli ise ona yönlendirilmeli ve özendirilmelidir. Nasirüddin Tûsî'nin görüşlerinden, ahlâk alanında deneye, insan özünün köklü eğilimlerine uygun eğitime, hayatla düşünce arasında bir gerçek bağ kurmağa yöneldiği, insan doğasını eğitimin temel ilkesi olarak aldığı anlaşılır. İnsan, düşünen bir canlı olarak bir “ahlâk varlığı”, bir “ahlâk taşıyıcısı”dır.
Nasirüddin Tûsî'nin üstünde durduğu meseleler arasında Tanrı'nın birliği (tevhid), din ahlâkı, insanın insana karşı doğrulukla davranması, adalet, imamlık ve peygamberlik, âhiret, ölümden sonra dirilme gibi konular vardır; Tûsî, ölümden sonra dirilmeğe inanır.
Tûsî’nin Dinsel, Toplumsal ve Siyasal Görüşü konusunda Erciyas Üniversitesi İlahiyat Doçentlerinden Dr. A. Vahap Taştan’ın “Nasreddin Tûsî : Hayatı, Eserleri, Din ve Toplum Görüşü” isimli makalesinde özellikle Azeri yazarlardan yararlanarak derlediği bilgileri kendi yorumlarıyla aşağıdaki şekilde sunmaktadır:
“Ahlâk-ı Nasîri’yi İngilizce’ye çeviren Wickens, çeviri için yazdığı ‘Giriş’ bölümünde yaşadığı yüzyıl itibariyle onun dini bir tutum sergilediğini ve heterodoks bir Müslüman, hem de Şiiliğin aşırı kolu İsmaililiğin önemli bir temsilcisi olduğunu belirtir. Fakat Tûsî’nin Zic-i İlhani’nin önsözünde İsmaililerle olan ilişkisinin sebepli olduğundan bahsetmesi bu iddiayı tartışmalı hale getirmektedir.Tûsî’nin (son dönem İ.K.) siyasi tutumunda Oniki İmam öğretisine karşı bağlılığın etkisi olmuştur. Şiilik onun tesiriyle Moğol istilası devrinde belli bir himaye görmüş ve Güney Mezapotamya’daki mukaddes makamlar muhafaza edilmiştir. ”
“Şüphesiz ki Tûsî, İmamlık kurumunu ve masum imamın vasıflarını felsefi açıdan ele
alan eserler yazmış, Allah’ın varlığı, adalet, irade hürriyeti, ahiret ve ölümden sonra dirilme
problemleriyle ilgili Şii kelâmında önemli bir yer tutan görüşler ortaya koymuştur. Bununla
birlikte yeniden canlandırıcı ve uzlaştırıcı tavrı onu Sünni-Şii çekişmesinin bir bakıma dışında
tutmuştur denilebilir. Örneğin, felsefe ve kelâma dair Tecrid adlı eseri Sünni medreselerin de klâsik kitapları arasında yer almıştır. Metafizik problemlerle de yakından ilgilenen Tûsî, Allah’ın varlığı hususunda rasyonel ispat usullerinin yetersiz kaldığını ileri sürer. Ona göre, Allah kozmik mantığın a priori, temel, zorunlu ve apaçık ilkesidir ve O’nun varlığı isbat edilmekten çok zorunlu olarak kabul edilir. Ahlâki hayatın tetkikinden de benzer bir sonuca ulaşır ve modern çağda Kant’ın yaptığı gibi, Allah’ın varlığını ahlâkın temel bir önermesi olarak görür. Yoktan yaratma ile ilgili olarak, İsmaililer döneminde yazmış olduğu Tasavvurat’ında âlemin, onu ikmal eden Allah’ın kudretiyle birlikte ezeli, fakat kendi hakikati ve kudreti bakımından yaratılmış olduğuna işaret eder. Daha sonra yazılmış olan metafizikle ilgili meşhur eseri Fusul’de yukarıdaki görüşünü bütünüyle terkeder ve hiçbir itiraz kaydı koymaksızın Ehli Sünnet akaidinin yoktan yaratma öğretisini destekler. Ölümden sonra dirilme problemiyle ilgili olarak cismani haşri kabul etmekle Meşşai filozoflarından tamamen farklı düşünen Tûsî, irade hürriyetine büyük önem verir, peygamberlik ve manevi liderliğin (İmamet) gerekliliğini savunur. ”
“Tûsî, dini toplumlar için gerekli bir kurum olarak görür. O, insanı yaratıcısıyla, kendisiyle, toplumsal ve ekolojik çevresiyle ve hatta tüm evrenle bir uyum süreci içinde olgunluğa eriştirmek çabasındadır. Ahlâk-ı Nasiri’ye insanın yaratılışı ve konumuyla ilgili ayet ve hadislerden deliller getirerek başlar. Fakat o, dinin ideolojik anlatımından yana değildir. Bu fikrini, daha önce de belirttiğimiz gibi, Ahlâk-ı Nasiri adlı eserinin herkes tarafından okunmasını bir dini tebliğ ya da tenkit kaygısının üstünde olmasına bağlar.Tûsî, Ahlâk-ı Nasiri’nin üçüncü makalesini sosyo-ekonomik ve siyasi problemlere ayırmıştır. Makale hayatta karşılaşılan bir takım değişmeleri ele alarak başlar ve bu değişikliklerin gelişmeye sebep olması için mutlak bir yardıma ihtiyaç olduğunu vurgular. İnsanların birbirlerinin yardımına niçin muhtaç olduğunu şu şekilde izah eder:
‘...Demek lazımdır ki, herkes kendi yiyeceğini, elbisesini, evini ve silahını hazırlamak durumunda olsaydı, mesela önceden marangozluğu ve demirciliği öğrenmesi gerekirdi. Bundan başka diğer sanat ve meslekleri de öğrenecek sonra kendi hayatına sıra gelecekti ki bu müddet zarfında o, yemeksiz yaşayamayacağı için helak olur; bütün ömrü sıkıntı ve ıstıraplar içinde geçer ve bu gibi görevlerin hiçbirini gereği gibi yerine getirmeyi de başaramazdı. Lakin birbirine yardım edince onların her biri bu işlerden birini yerine getirdiğinden kendilerine yetenden çok üretirler, artanı bir başkasına vermek veya almak yoluyla bir denge kurmayı başarırlar, hayatın gereklerini temin eder, kendini ve hem cinsini koruma işini düzenler, sistem yaratır, nitekim yaratmıştır da...’
“Toplum içindeki iş bölümünün gerekliliğini bu şekilde temellendirdikten sonra Tûsî, toplumsal gerçeklik üzerinde durur ve şöyle yazar:
‘Dünyanın intizamı geçim kaynaklarının düzenli çalışması ile meydana geldiğinden, insan cinsi ise çalışmadan yaşayamayacağından çalışma yardımsız, yardım ise birleşmeksizin olmaz. Yani, insan hem cinsi ile yaşamaya muhtaçtır.
“Sosyal işbirliği ve yardımlaşmayı temin, üretim sürecinde ferdiyetçilik ve keşmekeşliğe yol açmamak için belli tedbirler almaya ihtiyaç doğar ki, Tûsî’nin ifadesi ile bu tedbirlere siyaset adı verilir, bunların çeşitleri zikredilir ve tasnifleri yapılır. Tûsî, Aristoteles’e dayanarak siyaseti dört şekilde ele alır: ‘Ülke, zafer, şeref ve toplum siyaseti.’ Sonra bu siyasetlerin muhtevasını açarak tariflerini verir. Nihayet ülke siyasetini, ‘siyasetlerin siyaseti’ olarak adlandırır...”
“Ahlâk-ı Nasiri, Tûsî tarafından en az üç defa yeniden yazılmıştır.Birinci defa 1232-3 yıllarında Muhteşem’in teklifi ile onun adına yazılmış, ikinci defa yaklaşık 21-22 yıl sonra Moğollar hakimiyeti ele geçirince, üçüncü olarak ta takriben 1272-3 yılları da yeniden gözden geçirilmiştir. Tûsî, eserin Mukaddimesi üzerinde yapmış olduğu değişikliği şöyle izah eder:
‘.....kitabın muhtevası hikmet konularından birine ayrılmış olup, dini iletme ya da onu eleştir ile ilgili olmadığından, inançları farklı olan insanlar da onu okumaya heves ettiler. Busebeple kitap çok sayıda çoğaltılarak halk arasında yayıldı. Öyle oldu ki, bütün erdem ve bilgi sahipleri bu kitabı okumakla onu daha da şereflendirdiler, beğendiklerini bildirmekle onu daha da beğendirdiler. Bunu gördükten sonra istedim ki, hiçbir siyasi endişe taşımadan serbestbir üslupla yazılmış mukaddimesi değiştirilsin, yeniden o şekilde yazılsın ki, eğer bir kimse kötü niyetle hareket edip kara çalmak, fikir ve ifadeleri canın istediği gibi yorumlamak isterse eli boşa çıksın...’
“O yalnızca mukaddimeyi değiştirmekle yetinmeyip genellikle bütün kitap boyu ibare ve ifadeleri anlaşılır kılmaya çalışmış ve bu konuda İbn Miskevey’in Saadetin Dereceleri ve Çocuğun Terbiyesi adlı eserlerinden de geniş ölçüde yararlanmıştır. İnsan davranışının genel kriterleri üzerinde yoğunlaşan Tûsî’nin Ahlâk-ı Nasîri’de işlediği konular ve problemlere yaklaşımı itibariyle büyük ölçüde çağdaş metodolojik bir perspektife sahip olduğu görülür. O, esas maksada geçmeden önce bazı terimlerinin içeriğini açıklar, okuyucuları kendi devri için yeteri kadar karmaşık olan bir meseleyi anlamaları için hazırlamaya çalışır. Kitabın üç makale ve otuz fasıldan ibaret olduğunu söyleyerek, her makalenin alt başlıklarını sayar, böylece kitapta nelerden bahsedileceği Hakında çok önceden okuyucuya belirli bir fikir verir. Tûsî’de teori (nazari hikmet) ve pratik (ameli hikmet) birlikte gider. Nazari hikmete felsefe ve ilâhiyat, ameli hikmete ise ahlâkın olgunlaştırılması, ev yönetimi, kuralları ve şehir yönetimi siyasetini dahil eder. Bunların her birisi kendi içlerinde çeşitli kısımlara ayrılır. Ahlâkın saflaştırılması adlı birinci makalenin birinci faslında esaslar, anlayışının mahiyetini açıklar. Ona göre, her ilmin kendine özgü esasları olmalıdır ve ilk önce bu esaslar öğrenilmelidir. Bilimin ilerlemesi ancak bu şekilde mümkündür. Sonuç olarak, Tûsî’nin dünya görüşünde insan merkezi bir yer tutar. O çalışmalarında insani davranışın temel kriterlerini belirlemeye çalışır. Bu maksatla o, Ahlâki Nasîri’de ideal insan, ideal aile ve ideal toplum yaratmak problemlerini ele alır ve toplumların ana unsurları olan birey, aile, devlet ve diğer toplumsal alt birimlerin temel yapılarını çözümleme yoluna gider. Tûsî’nin dünya görüşünün temel dayanağı ise bilimdir. Onun fikirlerini günümüze
taşıyan en önemli yanı da olaylar karşısındaki bu bilimsel tutum ve yaklaşımı olmuştur.”
Tûsî’nin Bilimsel Çalışmalarına Genel Bakış ve Eserleri
Nasîrüddin Tûsî, babasının ve onun dayısının etkisiyle erken yaşlardan itibaren kelâm, felsefe ve matematik ile ilgilenmeye başlamıştır. Onun Felsefi gelişmesinin belirli bir evresinde İbn-i Sina'nın İşârât'ını okudu ve uzun yıllar bu metinle uğraştı. Bu uğraşmaların ardından en önemli eserlerinden biri sayılan Şerh-i İşârât´ı kaleme aldı. Zic-i İlhani adlı eseri yakın zamanlara kadar gök incelemelerinde önemli bir kaynak olarak benimsendi. Nasirüddin Tûsî İslâm ülkelerinde olduğu gibi, Batı'da da birçok astronomi ve matematik bilginini etkiledi. Tûsî'nin, Euklides'in matematik üstüne yazdığı bu şerhler (Tahrir-i Öklides) sonucu, Euklides Geometrisi'nin gelişmesini sağlamıştır. Bugün Euklides Geometrisi olarak bilinen bilgiler, ancak XVI. yy'dan sonra Avrupa'da görülmeye başlamıştır. Rus Matematikçisi Lobachewsky ve Alman Matematikçisi Riemann tarafından yazılan eserlerde Nasîrüddin Tûsî'ye dair araştırmalar görülmektedir. Amerikan tarihçisi Will Durand tarafından hazırlanan 10 ciltlik “Medeniyet Tarihi” adlı eserinin "İman Çağı" adını taşıyan 4 ciltlik "İslam Medeniyeti" adıyla Türkçe'ye çevrilmiştir. Will Durand, şöyle demektedir:
“Trigonometriyi ilk defa müstakil bir bilim olarak ele alan Nasîrüddin Tûsî'dir. Bu bilgin, trigonometriyi astronomiye bağlı olarak inceliyordu. Eseri 200 yıl boyunca rakipsiz kaldı.”
Nasîrüddin Tûsî bilime çok önem verir ve olayların ancak bilimsel yaklaşımlarla anlaşılabileceğini vurgulardı. Hatta bu yönüyle, Tûsî üzerine araştırmalar yapan Rızayev onu bir “bilim fedaisi” olarak vasıflandır. N. Tûsî aynı zamanda bir takım siyasi çalkantılara rağmen gerek İsmaililer, gerekse Moğollar devrinde bilime önem verilen bir ortamda yaşamıştır. Daha sonraları İbn Haldun’da gördüğümüz maceralı, dramatik ve etkin hayat tarzının, devri için, önemli bir örneğidir. Bunun önemi, onun toplum ve devlet görüşlerini büyük ölçüde etkileyen bir tecrübeye sahip olmasıdır.
Nasîrüddin Tûsî'nin yazdığı, bir astronomi şaheseri olan “Astronomi Teskeresi”(Al Tadhkira fi’ilm Hay’a) adlı eserinde, Batlamyus'çu (Ptelamaios) gezegen modelinin eksikliklerini şiddetle eleştirir. Ve daha sonra kendi ismiyle anılacak modeli yaratır; “Tûsî-couple”(Tûsî Bileşkesi). Bu model, tek-biçimli dairevi hareketlerin bir terkibi olup itiraz edilmez niteliktedir. Dini otoritelerin, astrolojinin gelecekten haber verdiği düşüncesiyle oluşturdukları muhalefete rağmen bu bilim yüzyıllar boyu İslam medeniyetinin her köşesinde uygulanmış, zamanın ünlü Müslüman bilginleri tarafından ciddi incelemeler yapılmıştır. Üstelik, zamanın hükümdarlarının astrolojiye özel ilgi duymalarını, bu bilimin ilerlemesi için bir fırsat olarak değerlendiren alimlerin arasında Gazneli Mahmut için hizmet veren Biruni ve Hülagu için de Nasîrüddin Tûsî bulunmaktadır.
Nasîrüddin Tûsî çok yönlü bir bilgindir ve pek çok bilim alanında eserler vermiş ve bilim adamları yetiştirmiştir. Öyle ki, matematikteki çalışmaları ve Öklid (Euklides) geometrisi ile ilgili şerhleri dolayısıyla bazı matematik kitaplarında kendisinden ‘Türk Öklidi’ diye bahsedilmektedir. Özellikle Avrupalı ve Sovyet bilim adamları tarafından son yüz yıl içinde hakkında en çok araştırma yapılanTûsî’nin uygarlık tarihinde en büyük hizmetlerinden biri, Meraga gözlemevini kurdurmuş ve devrinin önde gelen bilginlerini etrafına toplamış ve onların çalışması için uygun koşulları sağlamış olmasıdır.
Tûsî, Hülagû Han’ın en yakın danışmanı olduktan sonra dört önemli konuda onu ikna etmek durumundaydı: Bilginlerin korunup saklanması ve ilmin gelişmesi için onlardan yararlanılması, halkın yaşadığı ağır koşulların ve bu arada vergilerin adaletli bir şekilde yeniden düzenlemesi, ilmin gelişmesinde büyük rol oynayacak olan rasathanenin kurulması ve Bağdat kütüphanesinin Meraga’ya taşınması. Bunlardan rasathanesinin kurulması ve bilim adamlarının bir merkezde toplanarak bilimsel faaliyetlerle bulunması herhalde Tûsî’nin en büyük başarısı olsa gerekir. Nitekim 1258/9 yılında Hülagü Han’ın onayını aldıktan sonra Tûsî, Doğu’nun en muazzam rasathanesi olan Meraga’nın yapımına başladı. Rasathane kompleksi temel ve yardımcı olmak üzere iki gruba ayrılan 13 binadan oluşuyordu. İlk bina grubunda astronomik gözlemlerin yapılmasına yarayan aletler yerleştirilmiştir. İkincisinde ise medrese, kütüphane ve dükkanlar yer alır. 30.000 altın dinara mal olan Gözlemevi, yapılmaya başlamasından ancak 12 yıl sonra 1271’de tam olarak faaliyete geçebiliyor.
Meraga kısa zamanda astronomik cihazları ve zengin kütüphanesi ile büyük bir ilim merkezi haline gelmiştir. Onun rehberliği ile bilimin çeşitli alanlarında bir çok kıymetlieserler ortaya konmuştur. Bunların başında Tûsî’nin Zic-i İlhani ( İlhanlı Gökçizimleri Çizelgesi) adlı eseri gelir. Zic-i İlhani’de çok sayıda matematik, astronomik ve coğrafi cetveller yer alır. En önemlileri sinüs ve tanjantın 60’lık sayı sisteminde üç rakamlı trigonometri cetvelleri ve XIII. asırda meşhur olan 256 şehrin coğrafi koordinatlar cetvelidir. Ayrıca Meraga rasathanesinde gök cisimlerine ait yapılan astronomi cetvelleri Keplerin 1627’de yayınladığı astronomi cetvellerine kadar 368 yıl Avrupa rasathanelerinde kullanılmıştır. Zic-i İlhani’de takvimler, gezegenlerin hareketleri ve astronomiye dair tatbiki bilgiler yer alır. Eserin başlangıç bölümünde Cengiz Han’dan Hülâgü’ye kadar Moğol tarihinin çok kısa bir özeti de verilmektedir.
Meraga gözlemevini yöneten büyük astronam Nasîruddin Tûsî Al Tadhkira (fi’ ilm Hay’a) kitabında, gökkürenin hareketlerini açıklamak için yeni modeller önerdi: Gezegenlerden herbirinin hareketi, A ve B dairelerinin kullanılışı sayesinde tekbiçimli, yani benzer ya da aynı hareketlerin bir uyuşumuyla açıklanır; Buna daha sonra, A dairesinin yarıçapına eşit yarıçapıyla içeriden A’ya teğet geçen B ile birlikte Couple de’at-Tûsî (Tûsî Çifti, Bileşkesi) adı verildi. O aynı zamanda B’nin dönüş hareketinin, A’nınkinin ters yönünde ve onun çifte , yani iki kat hızına eşit olduğunu ileri sürüyordu.
El-Tûsî’nin 1261’de yazmış olduğu bu astronomik yapıtında gezegen hareketleriyle ilgili Ptelamaios’unkinden çok farklı bir yeni model sunmuştur. Bu model döngüsel/dairesel hareketin linear (çizgisel, doğrusal) harekete dönüşebileceğini ispatlamıştı. Günümüzde de Tûsî Couple adıyla biliniyor. Kopernik astronomisinin matematiksel yapısının kuruluşunda iki teoreme gereksinim vardı ve Kopernik bunları kullandı. Bu iki teorem de ilk kez Meraga rasathanesinin bilim adamları tarafından ortaya atılmıştı. Bunlar Tûsî’nin Bileşkesi (Couple) ile El Urdi’nin Urdî Lemma’sıdır. Ancak Kopernik(ö.1543) bu teoremleri kullandığı halde ispatını göstermemiş ve kimlere ait olduğunu da söylememiştir. Bu yüzden Kepler (ö. 1630) bunları niçin ispatlamadığını sorgulamıştır. Olasılıkla Osmanlı’nın o yıllarda Avrupa’daki yayılmacılığını yarattığı korku ve öfke, Kopernik’in İslama karşı bu olumsuz tavrına neden olduğu söylenir. Oysa Tûsî’nin bu yapıtının o dönemlerde İtalya’da yazılmış Latince bir kopyası bulunmuştur.
“Azerbaycan Bilimler Akademisi 1964 yılında 13.yy.bilgini Nasîrüddin Tûsî’nin Colombus'tan 250 yıl once Amerika’nın varlığından haberdar olduğu keşfinde bulundu. Bu anstronom kitaplarının birinde coğrafî koordinatlarının vererek “ETERNAL ILES” adasını açıklıyor; bunlar birleştirildiği zaman (dış) hatlar Güney Amerika’nın doğu sahillerini gösteriyordu. Nasireddin Tûsî, bu kadar uzak bir kıta Hakında böyle bir bilgiyi nereden elde etti? 13.yüzyılda Akdeniz’de seyreden gemiler çok küçüktür ve Gibraltar’dan (Cebelitarık) Brezilya’ya, Atlantik okyanusunu geçmek gerçekdışıdır, inandırıcı olamaz...”
Kitabın aynı sayfasının önceki paragraflarında Kolombus’tan 1500 yıl önce Hindu kutsal kitaplarından Vişnu Purana’da geçen, kuzey kutbuna yakın kuzey ve güney bölümleriyle iki ülkeli (varşas) bir kıtanın (Puşkar) Amerika’yı gösterdiğinden sözediliyor. Yazar Andrew Tomas, o zamanlar Hind denizinden Atlas okyanusuna yüzebilecek bir gemi olamıyacağına göre, bunu “bilim tarihinde henüz çözülmemiş sırlara” bağlıyor. Sonra yukarıdaki Tûsî’nin hesapladığı koordinatların Güney Amerika kıyılarını tanımladığı örneğini verirken bilmiyor ki, El Biruni (ö.1050) o Hindu kutsal kitabındaki yeryüzüne ilişkin-yuvarlaklığı hatta kendisi ve güneşin çevresinde döndüğü düşüncesi dahil olmak üzere- tüm bilgileri aslından Arapça’ya çevirmiş bulunuyordu. Nasîrüddin Tûsî bunları okumamış olamaz.
1259 yılında Mogol Hanı Hülagû’nün finance ettiği Meraga gözlemevi bir yirmi yıl kadar hizmet verdi. İlk müdürü büyük astronom ve matematikçi Nasîrüddin Tûsî idi. Birlikte çalıştığı meslekdaşları çok değerli astronomlar, coğrafi kökenleri itibariyle birbirlerinden çok uzak bilim ocaklarına/merkezlerine canlılık getirmiş kimselerdi. Her biri farklı bir bölgeden gelmişlerdi; örneğin Muhyiddin el- Magribi İspanya’dan, Muayeddin el-Urdi Şam’dan, Kutbeddin es-Şirazi İran’dan. Hatta onlar arasında bir tane de Çinli astronom vardı