İsmail Kaygusuz
Dedeler, Babalar, Anabacılar, Seyyidler, Ulu Seyyid Ocaklarının Temsilcileri, Hazır Erenler, Canlar, cümlenize saygılar-sevgiler sunuyor aşk ile niyaz ediyorum!
Ben buraya bir dede olarak ya da neslinden geldiğim için övündüğüm, mutluluk duyduğum, 1205 yılında Diyar-ı Rum’a (Anadolu’ya) girmiş, 1224’de kendi adını taşıyan Zaviye’yi kurmuş olan - ki bugün elimizde bulunan 1983 yılında yayınlamış olduğumuz bir vakıf belgesiyle kurulan Şeyh Hasan Oner Zaviyesinin Büyük Ocak ve evladı Şeyh Bahşiş’in adlarını taşıyan iki Tekke-Cemevi hala biçimi bozulmadan tam 781 ayakta yıldır durmakta ve içlerinde Alevi inancının toplu tapınmaları, ibadeti olan Görgü Cemi yapılmıştır. Cemevi’nin ibadet yeri olmadığını söyleyen inkarcı Diyanet fetvacılarına bir kere daha duyurulur!.- ulu atamız Ali soylu Şeyh Hasan Onar Ocağının temsilcisi olarak katılmak cesareti gösteremem. Çünkü kendimde Ali Yolu’nu sürdürecek yetkiyi de, yolun kurallarını açıklayıp uygulayacak, yürütecek donanımı da göremiyorum. Zira önce yolumuzun kurallarını kendi nefsimde uygulayabilecek erdeme ulaşamamış olduğumun bilincindeyim ve bunu sorgulamak zorundayım. Evet, on beş yıldır Alevilik araştırmaları içerisindeyim; bu alanda çoklarının ulaşamadığı kaynaklara ulaşıp onları değerlendirerek yorumladığım onlarca kitap yayınladım. Ama ben kendimi dede ilan edip talibime, “ Bu yol ateşten gömlektir, demirden leblebidir yiyemezsin; gelme gelme, dönme dönme, gelenin canı dönenin malı!” nasıl diyebilirim. Nasıl telkinde bulunabilirim ben o ateşten gömleği giyebilecek, demir leblebiyi yutabilecek; kısacası Ali yolunun sırrına ermiş ve onu sürdürecek olgunluğa erişmemişsem? Buna erişmiş dede bile gesin, dile gelsin; elini değil ayağını öpmeye hazırım: Pir, Dede, Seyyid hatta rehberlik mürebbilik “davasın kılan candan ol kadar kemal-i marifetullah gerektir ki talibi zulemat-ı cehliyyeden kemal-i nurlarına irşad ede; yani bu iddialarda bulunan canlarda, öylesine tanrısal bilgi/irfan gelişmişliği-genişliği gerektir ki, talibi bilgisizlik karanlığından olgunluk nurlarına/ışığına kavuşturabilsin”. Demek ki ben dedeyim, ben seyyidim demekle olmuyor; mürşid-i kamile varıp, ondan el almak, “kemal-i marifetullah” ile donanmak gerek.
Size buradan Amerikan üniversitelerinden birinde çalışan genç bir araştırmacı dostumuz tarafından bulunup incelenerek yayına hazırlanmış -belki de bugünlerde bir bilimsel dergide çıkmıştır- 1624 tarihinde yazılmış, Irak’taki bir dergahtan Doğu Anadolu’da bir Seyyid’e gönderilen mektubun son paragrafını okumak istiyorum. Yukarıdaki cümle de buradan alınmıştır.
“... Zīrā üstāḍ nuṭḳunda buyurupdur ki üstāḍ nefes, ṭarīḳat imāndır. Pīrlik, mürebbīlik daʿvāsın ḳılan cāndan ol ḳadar kemāl-i maʿrifetullāh gerekdir ki ṭālibi zulemāt-ı cehliyyeden kemāl-i nūrlarına irşād ide,(Çünkü Üstad nutkunda şöyle buyurmuştur: Üstad nefestir, tarikat imandır. Pirlik ve mürebbilik iddiasındaki canda öylesine tanrısal bilgi/irfan gerektir ki, talibi bilgisizlik karanlığından olgunluk nurlarına/ışığına kavuştura.,) zīrā erenler nuṭḳunda buyurupdur ki bir mürebbī taḥ ṣīl ile mürşid ola yoluña, ṣaḫlaya şeyṭān şerrinden dīniñi, īmānıñı (Zira erenler nutkunda buyurmuştur ki bir mürebbi/rehber tahsil, yani eğitim-öğretim sayesinde kazandığı bilgi ile yolun aydınlatıcısı olur, (ozaman) dinini ve imanını şeytanın kötülüklerinden koruyabilir) ve meşāyiḫiñ emridir ki mürebbī oldur ki müşkil ḥall ide ve muṣāḥib oldur ki evliyānıñ emriyle yol vara. Bir mürebbī ki müşkil ḥall itmez pīrlige lāyıḳ degül ve bir muṣāḥib ki ṭarīḳat emriyle yol varmaz, muṣāḥiblige lāyıḳ olmaz. (ve şeyhler buyurur ki, mürebbi sorunları çözmeli, musahip ise evliyanın(velilerin) emri ile yola varmalıdır. Bir mürebbi müşkül çözemez ise, pir/üstad olmaya, tarikat emriyle yola varmayan musahip de musahipliğe layık değildir.) İmdi cehd idüp göñli gözi ḥānedān ocaġında olan ḳardaşlar bu maḥalde özin bir pīr-i kāmile yetürüp taḫṣīl-i maʿrifetullāh idüp kemāle irişüp mertebe-i cehliyyede ḳalmayasız. Ed-duʿā. (Şimdi ey gönlü ve gözü ehl-i beyt hanedanında olan kardeşler, çabalayın-gayret edin, özünüzü bir pir-i kâmile ulaştırın, maarifetullah bilgisini kazanıp, kemale
(Mektubun gönderildiği kişi:) Evlād-ı būdāla-ı Ḥaḳḳ .Seyyid Yūsuf (Mektubu yollayan:) Bende-i Şāh-ı Velāyet, Seyyid Bāḳī, Evlād-ı Ḳuṭbüʾl-ʿĀrifīn Sulṭān Ḥacı Bektaş-ı Velī (Şah-ı Velayet bendelerinden, Ariflerin Kutbu Sultan Hacı Bektaş-ı Veli’nin soyundan, Seyit Baki)
Görüldüğü gibi mektup, ariflerin ulusu ve bilimlerin serçeşmesi Sultan Hacı Bektaş Veli evlatlarından Bagdad ya da Kerbela’da bulunan Hacı Bektaş Dergahının başındaki Seyyid Baki tarafından yazdırılmıştır. İçinde aynı zamanda Seyyid Yusuf’un 36 yıl önce almış olduğu İcazetname’nin de yenilenmesi yönünde göndermeler bulunmaktadır mektupta.
1527-28’de Hacı Bektaş Evladı ve Dergahının postnişini Kalender Şah Çelebi ayaklanmasının kanlı bir biçimde bastırılmasından sonra sürgüne uğrayan Hacı Bektaş Veli Ocağı Seyyidleri başka belgelerin de gösterdiği gibi, Ulu Pir’in adına Kerbela’da kurdukları Dergahtan, Anadolu’nun çeşitli bölgelerindeki Seyyid ocaklarından Dedelere huzurda kazan kaynattırıp cem tutturarak “çerağ ve post” ile birlikte icazetname vermişlerdi. Bu bir çeşit, o dedenin yolu sürdürmeye ehil olup olmadığının sınanması ve ehliyetininin kanıtlanmasıydı. Bir eğitimden geçmesi gerekliliğini göstermektedir. Ali yolunu sürdürecek bir dede için, kazanılması gereken bilgiler ve uyulması gerekli olan ilkelerin özüdür yukarıda verdiğim belgede geçenler. Zaten dedelik yapacak, seyyidin, babanın insanı kamil kişiliği kazanarak yolu yürütmesi, “el ele el Hakka” ilkesine uyarak gerçek Er’in, Mürşid-i kamilin eteğinden tutup, ondan el almasına bağlı olduğu “Buyruk” ve “Erkannameler”de de vurgulanmaktadır. Günümüzde bu manevi yapılanma ya da donanımın yanısıra bir dedenin yaşadığı çağın bilgilerinden haberli olması için araştırma ve inceleme yapacak kadar yöntem öğrenmesi gerekir; Üniversitenin en azından felsefe, sosyal bilimler, teoloji fakültelerinden birini bitirmiş olmalıdır...
Dede ve babaların talip içine çıkıp yolu sürdürmesi, Görgü cemi yürütebilmesi için önce kendisinin bağlı bulunduğu Pir huzurunda musahibiyle birlikte dar-didar olması, sorgulanması, arınıp-paklanması zorunludur; onların görgüsünü yapan Pir konumundakilerin de Hünkar Hacı Bektaş dergahındaki büyük Mürşid ile müşkülünü halletmesi, kazan kaynatıp, çerağ yakarak post yeniledikten sonra icazet alması sözkonusudur.
Türkiye nüfusunun üçte birini oluşturan Alevi-Bektaşi inanç toplumunun birliğinin inançsal temelde sağlanması dernekler ve vakıflar, diğer kitlesel örgütler aracılığıyla olmayacağı artık iyice anlaşılmış durumdadır. Bu birliğin, Hacı Bektaş Veli Dergahı çevresinde toplanarak sağlanması kaçınılmazdır. Öyleyse Ulu Dergah’a toplum olarak sahip çıkıp, oranın tarihsel işlevine kavuşturulması gerekir. Bunun için de Hacı Bektaş Seyyid Ocağına geleneksel bağlılığın “el ele, el Hakk’a” ilkesi çerçevesinde yeniden işlerliğe kavuşturulması gerekmektedir.
Ancak bu inançsal hiyerarşik yapının (Dede-Baba, Pir,Mürşid) işletilmesi, Alevi-Bektaşi topluluklarının yaşadığı bölge ve ülkelerden gelecek olan seyyid ocakları temsilcileri dedeler ve babalar arasından bir yüksek dergah kurulunun seçilmesiyle gerçekleştirilmelidir. Ve bu kurulun Dergah Postnişinin başkanlığında çağdaş demokrasi kuralları çerçevesinde çalışması sağlanmalıdır. Dede yetiştirilmesi, Dedelere icazetname verilmesi ve hatta Hacı Bektaş Ocağından postnişin seçilmesinden de bu kurul sorumlu olmalıdır. Alevi-Bektaşi toplumunun inançsal bağlamda birlik ve beraberliğinin gerçekleşmesinde çok önemli olduğunu düşündüğüm bu konuların görüşülüp tartışılarak hayata geçirilmesi için, önümüzdeki Dedeler Kurultayının Hacı Bektaş ilçesinde toplanmasını öneriyorum.
II.
Türkiye 1. Dedeler Kurultayına bir yazarınız olarak katılırken, elbette söyleyecek bazı sözlerimiz de olacaktır. Hollanda’da toplanan Dedeler Kurultayı, bazı çevrelerin “Alevilik İslam dışıdır ve kendine özgü inançtır; din değil kültürdür vb.” saçma iddialarına haklı tepki olarak bir Alevilik tanımlamasına gitme zorunluğu duydu.
Alevilik de Sünnilik ve Şiilik de İslam dininin birbirinden farklı yorumlarıdır. Ancak Sünnilik-Şiilik aralarındaki bir çok farklılıklarına rağmen İslam dininin biçimsel, zahiri/dışsal kurallara bağlanmış yorumudur. Yani Kur’an ayetlerinin dışsal yorum ve uygulanmaları biçimsel tapınmalara indirgenerek kurallaştırılıp değişmezlik kazandırılmış olmasıdır. Alevilik ise İslam dininin, dolayısıyla dinin kutsal kitabı Kur’an ayetlerinin tevil-mecazi, yani derinliklere inen içsel/ batıni yorumudur. Ama bununla da yetinilmemiş İslam dışındaki başka dinsel ve felsefi inançlardan da bazı ögeler alarak onları sinkretize ederek, yani bağdaştırıp bütünleştirerek kaynağına yabancılaştırmış ve özümsemiştir. Çoğu birbiriyle çelişen 6-7 tanım içinde en olumlusu olmasına rağmen bu tek tanımda takılıp kalırsak herkes kendi tanımının peşinden koşar. Çünkü Alevilik dinsel inanç temelli toplumsal, felsefi ve ahlaksal/etik bir olgudur. Bu demektir ki, bu alanlarda da tanımlar üretilebilir. Hollanda Alevi Vakfının düzenlediği Dedeler Kurultayı’ndan çıkan tanım, eksikleriyle birlikte inançsal bağlamda Anadolu’da yaşayan Aleviliğin tanımıdır. İran’da,
Bir tanımda uzlaşmakla, Aleviliği bir kalıba sokmak ve o tanımlamanın ötesindeki yaklaşımlara sırt çevirmek, bence Aleviliğin özüne aykırı düşer. Çünkü gerçekte Aleviliğin tanımı, tarihsel konumundan tutunuz, dinsel inanç, toplumsal, siyasal ve felsefi inanç ve düşünce bağlamlarında, hukuksal duruş ve adalet anlayışı içeriğiyle, öyle bir-iki paragrafa değil birkaç sayfaya sığmaz…
Bir panelde söylediğimiz gibi, gerçekte güncel sorunumuz, 14 yüzyıldır süregelmiş Aleviliğin tanımlanması tartışmaları olmamalıydı. İçinde bulunduğumuz sosyo-ekonomik ve siyasal koşullarda bilim ve iletişim çağına uygun olarak inancımızı/Aleviliğimizi nasıl yaşayabileceğimize ve birliğimizi nasıl sağlayacağımıza kafa yormamız gerekiyor. Ancak resmi çevrelerden tutunuz, Diyanetten, İlahiyattan, sözde Marksist ve Milliyetçi çevrelere kadar dayatılan tanımlamalar gösteriyor ki, bu tartışmalar bir süre daha devam edecektir.
Alevilik batıni İslam olarak, Tanrıyı insanda ve insanı Tanrıda görme, yani Tanrı-İnsan Birliği anlayışı ve tapınma ritüelleri bağlamında Sünni-Şii inancına aykırı gerçekliği ve onun dışında olmasıyla kuşkusuz kendine özgüdür. Ama Aleviliği dolaylı ya da dolaysız biçimlerde İslam dinini dışında göstererek, özgün bir inanç söylemi dayatılması tamamıyla yanlıştır, tutar tarafı yoktur. Onun özgünlüğü Batıni İslam oluşundan kaynaklanmakta; yani dogmatik şekilciliği, tarihsel baskıcılığı, bağnazlığı, çağdışılığı ve cihad terörizmiyle İslam olarak tanınan ve tanıtılan Ortodoksizme aykırılığından dolayıdır.
Alevi-Bektaşi toplumu, inancını özgürce ve ayrıntılı uygulamalarıyla yaşamak ve yüzyılların baskılarının ve gizlenmelerinin acısını çıkarmak istiyorsa bu sosyo-psikolojik olgudur, uymak zorunluğu vardır; inancına yeni yakıştırmalarla yaklaşamazsınız. Çünkü bu toplum, üçüncü halife döneminden itibaren Ali ve Ehlibeytin tanrısal öz taşıdığına ve soylarının kutsallığına inanarak, İslam dinini, batıni anlamda algılamış. Tarih boyu İslamı, imparatorluk yönetimlerinin resmi dini olan Ortodoks İslama aykırı ve tam muhalif biçimde yorumlarken, yaşadığı bölgelerdeki çağdaşı ya da eski dinsel ve felsefi inançlardan ögeleri özümseyip zenginleştirdiği kendi farklı İslamını, atalarından-dedelerinden miras almışlardır. Bu koskoca toplumla alay edercesine, siz İslam değilsiniz, İslam dışı ve kendine özgü bir inanca sahipsiniz, üstelik sizin inancınız Alevilik İslamdan önce de vardı nasıl ve hangi bilimsel gerekçelerle diyebiliyorsunuz? Artık bu yanlış ya da kasıtlı çıkışların yarattığı birlik bozucu tartışmalara nokta koymak gerekir. Bunları yazıp çizenleri, ortalığa yayanlara yanlışlarını
Gerçeğin demine hüü, mümine ya Ali! Kov-gaybetten koru bizi Hünklar Bektaş Veli!
Bu düşünceden hareketle burada son yaptığım bir çalışmadan kısa bir özet geçmek istiyorum.