İsmail Kaygusuz
Vilayetname’de Kırşehir ( ikda) Emiri Nureddin Caca ile Hünkâr arasında geçen keramet olayları göstermektedir ki, Moğol yandaşı yönetim, Hacı Bektaş Veli’nin Sulucakarahöyük’e yerleşmesini ve orada yaşamasını istemiyordu. Eski Babai önderleri, Baba Resul ardıllarının yavaş yavaş onun çevresinde toplandıkları, haberleştikleri ve ilişkilerinin sıklaştığının farkına varılmıştı.
Kitapta Nureddin Caca’yla Hünkâr’ı karşı karşıya getirerek, Caca’nın başına kerametle işler açtırılan bu bölüm içinde ilginç bilgiler saklıdır. Saru, Hacı Bektaş aleyhinde çok uğraşmış. Ama her seferinde, keramet gösterileriyle (!) yenilgiye uğramış ve kendine yandaş bulamamıştır. Gerçekte, Vilayetname yazarı ya da ‘menakıb’ toplayıcısının dediği gibi, başlangıçta hemen Nureddin Caca’ya gitmediği anlaşılıyor.
“Saru…Kırşehri’ne doğru yola çıktı. Nureddin Hoca’ya vardı. ‘Sultanım’ dedi, ‘kardeşimin evine bir derviş geldi, garip halli bir kimse. Kalkıp bir yere gitmez. Bir adam gönderin de bu dervişi ordan yollasın.’ Bunun üzerine Nureddin Hoca, bir naip gönderdi…”[1]
Nureddin Caca’nın adamına Hacı Bektaş’ın, “mülk sahibi gibi konuşuyorsun, beni buradan kimse çıkaramaz. Var git yoluna” diye korkusuzca konuşmasının ardında keramet gücü mü vardı diyeceğiz? Elbette ki, hayır. Arkasında bir Türkmen gücü oluşturmamış olsaydı, Caca’yı, hemen atına atlayıp Sulucakarahöyük’e gelecek kadar kızdırır mıydı? Olasıyla İkda beyi olarak oturdukları ilin toprakların yasal olarak kullanan Nureddin Caca’ydı. Ona meydan okumanın neye mal olacağını bilmez miydi Hacı Bektaş?
Caca’nın, Hacı Bektaş’ı sakalı-bıyığı ve tırnaklarının uzunluğu ve namaz kılmaması nedeniyle Vilayetname’ye yansıtılan yargılama sahneleri ne anlama gelmektedir?
Hünkâr, sakal-bıyık ve tırnak sorgulamasında, “şahin perçemsiz, pençesiz olmaz!”derken güvercin değil, korkusuz bir şahin olduğunu ortaya koyuyor. Şeriata uyup, abdest alıp namaz kılması istendiğinde, kendisine verilen abdest suyunu kan olarak nitelemiştir.
Vilayetname’de, Nureddin Caca’nın adamlarının Hünkâr abdest alıp namaz kılması için getirdikleri suyun kana dönüştüğü anlatılmaktadır. Sonra Nureddin Caca, herhalde avladıkları kekliklerin kanının suya karıştığını söyleyerek, bizzat kendisi maşrapayı başında karşılaştıkları Üçpınar’dan doldurup eline döker. O da kan olmuştur. Hacı Bektaş’ın suyu kana çevirmesi (kerameti) Ahmet Eflaki’nin yapıtına da yansımıştır.[2] Vilayetname’den 125 yıl kadar önce yazılmış olan kitapta olayın geçmesi elbetteki önemlidir ve çok şeyler açıklamaktadır. Ama ilginç olan, bu Mevlevi kitabında, Vilayetname'de yeteri kadar açık olduğu üzere, Nureddin Caca, Hacı Bektaş’a gözdağı vermek ya da onu cezalandırmak için Sulucakarahüyük’e gitmemiş; tam tersine onun hizmetine gittiğinden söz edilmektedir. Ama, aşağıda vereceğimiz bazı metinlerde Nureddin Caca’nın kimin adamı ve Mevlâna’ya ne derece yakın olduğu da ortaya çıkacaktır:
“Pervane’nin yar-ı gar’ı ve naibi, Kırşehir vilayetinin emiri ve Mevlâna’nın candan müridi Caca’nın oğlu emir Nureddin, birgün Mevlâna hazretlerinin yanında, Hacı Bektaş-ı Horasani’nin kerametlerinden bahsediyordu: ‘Bir gün Hacı Bektaş’ın hizmetine gittim. O dış görünüşe hiç saygı göstermiyor, şeriata uymuyor ve namaz kılmıyordu. Ona mutlaka namaz kılması gerektiğine dair ısrarda bulundum. O: ‘git su getir de abdest alayım, taharetleneyim’ diye buyurdu. Testiyi kendi elimle doldurup onun önüne getirdim. Maşrapayı alıp bana verdi ve ‘dök!’dedi. Onun eline su döktüğüm vakit, berrak suyun kan olduğunu gördüm. Bu durum karşısında şaşakaldım.’ Mevlâna Hazretleri: ‘Keşke kanı su yapsaydı; çünkü temiz suyu kirletmek o kadar büyük hüner değildir… (Ama) bu kişide o güç yoktur. Buna israfın değiştirilmesi derler ki, Kuran’da: ‘Şüphesiz israf edenler şeytanın kardeşleridir.’(Kur’an, XVII, 27) buyrulmuştur. Has tebdil (değişim) senin şarabının sirke olması ve güç sorununun çözülmesidir. Senin alçak bakırın saf altın olur, kafir nefsin islam olur…’ Hemen o anda Nureddin baş koyup, Hacı Bektaş’a gösterdiği istekten vazgeçti. Şiir: İnsan yüzlü birçok iblisler olduğundan, her ele el vermek doğru değildir.”[3]
Bu olayla Mevlâna Celaleddin'in kişiliği ve siyasetine girmek zorundayız. Hemen soruları ardarda soralım: Mevlâna Celaleddin’in Hacı Bektaş’a karşı bu kadar nefret ve düşmanlığı nereden kaynaklanıyordu? Kur’an’dan 17.surenin 26.ayetini (“Bir de akrabaya, yoksula yolcuya hakkını ver. Gereksiz yere de saçıp savurma”) tamamlayan 27. ayeti (“Zira böylesine israfta bulunanlar şeytanların dostları, kardeşleridir”) ilgisiz bir biçimde, Caca’nın anlattıklarına kanıt göstererek, Hacı Bektaş’a şeytanın kardeşi demesi ve onu insan yüzlü iblislerden sayması nasıl bir kine dayanıyordu? Acaba Caca’nın Hacı Bektaş’ayakınlaşmasıyla onu kaybetmesinden mi korkuyordu?
Nureddin Caca, yukarıdaki alıntı metinde görüldüğü gibi Mevlâna'nın çevresindekiler tarafından peygamber gibi nitelenen, Moğol korumalığındaki Selçuklu devletinin başveziri Muineddin Pervane’nin ‘yar-ı gar’ı (mağara arkadaşı), yani Ebubekir’i ve naibidir. Başvezirin adına iş yapan, görevde bulunan en yakın yardımcısı durumundadır. Asıl adı Cibril Nureddin olan bu kişinin kendisi de Mogol soyludur. Ayrıca, Ahmet Eflaki’nin bu yapıtında adı, Muineddin Pervane, Sahib Fahreddin, Celâleddin Müstevfi, Taceddin Mutez, Hatıroğulları, Emideddin Mikail vb. gibi Mevlâna’yı ziyarete gelen ünlü Selçuklu beyleri arasında geçmektedir.[4]
Biz burada metnin aynısını alıntıladık. Abdülbaki Gölpınarlı ise bu olayı kendi yorumuyla verip sonunda, “Hacı Bektaş, ihtimal böyle bir hokkabazlık yapmıştı, belki yapmamıştı. Fakat menkabeden aradaki ayrılığı ve Mevlâna’nın keramet hakkındaki telakkisini anlıyoruz”diyor.[5]
Böyle bir keramet yakıştırmasının altında yatan nesnelliği görmeyen Gölpınarlı, Mevlâna’nın ‘temizi pis etmiş’ yargısını haklı göstermek için, bu kerametin varlığını kabul ediyor ama bunu gösteren insan Hacı Bektaş olunca ‘hokkabazlık’ olarak niteliyor. Kitabında Mevlâna ile karşılaştırdığı 3-4 sayfa içinde, sürekli küçük düşürücü cümlelerle anması, “Hacı Bektaş’ın bütün manasıyla batıni inanışların bir mürevvicisi (yayıcısı), ‘Makalat’ında açıkça gösterdiği gibi Batıni Dai’si olması"ydı.[6] Gölpınarlı bir ortodoks müslüman olarak, aşağılık bir suçmuşçasına, baştan bu doğru hükmü verdikten sonra onun hakkında kafasındaki olumsuzlukları sıralıyor. Oysa Mevlevi Dedesi Ahmet Eflaki’nin kitabında anlatılan olayda, yukarıda belirtildiği gibi, hiç ilgisiz yere bir Kur’an ayetini kanıt göstererek, asıl Mevlâna ‘hokkabazlık’ yapmıştır. Eğer olay Eflaki’nin yazdığı gibi geçmişse Mevlâna Celaleddin, Nureddin Caca’yı Hacı Bektaş’tan uzaklaştırmak için son çare olarak Kur’an’a başvurmuş ve onun ‘insan yüzlü iblis(!) olduğuna’ Caca’yı inandırmıştır.
Mevlâna Celaleddin, hiç sevmediği ve hor gördüğü konar-göçer ve yerleşik geniş Alevi Türkmen grupları tarafından desteklenen ve eski düşmanları Moğol istilacılarına karşı çıkmaya zorlanan İzzeddin II. Keykavus'u tutmuyordu. Çünkü ona göre Mogollar, Muhammed’in şeriatını yerine getirmeyen bu heterodoks inançlı (Alevi) Türkmenleri cezalandırmak için Tanrı tarafından gönderilmişti. Annesi Hristiyan olan İzzeddin Keykavus’un da, bu çevreye göre İslam şeriatıyla ilişkisi yoktu; şarap ve eğlence meclislerinin adamıydı!
Sultan İzzeddin II. Keykavus’un ve emirlerinin, atabeylerinin bu propagandayı ortadan kaldırma çabalarından birini Ahmet Eflaki’nin kitabında görüyoruz. Bunun gerçekleşmesi de kuşkusuz Mevlâna’nın Dergâhından ve onu saflara kazanmaktan geçiyordu. Bir çok yol denenmiş olabilir, ama bu başarılamamış; Mevlâna tarafından kabul görmemiş uzlaşma sağlanamamıştır. İzzeddin siyaseti bağlamında Sultan kardeşler arası anlaşma asla gerçekleşmemiş. Kent yaşamının rahatlığına alışmış başlarında Mevlâna olmak üzere, Konya mutasavvıfları, dervişleri v düzenlerinin bozulmaması için Moğol korumalığı siyasetine angaje olmayı yeğlemişlerdir. Emirler için zaten birşey farketmiyordu; tımar ya da ikda olarak sahibi bulundukları illerin geniş topraklarında yaşayan yoksul halk yığınları üzerinde her durumda baskılarını sürdüreceklerdi…
Eflaki’nin, Mevlâna ve İzzeddin II. Keykavus ilişkilerine dair öykülerini bu bağlamda değerlendirmek gerekir. Öykülerden birinde, emirlerinden Sahib Şemseddin, İzzeddin’in Mevlâna’yı ziyareti için aracılık ettiğini görüyoruz. Defalarca Mevlâna’yı överek, onu mutlaka ziyaret etmesini istemektedir. İzzeddin Keykavus, birgün altın bir hokka içine yılan yavrusunu kapatarak, onu denemek için, içinde ne bulunduğunu sorar. Bu davranışına kızan Mevlâna onu yanıtlamaz bile, yakın halifesi Şeyh Selahaddin’e hokkanın sırrını söyletir. Böylece sözde İzzeddin’in Mevlâna’ya saygısı artar. Diğer iki öyküden birinde Mevlâna, vezir, naib ve emirleriyle birlikte ziyaretine gelen İzzeddin’i kabul etmeyerek, hücresine girip ibadetini sürdürmüş. Öbüründe ise, ziyareti sırasında İzzeddin Keykavus Mevlâna’dan bir öğüt isteyince, “Sana çobanlık emretmişler, kurtluk yapıyorsun. Sana bekçilik emretmişler, sen hırsızlık yapıyorsun” demiş.[7] Görülüyor ki Mevlâna, İzzeddin’i Sultan olarak kabul etmiyordu.
Ayrıca bu durumu, Moğol hakanı Hulagü Han tarafından, Selçuklu kentlerinden baç ve vergileri toplamak üzere tam yetkiyle gönderilmiş vezir Taceddin Mutez el-Horasani ile olan dostluğu da açıkça gösteriyor. İlk ortak sultanlık döneminde İzzeddin II. Keykavus tarafından Konya’da kabul görmeyen Taceddin Mutez, Sivas’a Rükneddin’in yanına gitmiş, orada Muineddin Pervane tarafından çok iyi karşılanmış ve bundan sonra İzzeddin II. Keykavus aleyhinde çalışmıştır. Moğol hanları adına toplanan vergilerin miktarını görünce, vezir makamındaki bu kişinin modern ‘sömürge valisi’ tipindeki korkunç yüzünü öğrenmiş olacağız:
Bedreddin Ayni’ye göre ilk Moğol baskısı döneminde Anadolu vergisi 60 000 dinar, 10 000 koyun, 1000 sığır ve 1000 at’tan oluşuyordu. Oysa Baycu’nun Anadolu kumandanlığı zamanında –Aksarayi’ye göre- bu vergi 200 000 dinara yükselmiştir. 1256 yılına kadar bu miktarda kaldı. 40 yıl sonra Gazan Han döneminde 600 000 dinara çıkacaktır.[8] Bütün bu ağır vergiler Anadolu’nun yoksul halk yığınlarının sırtından ödenmiştir.
Mevlâna’nın istilacı, kan dökücü Moğol hanının temsilcisi vergici vezir Taceddin Mutez’e yazılmış 9 mektubu bulunmaktadır. Mektuplarının çoğunda Vezir-i Azam (en büyük vezir) diye hitabetmekte ve yakınlarının, dostlarının işlerinin görülmesi ya da parasal yardımda bulunulmasını rica etmektedir. Her nedense bir türlü işleri yoluna girmeyen halifesi ve katibi Hüsameddin’in damadı Nizameddin için de mektup yazmıştır. Bakalım yoksul halkın, mazlumların düşmanı ve Moğol kuklası, kadı Muhyiddin Tahir oğlu Taceddin Mutez’e nasıl övgüler düzmüş:
“Devlet güneşi, emirler padişahı, Rabbani emir, anısı büyük, düşüncesi güzel, emin ve kutlu kişilerin gıpta ettikleri er, yosulların ışığı …Horasan’la Irak’ın övüncü, iki devlet ıssı iki kutluluk ehli; adaleti yayan, mazlumu besleyip yetiştiren… şehirlerin amanı, kulların sığınağı olan, yoksullara inanan Hak ve Dinin Tac’ı (Taceddin Mutez İ.K.), ‘insanları bağışlıyanları, ihsanda bulunanları Allah sever’ (Kur’an 3,76) Allah yüceliğini daimi etsin; düşmanının burnunu yerlere sürtsün, kendisini kuvvetlendirsin … Nimet verene şükür vaciptir ama, lütfunuz sınırı aştı; şükürden aciziz… Allah işlerini düzene soksun, özü doğru inanç ıssı… Nizameddin, bu duacının oğludur. Bu duacıya evlatlık haklarını yerine getirmiştir… Küçüklüğünden beri rabbani fakıyrlerin (Mevlâna kendisini kastediyor. İ.K.) kapısında, mal da nedir ki canını vermiştir. Çünkü fakıyrlerin kulluğunda bitmiş, gelişmiştir… İnsanın gidişinden sormaya hacet yok; kimlerle düşüp kalkıyor ona baksınlar. Maldan sormaya, nereden ele geçirdin demeye hacet yok; nereye harcıyor, ona bakmak gerek. (Bu 13.yy. kentli aristokrat tasavvuf şairinin halk düşmanı görüş ve anlayışının bugünün işçi-emek düşmanı yönetimlerin anlayışıyla koşut olması ilginç değil mi? İ.K.) Emirler padişahının… her lütfu, her keremi her padişahlığı, önden sona dek hepsi bu duacıya yapılmıştır… Hatta bu mektubu yazmak doğru da değildi. Özü doğru duacı, bizzat gelip kendi ağzımla söylemeyi isterdim... Utanmakla beraber ...padişahçasına, sultancasına ululuğuna layık olarak bu sefer de yardım gölgesini, oğlumuz Nizameddin’in üstüne salarlar da bu ağır yükün altından çıkar… Allah için olsun, bu ihsanı öbür ihsanlardan saymayın.” Sonra coşa gelip dizeler döktürüyor Mevlâna:“Sürme çekmek, sürmegöz ıssı (sahibi) olmaya benzemez. O göz ki, inciyi saman çöpünden ayırdetsin, o göz ki, doğan’ı sinekten ayırsın.” [9]
Yeri geldiği için bazı bölümlerini aldığımız mektubun içerdiği anlam, yorum ve açıklama gerektirmeyecek kadar açıktır. Koca Mevlâna’nın kimlere ‘gel, sen de gel!’ dediği ortadadır.
Nureddin Caca Mevlâna İle Buluşmasının Arkasındaki Gerçek Nedenler
Mevlâna Celaleddin'in, Nureddin Caca’ya yazdığı bir diğer mektubu, aradan biraz zaman geçtikten sonra gönderdiği anlaşılıyor. Hemen arkasından da Ahmet Eflaki’nin anlattığı buluşma olmuştur. Bu mektubun başında da öbürlerinde olduğu gibi “Devlet ve Dinin Nur’una” övgüler, selam ve duadan sonra Mevlâna, bir ayetle buluşma arzuluyor:
"Yüzlerinde secde belirtileri görünür" (Kur’an, 48, 29) ayetinde bildirilen yüzlerden olan yüzünüzü görmeyi özlediğimi, sizinle buluşmayı pek arzuladığımı da bilin. Hayırlı buluşmalar nasibolsun… Özü doğru oğlumuz Nizameddin pek çok çeşitli ziyanlara girmiştir. Bütün dostların gönülleri yaralıdır, o yana yönelmiştir… Dostluğunuzdan umulan… adaletiniz olduğu gibi gene lütufta bulunmanız, elini tutmanız, yardım etmenizdir. Netekim bundan önce de lütuflar ettiniz; kendiniz ziyanlara girdiniz…”
Nureddin Caca, Mevlâna’ya, bu denli üzerine düştüğü Nizameddin’in kim olduğunu sordurmuş olacak ki,
“O, şeyhlerin padişahı, Hak ışığı, kalblerin emini, zamanın Cüneyd’i Hüsameddin’in -Allah Müslümanları, ona uzun ömür vererek faydalandırsın- yakınıdır, damadıdır”
diye mektupta tanıtma gereği duyuyor. Sonundan anlaşıldığına göre, mektubu bizzat Nizameddin ile göndermiştir:
“Umarım ki oğlumuz Nizameddin de… ihsanınıza, lütfunuza mazhar olur… şükrederek, lütfunuzu anarak, o kutlu, o mutlu tapıdan korumanıza ererek, himayenize girerek, bol lütuflarınızı elde ederek esenlikle, ganimetlerle, sevine sevine döner…” [10]
Şimdi Vilayetname’deki olaya dönersek: Hacı Bektaş Veli, Nureddin Caca’nın namaz kılması gerektiği zorlamasını, “kanla abdest alınmaz” diyerek, reddetmiştir. Bu, ‘‘dünyayı kana bulayanlara, kan dökenlere çanak tutmayın, onlardan yana olmayınız’ demektir bizce. İşte bu çerçeve içerisinde hareket ederek diyoruz ki, öfkeyle atına atlayıp adamlarıyla Sulucakarahöyük’e gelen Kırşehir emirini, Hacı Bektaş Veli siyaseten ikna etmiş ve onu şeyhi Mevlâna’ya bizzat göndermiş olabilir. Yine bizce, İzzeddin Keykavus tarafını tutarak Moğol istilacılarına karşı mücadele siyasetine çekme amaçlıdır.
Hacı Bektaş Veli büyük öngörüsüyle, genç İzzeddin II. Keykavus'un birinci tek başına saltanat dönemi(1246-1248) ve ortaklığı(1249-1254) sırasında, -olasılıkla Sultanın çevresiyle doğrudan ilişkilerine dayanarak-, onun üstün geleceğine Nureddin Caca’yı inandırmış; Moğol korumacılığı yandaşı olan Rükneddin’i tutmayı sürdürdüğü taktirde sonunun iyi olmayacağını, zindanlara düşeceğini anlatmıştır. Sürdürdüğü siyasetin yanlışlığına onu gerçekten ikna etmiş olmalı. Ülkede birlik, İzzeddin’in padişahlığı altında Moğolların atılmasıyla sağlanabilirdi.[11] Ancak Nureddin Caca kadar, Hacı Bektaş da biliyordu ki İzzeddin Keykavus, kardeşinden değil, Kösedağ savaşından beri Moğollarla içli-dışlı olan Muineddin Pervane’den çekiniyordu. Pervane’yi de ancak, kendisine çok düşkün olduğu ve her arzusunu yerine getirdiği Mevlâna ikna edebilirdi. Mevlâna Celâleddin hem karısının hem kendisinin tapınacak kadar çok sevdikleri Şeyh’leriydi; onu çağırıp sarayında sık sık ‘semah ayinleri’ düzenlerlerdi. Zaten iki kardeş sultan olan İzzeddin Keykavus ve Rükneddin Kılıcarslan, arasında anlaşma-uzlaşma çabalarına giren Fahreddin Arslandoğmuş gibi emirler yok değildi. Ancak bunların yaptığı, Moğolların istediği biçimde Rum’u iki-üç kardeş arasında paylaştırıp geçici olarak savaşları önlemekti.
Bize göre, bir şikayet bahanesiyle Hacı Bektaş üzerine kızgınlıkla gelen Nureddin Caca, Vilayetname’de Hünkâr’ın bir kerameti gibi sunulan belki günlerce süren konuşup görüşmeler sonunda ikna edilmişti. Büyük olasılıkla (İzzeddin Keykavus ile ilişkiler konusunda tek bilinen Saru Saltuk olmakla birlikte) Hacı Bektaş’a bağlı ve İzzeddin’i destekleyen hayatta kalmış eski Babai şeyh-önderleri, Baba İshak halifeleri de orada bulunmaktaydı. Zaten sözünü ettiğimiz İzzeddin’in ilk saltanat döneminde Babai Türkmenlere hoşgörüyle yaklaşması ve hapistekilerini çıkartması, Sulucakarahöyük’ün Hacı Bektaş önderliğinde kısa bir zaman içinde büyüyüp gelişmesini de mutlaka etkilemişti.
Caca’nın anlattıklarına kanıt göstererek, Hacı Bektaş’a Şeytan’ın kardeşi demesi ve onu insan yüzlü iblislerden sayması nasıl bir kine dayanıyordu? Caca’nın Hacı Bektaş’a yakınlaşmasıyla onu kaybetmesinden mi korkuyordu? Şimdiye kadar mektuplarından öğrendiklerimiz, dolayısıyla Mevlâna’nın karakter yapısı ve siyaset anlayışı üzerinde edindiğimiz bilgiler, bu iki sorunun ötesinde yanıtlar getirdi sanıyoruz.
Elbette ki, Ahmet Eflaki’nin anlattığı gibi Nureddin Caca Mevlâna ile, Hacı Bektaş’ın kerametlerini değil, gönderdiği haberi tartıştı. Ancak Mevlâna böyle bir öneriyi kabul etmek bir yana, Nureddin Caca’yı ‘İblis, yani Şeytan’la elbirliği yapılmaz’ diye paylamış, Hacı Bektaş’tan uzak durmasını sağlamıştı. Mevlâna’nın Moğollara karşı olması ve böyle bir amaç için Pervane’yle konuşması ne siyaset anlayışına ve ne de yaşam biçimine uygun düşüyordu. Nureddin Caca'yı, böyle birşey yapmaması için, olayı Pervane’ye bildirmekle tehdit bile etmiş olabilir. Onun Caca’dan beklediği ve istediği sadece, Nizameddin’ine “lütuflar yapması, onu himayesine almasıdır!..”
Hacı Bektaş’ın Mevlâna’ya daha önce Şeyh İshak adlı bir dervişini de gönderdiğini biliyoruz. Ahmet Eflaki, Hacı Bektaş’ın bu dervişini göndererek Mevlâna’ya, “Ne iştesin, ne istiyorsun? Dünyada kopardığın bu kıyamet nedir? Eğer aradığını buldunsa sus, bulmadınsa saldığın bu gürültü nedir? Kendini insanoğullarının en beğenileni yaptın. Halkın bu kadar evini barkını yıktın… nedir bu hal?”diye sordurttuğunu yazıyor. Eflaki, Mevlâna’nın ününün büyümesi ve herkesin ona mürit olması yüzünden kıskanıldığı ve aleyhine söylenen sözler ve nüktelerle eleştirildiğini söylüyor. Ona göre Hacı Bektaş da Mevlâna’yı kıskandığı için böyle davranmış. Mevlâna da ona şiirle karşılık vermiş:
“Başımızı ayak yapıp Ceyhun tarafına doğru koşuverdik Biz dünyayı birbirine kattık ve sonra oradan fırlayıp çıktık…Biz Mecnun’un sınırını da aştık…”
Kuşkusuz Hacı Bektaş bunları sordurmak için dervişi İshak’ı göndermemişti. Onun biraz Konya’nın, kentin dışına çıkıp, ezilen, baskı gören halkın arasına girmesini istiyordu. Ama, onun yüzü Ceyhun’a, Ceyhun’dan gelenlere (Moğollara) dönüktü; aşktan-meşkten başını kaldırıp, avama (halka) bakacak hali yoktu. Mevlâna asıl karşılığı, Şeyh İshak’la konuşurken aynı anda Sulucakarahöyük’te Hacı Bektaş’a görünüp(!), boğazına sarılarak veriyor. Eflaki bu kerameti şöyle anlatıyor:
“Şeyh İshak…görüp işittiğini olduğu gibi anlatıp, bunları söylediği tarihi verince Hacı Bektaş: ‘Aynı günde Mevlâna hazretleri kükreyen bir arslan gibi içeri girdi ve bana: ‘Ey kahpenin kardeşi! Bizim heyecanımız neşe ve aşktan geliyor, yanma ve aramaktan değil,’ deyip boğazımı sıktı. Öleceğimden korktum…’dedi.”[12]
Görüldüğü gibi Mevlâna Hacı Bektaş’ın elini değil, boğazını sıkmayı tercih ediyordu.
Vilayetname yazarı Uzun Firdevsi ise, Hacı Bektaş Veli’nin kendisine en yakın halifesi olan Saru İsmail’i Mevlâna’ya gönderdiğini anlatıyor: Aynı zamanda ibriktarlık hizmeti gören Saru İsmail, su ısıtıp Hacı Bektaş’ın yıkanmasını ister. Hacı Bektaş, önce onun Konya’ya gidip, Mevlâna’da bulunan bir kitabını alarak hemen gelmesini söyler. Saru İsmail, Hacı Bektaş’la aralarında geçeni ve kitabını istediğini anlatınca Mevlâna:
“Hünkâr Hacı Bektaş katına, her gün yedi deniz, sekiz ırmak uğrar. Onların suya girmeye ne ihtiyaçları var ki, böyle dedin, yıkanmaya davet ettin erenler? Kitaptan maksat işte sana verdiğim öğüttür”der.[13]
Menakıbname yazarlarının özelliğidir, herkes kendi velisinin üstünlüğünü öne çıkarır. Yoksa Mevlâna’nın, Hacı Bektaş için bu övgüye kesinlikle dili varmaz, Yunus’un deyişiyle ‘yapası yoktur’. Ne de Ahmet Eflaki’nin aynı sayfada anlattığı gibi, mana aleminde Mevlâna tarafından boğazı sıkılan (!) Hacı Bektaş da,
“şimdi ey dervişlerim, Mevlâna’nın saltanat ve ululuğu, bizim tasavvurumuza ve benzetmelerimize sığmaz. O mana simgesinin fermanına itaattan başka bizim için yapılacak şey yoktur” demiştir.
Sonuç olarak, Nureddin Caca’nın ikna edilip Mevlâna’ya gönderilmiş olması işe yaramamış. Caca da, Şeyhi Mevlâna Celaleddin’e itaat ederek, Hacı Bektaş’ı kendisini kandıran İblis olarak görüp ondan uzaklaşmıştır. Ancak Vilayetname’de Hacı Bektaş’ın bir kerametiymiş gibi anlatılan zindan olayının gerçekleştiği anlaşılıyor.
Abdülbaki Gölpınarlı, Vilayetname kitabının arkasında (s.111-113) Nureddin Caca hakkında bilgi verirken “onun Mogollar tarafından çok sevildiğini anlıyoruz” diyerek, kendisi de Mogol asıllı olan Caca'nın müthiş bir Mogol yandaşı olduğunu vurguluyor. Ama yazısının sonunda neye dayanarak ve nasıl “Nureddin Caca, Hacı Bektaş’ı sevmektedir” yargısına vardığını anlamak olası değil. Ancak, Nureddin Caca'nın, Hacı Bektaş'ın gazabına uğrayıp, zındana atıldığı konusunda tarihi bir bilgiye sahip olunmadığını olarak söylemektedir.
Nureddin Caca’nın Hacı Bektaş’ı ne kadar sevdiği(!), anlatmış olduklarımızda görülmektedir. ‘Ariflerin Menkıbeleri’nde yazılanların büyük çoğunluğu, her nedense ‘tarihi bilgi’ kabul ediliyor. Ama Hacı Bektaş Veli Menakıbnamesi olan Vilayetname’de anlatılanlar sadece olağanüstü söylenceler, masallar olarak görülüp üzerinde durulmuyor. Derinliğine inilip, tarihsel bilgiler çıkarılmıyor. Yani, anlatılanların tümü masal mı? Değil elbette. Kerametlerin, söylencelerin nesnel temellerine inildiği zaman tarihsel, toplumsal ve de felsefi bilgilerin günışığına çıkmaması için hiçbir neden ve zorluk yoktur. Hacı Bektaş Veli ortodoks (Sünni) inançlı ve yönetimin, güçlünün yanında olsaydı; hem yapıtları günümüze noksansız gelmiş, hem de üzerine ciltlerce inceleme araştırma kitapları yazılırdı Mevlâna gibi. Günümüze ulaşabilenlerin içinde bazıları ‘takiye’ olarak verilmek durumunda kalınmış, ya da kopya edenlerin eklemiş olduğu bazı Şer’i bilgilere sarılarak, Hacı Bektaş’ın nasıl sünnileştirilmeğe çalışıldığı zaten ortadadır.
Mevlâna’nın aynı anda ‘mana aleminde’ Hacı Bektaş’ın boğazına sarılması kerametinin yorumunu yapmaya gerek görmedik. Çünkü bunun, Nureddin Caca ile Hacı Bektaş üzerine tartışırken Mevlâna’nın köpürmüş durumda, “Hacı Bektaş şimdi yanımda olsaydı,İblis’in kardeşinin boğazına sarılır onu boğardım” diye haykırmasının ötesinde bir anlamı yoktur. Ama ona inanan, onu seven, yücelten müridlerinin ağzında keramete dönüşüp, yetmiş-seksen yıl sonra Ahmet Eflaki’nin kitabına kayıtlanıyor…
Biz bu bağlamda, Vilayetname’de Nureddin Caca’nın zindana atılmış olmasına, Hacı Bektaş’ın gazabı ya da bedduası olarak değil, yeni bir tarihsel bilgi olarak bakıyoruz. Aynı zamanda bu olay gösteriyor ki, Hacı Bektaş Veli, kurduğu Dergâh’ta dünyadan elini eteğini çekmiş bir ermiş derviş gibi yaşamıyor. Ülke siyasetinin tamamıyla içindedir; Karaman, Çepni, Ağaçeri, Bayad, Döger vb. heterodoks İslam (Alevi) inançlı diğer Türkmen gruplarının, (Ali donunda düyaya geldiğine inanılan) manevi önderleri olarak, tüm eylem ve hareketleri onun bilgisi çerçevesinde yapılmaktadır. Anadolu son yurtlarıdır; gidecekleri başka yer yoktur. 1200’ün ilk on yıllarından beri, yarım yüzyıldır peşlerini bırakmayan Moğol felaketini canları pahasına yok etmeleri gerekiyordu. Bu da ancak merkezi güçlü bir devletin varlığıyla gerçekleşebilirdi. Birlik ve beraberlik içinde hareket etmenin zamanıydı. Hacı Bektaş Veli, “bir olalım, iri olalım, diri olalım” sözünü boşuna söylememişti. Selçuklu Devletinin, Sultan Alaaddin Keykubat I (1220-37) dönemi güçlü merkezi yönetiminin ve Türkmenleri sayısız vakıf topraklarıyla yerleştirme politikasının (Uç’lara yerleştirip merkezi güvenceye almış da olsa) anıları onların arasında hep yaşıyordu. Onun içindir ki, Menakıbname’lerde, veli söylencelerinde geçen tüm Selçuklu sultanlarının büyük çoğunluğunun adı Sultan Alaaddin’dir. Görüldüğü gibi, Vilayetname’ye göre Nureddin Caca’yı zındana gönderen de odur. Demek ki, Türkmenler İzzeddin II. Keykavus'u, Alaaddin’le eşleştirmiş ve onun Moğol istilasından ülkeyi kurtarma siyasetiyle özdeşleşmişlerdi. Moğol işbirlikçilerinin, İzzeddin için kadın düşkünü, ahlaksız, şarapçı bir Hristiyan yeğeni propagandaları onları etkilemiyordu. Oysa büyük Sultan Alaadin’in de babannesi Hristiyandı ve on bir yılı Bizans başkentinde geçmişti.
Bu Vilayetname metninden, Selçuklu döneminde tutuklanan kişilere yapılan, “tutukluyu yaş göne sarıp, içinde kurumaya bırakma ve zindan hücresini kireç beyazına boyayıp gözlerini kör etme” gibi işkence çeşitlerini de öğreniyoruz. Nureddin Caca’yı yakalatıp, yaş deriye sardırıp, gözleri de kör olsun diye kireç beyazı zindana attıran İzzeddin II. Keykavus'tan başkası olamaz. Çünkü o kardeşi Rükneddin’in yandaşı ve büyük düşmanı Pervane Muineddin Süleyman’ın, Ahmet Eflaki’nin deyimiyle Muhammed'in mağara arkadaşı Ebubekir gibi, 'yar-ı gar'ıdır. Hacı Bektaş Veli, yukarıda uzun uzun anlattığımız gibi yetkin bir ileri görüşlülükle onu uyarmış, hatta ikna etmiştir. Ama, Caca Mevlâna’nın cazibesiyle, Hünkâr’dan uzaklaşmıştır.
Bu tutuklamanın tarihine gelince: 1254 yılında, bazı emirler aşçı elbiseleri giydirip, Rükneddin’in kaçmasını sağlayarak onu Kayseri’de tek Sultan ilan ettiler. Moğolların isteğiyle Doğu’daki birçok kentte onun sultanlığı kabul edildi. Bunun üzerine Kırşehir'de bulunan İzzeddin II. Keykavus bir ordu derlemiş, görüşme çabaları sonuç vermeyince de savaş açarak onları yenilgiye uğratmıştı. Böylelikle Rükneddin Kılıcarslan, 1254 yılının sonlarına doğru ağabeyinin eline düştü ve İzzeddin görünüşte barıştığını ilan ettiyse de, onu Uluborlu yakınıdaki Davalu (ya da Burgulu) kalesine hapsettirdi.
Anlaşılıyor ki İzzeddin, kardeşi Rükneddin Kılıcarslan’ın güçlerini yenip onu kaleye kapattıktan sonra, onu tutan emirlerinden de yakaladıklarını zindana attırmıştı. Süleyman Per-vane gibi bazıları Tokat’a kaçıp kurtulmuşlardı. Şu halde Kırşehir emiri Nureddin Caca, bu savaştan sonra –ki Abu-l-Harp (savaş babası) unvanı taşıyan Caca’nın İzzeddin’e karşı savaştığı kesindir- sonra tutuklanmış. En az iki yıl zindanda kalmış olmalıdır. Çünkü iki yıl sonra Moğol kumandanı Baycu ordusuyla geldi ve 11 Ekim 1256’da Sultan Hanı civarında yapılan savaşta, İzzeddin’in Türkmen gruplarından oluşturduğu kuvvetlerini yendi. Savaştan sonra Emir Fahreddin Arslandoğmuş, Sultan İzzeddin’den hoşnut olmayan diğer ileri gelen emirlerle Burgulu kalesine giderek, kalede tutsak bulunan Rükneddin Kılıçarslan IV’ı alıp saltanata geçirmişlerdir.
Vilayetname’ye göre, Nureddin Caca’nın zindandan çıktıktan sonra itibarını yitirdiği görülüyor. Uç illerden birine atandığı ve yakınlarına hasret kalmış, onlara kavuşamadan öldüğü anlatılıyor. Olasıdır ki, zindandan çıkarıldıktan uzun yıllar sonra Eskişehir emirliği yaparken ölmüştür. Burada Hünkâr’ın yüce erdemlerinden birini daha vurgulamak gerekir: Başına gelebilecekleri kendisine anlatmasına rağmen, Nureddin Caca’nın sözünü dinlemeyeceği ve siyasetinden vazgeçmeyeceğini anlıyor. Belki yıllarca yatacağı zindanda, ak kireç işkencesinden gözlerini-zindanın bir köşesine ekeceği bir avuç buğdayın çimlenmiş yeşilliğine bakarak- korumanın yolunu göstererek ona, yani düşmanına bile en büyük iyiliği yapıyor.
Mevlâna Celâleddin Rumî Adaleti!
Mevlâna’nın, 1247-48’de devletlerarası siyasal faili meçhul bir cinayete kurban giden batıni öğretmeni Şemseddin Muhammed Tebrizi’nin katliyle yaşamının sonuna kadar ilgilenmemiş ve hiçbir yapıtında bu konuda ufacık bir bilgi vermemiş olması, diyet olarak devletten ‘kan parası’ aldığı kuşkusunu uyandırmaktadır. D.Franklin Lewis’in Eflaki’den kaynaklanarak anlattığı iki olay bu kuşkuyu onaylıyor.
Birinci olay şudur: Celâleddin Rumî, müritlerinden birinin evinde saklanan cinayetten suçlu bir adam için, Muinuddin Pervane'ye, iltimas yapmasını rica eden bir mektup yazmış. Pervane'den, bir cinayet davası üzerinde bir baskı yapabileceği birşey olmadığı yanıdını alınca; Rumi buna, "katilin, Tanrının iradesi gereğince iş yaptığını ileri sürerek, bir başkasını öldüren kişinin, ölüm meleğinin oğlu (gibi) düşünülmesi gerektiği karşılığını vermiş. Bu yanıttan hoşlanan Pervane iltimasını yapmış; maktulun ailesini, katilin bir diyetle razı etmesi ve kan parası vermeyi kabul etmesini sağlamıştı. Böylece katil özgür kalmış oluyordu.
“Bu anlatılan olayın gerçekten kuşku duyulan bir temeli varsa bile diyor, Franklin D. Lewis, 1247 ya da 1248'de ortadan yokolan Şems ile ilgili olamaz.” Doğrudur olamaz, ama ikinci olayla birlikte değerlendirilirse Mevlâna’nın adalet adalet anlayışı ortaya çıkar.
Eflaki'nin (Prgf. 459) anlattığı ikinci olayda Rumî, kendisine çok bağlı bir vaizin, yine kendisi hakkında kötü konuşan birini yumruklayarak ölümüne neden olması üzerine Konya'da evine gelip sığındığını emirlerden Alaaddin Kaymar'a yazıyor. Onun ilgilenmesiyle katil vaiz, maktulun (öldürdüğü kişinin) akrabalarına 40 000 dirhem(gümüş) “Kan Parası” ödemesi üzerine serbest kalıyor.[14]
Bu örnekte Mevlâna Celâleddin, bizzat Mevlana'nın kendisini savunduğu için katil olan bir vaizi, ricacı olup cezalandırılmaktan kurtarmıştır. Birinci örnekte ise olay doğrudan Şems ile ilgili olmasa da dolaylı ilişki üzerindeki kuşkuyu saklama kaydını düşüyoruz; çünkü Şems'in katledilmesinde, Mogol ataması vezirin Mevlana'nın müridlerini suçortağı yaptığı ve onları bu eylemde kullandığı kesin biçimde söylenebilir. Bu birinci örnekte "katil kişi ölüm meleğinin (Azrail'in) oğlu olduğu ve Tanrısal iradeyi yerine getirdiği" fetvasını vermiştir. Bir katile bu gözle bakan Mevlana'dan, Şemseddin Tebrizi'nin katilinin ortaya çıkartılıp cezalandırılması talebi beklenemezdi. Şemseddin Tebrizi ile ilgili çalışmamızda genişçe anlattığımız gibi bu iki örnekleme bize açıkça gösteriyor ki, belki devlet tarafından Mevlana ailesine, maktulun (yani Şems'in) en yakını olarak çok yüklü miktarda "kan parası" ödenerek, Mevlana Celaleddin Rumi'nin gözyaşları(!) durdurulmuştur.
Hacı Bektaş Veli ve Mevlâna Celaleddin’in Toplumsal, İnançsal ve Siyasal konumlarının Kısa Özeti
Mevlâna Şeriatın gerekliliklerini göze çarpacak biçimde yerine getirerek, aykırılıklarını egemen yönetimlerin Sünni inancıyla çatışmadan sürdürmüş. Verdiğimiz örneklerde görüldüğü gibi, Mogol korumalığı altındaki Selçuklu sultanları, sultan naibleri, emirler ve Mogol İmparatorluğunun temsilcileri büyük vezirlerle çok sıkı dostluk ilişkileri kurmuştu. Mevlâna çağını aşan felsefi ve dinsel bilgi birikimi; birer duygu seli olan, aşk ve cinsellik, yaşama sevinci dolu beyitlerle örgülenmiş Mesnevi tarzı şiirleri arasında batıni yönünü ustalıkla gizlemeyi başararak onları etkilemiştir. Düzyazı metinlerinde (mektuplarında) o incelmiş edebiyat dili Farsça ile yöneticilere düzdüğü övgüler, onun aşırı uzlaşmacılığının ötesinde, bencil ve dar çevre çıkarcısı kişiliğini ortaya çıkarmaktadır. Konya dışında olup bitenlere, kıyımlara zulüm ve saldırılara gözünü kapamış olan Mevlâna, Hacı Bektaş'ın yaşam biçimine, sosyal ve siyasal anlayışına tamamıyla karşıt konumdaydı. Esnaf, tüccar, zanaatkar ve başkent aristokrasini oluşturan zengin sarraflar, taşrada toprak ve çitflik sahibi olup kentte oturan varlıklılardan (dikhanlar) pek çok yandaşları vardı. Ayrıca büyük temlik ve ikda sahipleri Emirlerden de müritleri bulunuyordu. Kendisi ne Türk dilinin ve ne de Türkmen halkların dostuydu. Rum ve Ermeni etnik Hristiyan gruplara gösterdiği yakınlığı onlara asla göstermemiştir.
Mevlâna Celaleddin, daha otuzlu yaşlarındayken büyük ün sahibi olmuştu. Ona batıni eğitimi vererek İsmaili yapma görevini üstlenmiş olan Şemseddin Tebrizi Konya'ya 1243 yılında geldi. Konya'da kaldığı üç yıl içinde Şems Mevlâna'yı istediği biçime sokmuş, değiştirmiştir. İlhan Başgöz Yunus Emre üzerinde yaptığı çalışmada
“Mevlâna... coşkun bir dervişe, Şems'e rastlıyor; onunla yedi gün halvet oluyor. Bu halvetten çıkan Mevlâna artık bambaşka bir Mevlâna'dır. Devrinin en büyük camilerinde ders veren, ayakkabılarını çıkarıp saray kadınlarıyla semah ettikten sonra, ayakkabılarını altınlı, elmaslı, pırlantalı küpe ve yüzüklerle dolu bulan, dinleyicileri beylerden ve sultanlardan oluşan Mevlâna tümden değişecektir. Dergâhının kapısını yoksullara ve kötü kadınlara açacak, kurulu düzenin hoş görmediği yerlerde semaha duracaktır. Mevlâna'yı karşı kültüre ve aykırı yola çeken Şems, bu nedenle öldürülecektir.”[15]
Elbette ki Mevlâna Şems ile halvette kaldığı bir hafta içinde değişmedi. Şems Konya'da kaldığı sürece 1247'de öldürülmesine dek, zorunlu geziye çıktığı bir yıl dört ay dışında, tüm zamanını verdiği batıni eğitimle Mevlâna'yı değiştirmekle geçirmişti.
Mevlâna'nın oğlu Sultan Veled, ‘İbtidaname’ adlı yapıtında Mevlâna ile Şems’in buluşmasını Musa Peygamber’le Hızır’ın buluşmasına benzetmekte. Ona göre Mevlâna Musa’yı, Şems de Hızır’ı temsil ediyordu.
İşte bu buluşmayla Şems ile birlikte geçirdiği yıllar içinde Mevlâna, en insancıl, en güzel aşk ve güzellik şiirlerini, ayrıca en keskin batınilik içeren düzene aykırı söylemlerini yazıya geçirtmiştir. Bahaaddin Veled oğlu Celaleddin'i, Mevla-na (Farsçada Mevla-na 'Efendi-miz, Tanrı-mız' anlamlarına gelmektedir) yapan da bunlar olmuştur. Ancak yine İlhan Başgöz'ün kapalı olarak belirttiği gibi, Şems'in siyasi cinayete kurban gitmesinden bir süre sonra, Mevlâna'nın yine eski neşesine dönmüş ve egemen siyasetin bir parçası olmuş bulunduğunu görmekteyiz.[16]
Onun bu özelliği dolayısıyladır ki hem kendi yapıtları, yani Mesnevi'si ve Divan'ı eksiksiz olarak günümüze kadar korunmuş, hem Menakıbname'ler dışında da, hakkında yüzlerce kitap yazılmış incelemeler yapılmıştır. 19.yüzyılın başlarından beri Batılı araştırmacılar, Mevlâna'nın tam korunmuş yapıtlarında saklı tuttuğu duygusal yoğunluğu ve batıniliğin derin hümanizmasını açığa çıkardıktan sonra, onu bu derece yüceltmişlerdir. Mevlâna Celâleddin belki kişiliğiyle değil, ama kuşkusuz yapıtlarıyla bu yüceliğe layıktı.
Kısacası görülüyor ki, Hacı Bektaş Veli ile Mevlâna Celâleddin Rumî'nin toplumsal ve siyasal konumları birbirinden farklı olduğu kadar da karşıt durumdadır. Birisi istilacı Mogollara karşı mücadele siyasetine girmiş bulunan ve onları Rum'dan (Anadolu) çıkarmaya çalışan İzzeddin II.Keykavus'un, diğeri ise Mogol korumaclığını yeğleyen, Cengiz oğullarının bir Uç beyliği ya da eyaleti olmayı kabul eden kardeşi Rükneddin Kılıcarslan'ın yandaşıydı. Selçuklu ve Mogol yöneticilerinin has adamı bir aristokrat mutassavvıfıydı
Hacı Bektaş Veli, Anadolu'da geniş çoğunluğu oluşturan köyler ve kasabalarda oturan ya da konar-göçer olarak en zor koşullar içinde yaşayan batıni inançlı, İslam heterodoksizmini benimsemiş, gayri-sünni, yani alevi Türkmen halkların tarihsel inanç önderi. Mevlâna ise, diliyle, kültürüyle, güzel konuşması ve tükenmez enerjisiyle döndüğü semahıyla, eşsiz yapıtlarıyla Konya'da yaşayan tüm aristokrat çevrenin ve orada yaşayan herkesin gözdesiydi. Dahası ona bir peygamber, Mesnevi'ye ise Kuran gibi bakıyorlardı. Sultanın ve Emirlerinin olduğu kadar, Mogol yüksek temsilcilerinin de yakın adamı olduğunu özel mektupları açıkça göstermektedir; bir işbirlikçi ve ezilen soyulan halk çoğunluğunun karşısındaydı.
Mevlâna'nın, babasından, diğer şeyhlerinden ve medreslerden aldığı eğitim, yetişme koşulları; sahip olduğu inanç ve yaşam biçimi ona bu seçimi yaptırdığı kesindir. Mevlâna Celaleddin'i yargılama veya sorgulama gibi bir niyetimiz elbette ki olamaz. Ancak şu gerçeği unutmayalım: Kim olursa olsun göklere yüceltilen tarihsel kişilerin yanlışlarını, hatalarını gizlemek, görmemezlikten gelmek,-hatta o kişilerin hata yapmayacaklarına inanmak- onlara en büyük kötülüğü yapmakla eşdeğerdir.
Son söz olarak Hacı Bektaş Veli ile Mevlâna Celâleddin biribirine aykırı yaşamış, inançta birleşemedikleri gibi toplumsal ve siyasal yönden de biribirlerinin karşısındaydılar. Mevlâna'yı Hacı Bektaş Veli meşrebine sokmaya çalışanlar, Mevlevileri bir Alevi-Bektaşi inançlı topluluk olarak tanımlayanlar çok yanılmaktadır. Ancak Mevlâna ile Hacı Bektaş arasındaki bir ortak noktayı söyleyeyebiliriz:
İkisi de büyük İsmaili Dai'si Şemseddin Muhammed Tebrizi'den feyz almış, ışıklanmıştır. Hacı Bektaş Kuhistan'dan (1224’den) beri bu güneşin (Şems'in) batıni ışığını yüreğinde ve kafasında sindirerek parlamış ve Türkmen halklarını aydınlatmış. Üç yıl içinde “ayağının bastığı yere ayağını değil, başını koyacak” kadar Şems'e tapan Mevlâna ise, o yokolunca içindeki güneşi (Şems'i) sindirememiş, söndürmüş. Konya'da loş bir ışığa bürünerek, kendi ekseni çevresinde dönmeyi seçmiştir....
[1] Vilayetname, Hz.A.Gölpınarlı, s.28-29; Hz. E. Korkmaz, s.56-59)
[2] Ahmet Eflaki, Ariflerin Menkıbeleri I, Çev. Tahsin.Yazıcı, s.345, Hikaye.476
[3] Ahmet Eflaki, Ariflerin Menkıbeleri I, ibidem,
[4] Ahmet Eflaki, Agy. I, s.155
[5] Abdülbaki Gölpınarlı, Mevlâna Celaleddin, s.238)
[6] A.Gölpınarlı, agy. s.237
[7] Ahmet Eflaki, agy. I, s. 108-109; 218, 317)
[8] Prof. Dr. Fuad Köprülü, Osmanlı Devletinin Kuruluşu, 4.baskı, Ankara-1991, s.55
[9] Abdülbaki Gölpınarlı, Mevlâna Celaleddin, s.36-39)
[10] Abdülbaki Gölpınarlı, Mevlâna Celaleddin, s.42-43
[11] Özel ilişkilerinde de fazla serbestçe ve gönlünce davranmayı adet edinmiş İzzeddin Keykavus II, hiçbir zaman Moğol egemenliğini kabule yatkın olmayan, devlet kudretinin noksan kılınmasına karşı çıkan bir tavıra sahipti… Türkmenleri örgütlemeye çalışıyordu: Ümit Hassan, ‘Siyasal Tarih, Açıklamalı Bir Krolonoji’, Türkiye Tarihi 1, İstanbul-1980, s.253-254)
[12] Ahmet Eflaki, Ariflerin Menkıbeleri I, s.285)
[13] Uzun Firdevsi, Haz. A.Gölpınarlı, Menakıbname, s. 48
[14] Ahmet Eflaki’den (prgf.155, 459) aktaran LEWIS Franklin D., RUMİ, Past and Present, East and West; The Life, Teachings and Poetry of Jalal al-Din Rumi, Oneworld-Oxford, 2000 s.657-658.
[15] İlhan Başgöz, Yunus Emre I, İstanbul-1999, s.49):
[16] Gerçekte Selçuklu çevresini aşan bir siyasi cinayet sözkonusudur; bunu “Şemseddin Muhammed Tebrizi” incelememizde genişçe verdik.(İ. Kaygusuz, Anadolu Bilgeleri, Su Yayınları, İstanbul-2005,I.Bölüm) Şems'in katledilmesini A.Gölpınarlı, Mevlâna'nın oğlu Alaaddin Çelebi, Şems'in karısı Kimya hatunu önceden sevdiği için onun kıskançlığına bağlamakta. Son yıllarda Ahi Evren üzerine geniş araştırmalar yapmış olan Mikail Bayram ise, birkaç toplantıda inançsal görüş çatışmasından ötürü, Şeyh Nasırüddin Mahmud el-Hoyi (Ahi Evren?) tarafından öldürüldüğü gibi, hiç de akılcı olmayan bir görüş ileri sürmektedir: A. Gölpınarlı, agy. s.81-83; Ahi Evren (Şeyh Nasırüddin Mahmut al-Hoyi), İmanın Boyutları (Metali-ül İman), Çeviri ve İnceleme: Doç.Dr. Mikail Bayram, Konya, 1996, s.28-34.