İmam Cafer Sadık, Ortodoks - Heterodoks Caferilik ve “Buyruk” *
İsmail Kaygusuz
İmam Cafer Sadık ve Batıni Şiilik ya da Proto-Alevilik
İmam Cafer Sadık (699/702-765) gerek gençliğinde ve gerekse Emevi Hişam bin Abdul Malik (724-743) döneminde başlayan ve Abbasi Mansur’un (754-775) halifeliğinin ortalarına kadar süren İmamlık yıllarında siyasetle ilgilenmemiş; diğer Alisoyluların siyasal eylem ve başkaldırı hareketlerine katılmamış, bazı önerileri de reddetmiştir. Buna rağmen Ehlibeyt soylu İmam oluşu yüzünden, Emevi ve Abbasi iktidarlar tarafından hep potansiyal muhalif olarak izlenmiş, baskı görmüştür. Ama onun asıl karşıtlığı, Muhammed dininden sapmış, Peygamberin ölümünden beri İslamın kendi çıkarlarına uygun olanlara yeni kurallar ekleyerek yarattıkları Emevi-Abbasi İslam anlayışınaydı. Ali’den itibaren İmamlar kanalıyla kendisine kadar Ehlibeyt İslamını, Kuran ayetleri ve hadislerin yorumunu tavil (mecazi-gizli,batıni) ile geliştirip, derin bilgisi ve araştırmalarını eski felsefi inanç akımlarıyla karşılaştırarak yaygınlaştıran İmam Cafer Sadık oldu. Read More
İlk büyük mutasavvıflardan ve batıniliğin kurucusu sayılan İmam Cafers Sadık'ın Kuran hakkında şunları söylediğini biliyoruz:
“Tanrının kitabı (Kuran) dört şeyi kapsıyor, diyor: İbarat (ibareler, açık cümleler), İşarat (işaretler, açıklanma gerektiren simgeler), Lataif (latifeler, duygularüstü dünyaya ilişkin gizli anlamlar taşıyan hoş öyküler) ve Hakaik (hakikatler, yüksek manevi bilgiler, öğretiler). Açık ifadeler inananlar topluluğu (avam, halk) için. İmalı işaretler yüksek tabakayı (havas) ilgilendiriyor. Gizli anlamlar taşıyan öyküler tanrı dostlarına (Evliya, veliler) ve yüksek manevi bilgiler ise peygamberlere aittir.”
Kısacası İmam Cafer, Ali yandaşlığıyla başlamış, Kerbela olayından sonra ortodoks bir karakterle Sünni iktidarlara siyasi muhalefet olan Şiilik inancına batıni ve felsefi yorumları kucaklayan akılcılığı kattı. Babası İmam Bakır ile başlayan bu akım yeraltında güçleniyordu, proto-Alevilik kümeleşmeleri oluşmuştu. İmam Cafer Sadık bu gizli Batıni Şiiler ya da Proto-Aleviler diyebileceğimiz kümeleşmelerle gizli ilişkilerini örtmek ve aynı zamanda Ehlibeyt ve İmam soyunun ortadan kaldırılmasını önlemek için Abbasi yönetimiyle iyi geçinme yolunu seçti. Bunu da babasından öğrendiği takıye öğretisini geliştirerek başarabildi. Bu sayede Akademisinde çalışmalarını sürdürüp adları bugüne değin yaşayan çok din ve bilim adamı yetiştirdi.
Aslında Cafer Sadık, (daha donra İsmaili çizgisindeki) batınilik (esoterism) üzerinde temellendirilmiş bir açık davet’in Abbasi rejiminin iktidarında kesin bir yokolma anlamına geleceğini düşündüğünden bu çözümü bulmuştu. Kuşkusuz, İmamlar ve onlara inanan yandaşları için, kendi azınlık inançlarının açık açık propagandasını yapmak tehlikeliydi. Bu yüzden, ileride pek çok koğuşturmadan da korumuş olan takiye yardımıyla gizli dava (misyon) sistemi ortaya çıktı.
Farhad Daftary, “The Ismailis: their History and Doctrines”(London, 1990, s. 85) kitabında,
“takiye uygulaması uygun bir biçimde Şiileri, özellikle İsmailileri koğuşturmaya uğramaktan korudu ve onların düşman çevreler altındaki mezhepsel varlığının korunmasına hizmet etti” diye yazmaktadır
İmam Cafer Sadık’ın bilinen en büyük takiyelerinden biri Abul Khattab olayındaki davaranışıdır. Abul Khattab-Hattab adıyla tanınan, Muhammad bin Abi Zaynab Maqlas al-Asadi al-Kufi (ö. 783), İmam Cafer Sadık’ın çok seçkin bir müridiydi. O ilkönceleri, batıni (esoteric) yorumla renklenmiş Şii öğretilerini va’zetmekteydi. Uzun zaman boyunca İmam Cafer Sadık’ın yakın dostuydu ve İmam onu kendi baş dai’si olarak Kufe’ye atamıştı. Kashi’nin anlattığına göre, bir keresinde İmam elini onun göğsü üzerine koyarak “sen gayb alemini, benim sırlarımı biliyorsun” demiştir. Bu, Nawbakht’inin, İmam’ın sadece ona ism-i azam’ı (mutlak söz, yüce isim) açıkladığı ve onu “ halkımızın yaşam ve ölümü emanet (teslim) edilen kişi, sırrımızın emanet yeri, bilgimizin kasketi” diye çağırdığını yazmasıyla da bağlanabilir. Böylece herhangi bir insan bile, Abul Khattab’ın İmam Cafer’in yanındaki saygıdeğer yeri, yani gerçek statüsü hakkında kolayca bir yargıya varabilir. Ancak onun, kendisine emanet edilen sırrı (İmam’da Tanrının açınımı, zuhuru) ifşa ettiğinden, bu yönetim tarafından Cafer’i Tanrılaştırdığı ona tapındığı biçimde anlaşılarak koğuşturulmaya uğratıldı. İşte bu koğuşturma döneminde, sözde onun kendisinden dinlediği bir hadisi farklılaştırarak ya da eksik olarak naklettiğinden, İmam Cafer ile ilişkisinin lekelenmesine neden olduğu için Abul Hattab 755 civarında cemaattan uzaklaştırılmış gösterildi. Oysa bu açık olarak göze çarpan en eski takiye örneğidir. Arkasından daha büyük bir takiye uygulaması olarak, öldürüldüğü (son saptamalara göre) 783 yılına kadar İsmail bin Cafer’in huccet’liğini(örtüsü, adının taşıyan vekili) yaptığı ve birbirlerinini adını kullandığı bilinmektedir.
İmam Cafer Sadık ve Bilim
İmam Cafer Sadık aynı zamanda, yaşadığı dönemde bilimsel kişiliğe sahibolan ve ileri sürdüğü akılcı bilgi kuramlarıyla bilim adamı niteliği taşıyan bir kimseydi.Medine’de kurduğu ilk İslam Akademisinde 3 bin kişinin doğrudan onda ders aldığı ya da bilgilendiği bilinmektedir. Burada çağdaş kimyanın babası ve Geber olarak tanınan Cabir İbn Hayyan’ın (721-815), yazılarında “akıl madeni” ve “üstadım-ustam” diye sık sık gönderme yaptığı hocası Cafer Sadık tarafından Medine’de toplanıp biraraya getirilmiş araç ve gereçlerle çalıştığı olayına dikkat çekebiliriz. Avrupa rönesansının aydınları Cabir bin Hayyan’ın yazdığı risalelerden çok büyük yarar sağladılar ve bunlar Latince, Almanca, Fransızca ve İngilizceye çevrildi.
Filistin asıllı düşünür İsmail al-Faruqi ve Lois al-Faruqi “The Cultural Atlas of Islam”da (New York, 1986, s. 328) yazdıklarına göre,
“O (Cabir), Cafer Sadık’ın isteklerine yanıt olarak ateşe dayanıklı bir kağıt çeşidi ve gece okunabilen mürekkep icadetti. Yine Cafer’in isteği doğrultusunda öyle bir katkı maddesi keşfetti ki, demir üzerine konulduğunda pas yapıyor, fakat kumaş üzerine sürüldüğü zaman onu su geçirmez kılıyordu.”
Cafer Sadık’ın tanınmış sıfatlarından “kaşif ul-hakaik”(sırları, gerçekleri ortaya çıkaran-keşfeden adam) idi, muhakik de “gerçeği araştıran, araştırmacı” anlamındadır. Cafer Sadık’a bu türlü sıfatlar verilmesinin nedeni, Arap dünyasınca bilinmeyen birçok muazzam bilimsel kuramları ilk kez onun haber vermesiydi. Örneğin Cafer Sadık’ın bir keresinde şöyle dediği bilinir:
“Tanrı yedinci gökte soğuk sudan bir gezegen yarattı, ve diğer altı gezegen ise sıcak sudan yaratılmışlardır”
Bu İsmail al-Faruqi’ye göre, Pluto adlı gezegeninin apaçık keşfidir, önceden haber verilmesidir. Bununla birlikte onu, 21 Ocak 1930’da Clyde Tombaugh Arizona’da bulunan Lowell Gözlemevi’nde fotograflayarak keşefetti.
Cafer Sadık’ın, tartışma ve konuşmalarında diğer birkaç önemli bilimsel teoriler de açıklamış olduğu bildirilmektedir. Örneğin, o bir konuşmasında şunları söylemiştir:
“Bir nesneden çıkan görüş ışık ışınları gözlerimize girer. Sadece bir kısmı gözlerimizin içinde yansıyan ışınlar, bizden uzakta bulunan bir nesneyi çok kolay algılama yeteneğimizin yokolmasına neden olurlar. En uzaktaki bir nesnenin ışık ışınlarını gözlerimizin içine sokabilecek bir aracın icadı sağlanırsa , uzakta bulunan o nesnenin ışınları tamamıyla gözlerimizin içine girebilir ve biz onu yakından görebiliriz. O zaman çölde 2700 metre uzakta otlayan develer, 54 metrelik uzaklıkta görülecektir. Bu demektir ki, o develer 50 kere daha yakından görülmüş olacak.”
Bu, Euklides (İ.Ö. 330-226 ) ve Ptolemaios (İ.S. 90-168 ) tarafından ortaya atılan ve gözlerden nesne üzerine yayıldığı varsayılan “görme ışınları” teorisinin belki ilk tashihi, ilk düzeltimidir. Cafer Sadık’ın bu kuramı, çok daha sonra Fatımi döneminin ünlü bilgini ve Alhazen olarak tanınan İbn al-Haytham (965-1039) tarafından yapılmış birçok deneylerden sonra kabul edilmişti.
Cafer Sadık ayrıca bir nesneyi elli kez daha yakından gözleyeceğimiz-gösterecek bir aracın icadı için salık vermiş, tavsiyede bulunmuştu. Bundan dolayıdır ki, Avrupalı bilgin Roger Bacon(1220-1292) da bir nesneyi elli kere daha görüşümüze yakın getiren böyle bir araç için öneride bulunmuştur. Çok daha sonraları, bu tavsiye edilen ve önerilen aracı icadetmek İtalyan bilgin Gailileo’ya (1564-1642) kısmet oldu, yani 1610 yılında teleskobu o keşfetti. Onun bu keşfinin işlevleri kesinlikle Cafer Sadık’ın, bir nesneyi gerçek uzaklığından 50 kere daha yakından görünür duruma getirme kuramı üzerine temellendirildi.
İmam Cafer Sadık ve Takıye Öğretisi
Takiye öğretisinin Şiiliğe sokulması ve ilk uygulamalar İmam Bakır (677-733/4) zamanındadır. Öğretinin ilkeleri ya da ilk adımları ona atfedilmekte. Ancak zamana uygun son biçimini vermek ve onu inancın kesin koşullarından biri durumuna getirmek oğlu İmam Cafer Sadık’a kalmıştır.1
Arap toplumundaki kökten değişen, arkasından yaygınlaşan koşullara bakınca, İmam Cafer Sadık tarafından yandaşları için takiye öğretisinin (önlem almak için, yani tedbir olarak ikiyüzlülük etme; başka türlü görünme) ortaya atılması akıllıca bir hareketti ve o, gizli Şiilik inancının zorunlu maddesi yapıldı. Cafer Sadık’ın “takiye benim ve atalarımın dinidir. Takiye ile korunmayan bir kimsenin dini olmaz ” dediği bildirilmektedir. Bir başka fırsat üzerine onun “dininiz için korkun ve onu takiye ile koruyunuz” dediğine inanılır. Daha sonraları da, “bizim takiyeye ilişkin düşüncemiz, onun zorunlu(farz) olduğudur ve ondan vazgeçen, tapınmayı bırakan kimseyle aynı durumdadur” demiş olduğu söylenir.
Aslında Cafer Sadık, İsmaili çizgisindeki batınilik (esoterism) üzerinde temellendirilmiş bir açık davet’in Abbasi rejiminin iktidarında kesin bir yokolma anlamına geleceğinden (dolayı) bu çözümü bulmuştu. Kuşkusuz, İmamlar ve onlara inanan yandaşları için, kendi azınlık inançlarının açık açık propagandasını yapmak tehlikeliydi. Bu yüzden, daha sonra ileride, pek çok koğuşturmadan da korumuş olan takiye yardımıyla gizli dava (misyon) sistemi ortaya çıktı.
Farhad Daftary, “The Ismailis: their History and Doctrines”(London, 1990, s. 85) kitabında,
“takiye uygulaması uygun bir biçimde Şiileri, özellikle İsmailileri koğuşturmaya uğramaktan korudu ve onların düşman çevreler altındaki mezhepsel varlığının korunmasına hizmet etti” diye yazmaktadır
Takiya sözcüğü, “gizleme” ya da “saklama” anlamına gelen Arapça tukat kökünden çekilir. Ayrıca “birinden koruma ya da saklama” anlamları içeren vakka’dan geldiğini ileri sürenler de vardır. Bir Kur’an deyimi olan taukkat da takiye anlamında kullanılır ki, o ileride fikir ayrılıklarına ya da sapmalarına dönüştürülmüştür.
“Müminler, inananlar dururken ya da onlardan daha çok inanmayanlarla dostluk kurmasınlar; bunu yapan herkim olursa olsun Tanrı’dan hiçbirşey beklememeli. Ancak korku dolayısıyla onlara karşı kendinizi korumak zorunda kaldığınız durumlar istisnadır…” ayetinin ışığında bir uyuşum sözkonusudur.
Arapça sözlükler takiyenin anlamını “korunma için bir düzenleme yapmak” olarak vermektedir. Özetle takiye, İslam hukukunda (fıkıh) hoşgörülebilir ya da caiz olan bir eylemdir. O, tehlikeli-baskıcı dönemlerde müridlerin kendi inaçlarını gizlemesine izin veren bir öğretidir. “Urdu Encyclopaedia of Islam” (6th vol., s. 581) ‘a göre, “Sünni yönetimlerde bazı konularda Şiilerden kuşkulanılır, bunun için onlar arasında takiye öğretisi özel bir önemle uygulanır”.
İmam Cafer Sadık, bu amaç için, geniş bir yeraltı misyonu-dava ağı örgütleme ustalığına sahip Maymun al-Kaddah adındakı İranlı azatlı kölesini görevli kıldı.
İmam Cafer Sadık ve Abul Khattab Takiyesi
Abul Khattab adıyla tanınan, Muhammad bin Abi Zaynab Maqlas al-Asadi al-Kufi (ö. 783), İmam Cafer Sadık’ın çok seçkin bir müridiydi. O ilkönceleri, batıni (esoteric) yorumla renklenmiş Şii öğretilerini va’zetmekteydi. Uzun zaman boyunca İmam Cafer Sadık’ın yakın dostuydu ve İmam onu kendi baş dai’si olarak Kufe’ye atamıştı. Kashi’nin anlattığına göre, bir keresinde İmam elini onun göğsü üzerine koyarak “sen gayb alemini, benim sırlarımı biliyorsun” demiştir. Bu, Nawbakht’inin, İmam’ın sadece ona ism-i azam’ı (mutlak söz, yüce isim) açıkladığı ve onu “ halkımızın yaşam ve ölümü emanet (teslim) edilen kişi, sırrımızın emanet yeri, bilgimizin kasketi” diye çağırdığını yazmasıyla da bağlanabilir. Böylece herhangi bir insan bile, Abul Khattab’ın İmam Cafer’in yanındaki saygıdeğer yeri, yani gerçek statüsü hakkında kolayca bir yargıya varabilir.
Öbür yandan denilmektedir ki, Cafer Sadık sözde onun, kendisinden dinlediği bir hadisi farklılaştırarak ya da eksik olarak nakletmesi huyundan hoşlanmadı. Böylece İmam ile ilişkisinin lekelenmesine neden olduğu için Abul Hattab 755 civarında cemaattan uzaklaştırıldı, yani bir çeşit aforoz edildi.
Bu açık olarak göze çarpan en eski takiye örneğidir.Bu çeşit bir takiye, Şiilerin kendilerini Abul Khattab’dan ayrı tutmaya niyetli olduğunu gösterirken, Abbasilerin zihinlerinde Abul Khattab ve İmam Cafer arasında ilişki olmadığına dair bir düşünce oluştuğu görülüyor. Ama Abul Khattab'ın inancı öyle derin köklüydü ki, bir an için bile sarsıntıya uğramadı.
Söylentiye göre, İmam İsmail bin Cafer Irak’ta bulunduğu zaman, büyük olasılıkla 769’dan sonra, takiye uygulaması olarak, Abul Khattab sıfatını takma ad olarak benimsedi. Abul Khattab kendi kimliğini gizlerken, İsmail o andan itibaren Küfe’de küçük bir grubun arasında Abul Khattab olarak tanınmış oldu.
Nawbakhti “Kitab Firaq al-Shia” da (yayım. Ritter, İstanbul, 1931, s. 60-61) ve al-Kummi (ö. 300/912) "Kitab al-Maqalat wa'l-Firaq" ( M.J Mashkur yayımı, Tehran, 1963, s. 83) kitabında, Abul Khattab’ın (yani İsmail’in) yandaşlarının Khattabiyya (Hattabiler) olarak tanındığı ve “tanrısal nurun İmam Cafer’den Abul Khattab’a ve onun ölümünden sonra da Muhammed bin İsmail’e geçtiğine”inandıklarını yazmaktadır.
Buradaki Abul Khattab adı gerçekte İmam İsmail’in lakabıydı. Orta Asya’da İsmaililer arasında saklanıp korunmuş olan “Ummu'l-Kitab” risalesinde, Khattabilerin İsmaliliğin kurucuları olduğu yazılı ve “İsmailizm, İsmail için hayatlarını veren Abul Khattab’ın çocukları tarafından kuruldu” açıklaması yapılmaktadır.
Abul Khattab’ın yetmiş yandaşının Küfe’de bir camide toplatılıp, valinin emriyle öldürüldükleri anlatılmaktadır. Abul Khattab da yakalanıp darağacında idam edilmiştir. Ancak onun ölümünün 755 ya da 762’de gerçekleştirildiğine dair tarihçiler tarafından geliştirilmiş fikre inanmak olanaksızdır. Abul Khattab çok büyük olasılıkla 783 yılında öldürüldü.
-İmam Cafer Sadık ve Oğulları -
İmam İsmail İbn Cafer Sadık
(765-775)
Al Wafi soy adlı Abu Muhammed İsmail 719 ile 722 yılları arasında Medine’de doğdu. İsmail (İbranice “Tanrıyı yakından dinleyen, işiten” anlamında) de olgun ve mutlak Efendi (az-azbab-i itlak)olarak tanınır. Cafer Sadık’ın ilk hanımı Fatima’dan doğmuştur. “Sharhu'l Akhbar”a (yazılış tarihi 960) göre, İsmail’in anası İmam Hüseyin oğlu Hasan’ın kızı Fatima’ydı, diye yazıyor. Ayrıca Şehristani "Kitab al-milal wa'l nihal"de, İmam Cafer’in Fatima hayattayken, tıpkı Muhammed’in Hatice ve Ali’nin Fatima ile olduğu gibi, başka bir evlilik yapmadığını söylemektedir.
Hatim bin İmran bin Zuhra (d. 498/1104) “al-Usul wa'l Ahakam”da ise, “İsmail, Cafer Sadık’ın en olgun, en bilgili ve en seçkiniydi”diye karakter belirlemesi yapmakta. Ayrıca onun, Kuran’ın batıni yorumunda çok ilerlemiş, hatta aşırı olduğu söylenir.
İsmail’in erken yaşamı, hakkındaki birkaç yazılı fragment dışında izlenebilir durumda değildir. Konunun yetkili kaynağı “Asraru'n-Nutaqa” (Natıkların Sırları) şunları ekliyor:
"İsmail yedi yaşını doldurduğu zaman, dinin ulusu (Cafer Sadık) onu dinin ulusu ve soyca kendisinden sonra gelen olarak veliaht ilan etti. Onu diğer oğullarından korudu, halkla ilişki kurmaktan uzak tutu; eğitimi kendi gözetimi altında sürdürüldü.”
“Marifat Akhbari'r-Rijal”a ( yazılışı 890’dan sonra) göre, babasının Medine’de olmadığı sıralarda İsmail babasının yerine ailenin başı gibi davranırdı. “Uyun'l-Akhbar”da (yazılışı t. 842/1438) ve Masudi’nin (ö. 346/958) “Kitab al-Tanbih wal Ishraf ” (yayın. de Goeji, Leiden, 1894, s. 329) kitabında anlatılan 751 yılındaki Mualli bin Khunyas olayında İmam Cafer Sadık Medine’de yoktu, bu yüzden olayla ilgili tartışmalar İsmail tarafından çözüme ulaştırıldı. Anlatıldığına göre Mualli bin Khunyas tanınmış bir narrator, yani hikaye anlatıcı-rivayetçi ve varlıklı bir İranlıydı. İlk Abbasi halifesi Abul Abbas’ın buyruğuyla Medine valisi Davut bin Ali tarafından adam öldürüldü ve malı-mülkü müsadere edildi. Abbasi halifesi vali aracılığıyla bu olayda, onunla birlikte seksen kişi daha öldürtmüştü..
Abbasi halifeliği, Emevilerin kökü kazınarak 750 yılında kuruldu. Onlar ise Ali soylular ve yandaşları (the Alids, Aleviler) için en keskin, en acımasız düşman oldular ve herşeyi ezip yokederek siyasetlerini yaptılar. Alevilerin desteğiylel iktidarı elde etmişlerdi ve onlardan ulaşabildiklerinin küllerini süpürerek yönetmeye başladılar.
İbn Jawzi (ö.1200) “Sifat al-Safwa”sında “Cafer Sadık dinsel tapınmalarını yerine getirmekle öylesine meşguldu ki, devlet işlerinden tamamıyla uzak duruyordu”demektedir. Bununla birlikte o, halife Mansur tarafından muhaliflerinden biri olarak görüldü. Bu kere de Abbasiler Ali soyluları, devletten uzak tutmaya kesinlikle kararlıydılar ve Cafer Sadık’ın ölümüyle birlikte, onlara karşı öldürücü muhalefet yaparak, İmamlık kurumunun tam imhasına giriştiler. Halife Mansur, bu siyaset çerçevesinde İmam Cafer Sadık’ı, yaşarken ardılının adını bilmek, kendi hedefine sevketmek için yakından gözlem altına almıştı. Çeşitli araçlarla İmamı bezdirmeye çalıştı. İbn Jazwi aynı yapıtında ( 2.Vol., s.96), Mansur’un, Cafer Sadık’a yandaşları tarafından khums adı altında ödemekte oldukları dinsel vergilerden de endişeliydi ve 764’de Medine’yi ziyareti sırasında konuya ilişkin olarak onu sorguya çekmişti.
758’de halife Mansur Ahd al-Jabbar al-Azadi’yi, Cafer Sadık’ın yandaşlarıyla birlikte tüm Alevi eylemlerini izlemesi maksadıyla Horasan valisi olarak atadı. Riyah bin Uthman al-Murri de, 761 yılından itibaren Medine valisiydi. Onun ilk işi Ehlibeyt’in evini yaktırmak oldu. Hatta Cafer Sadık’ın beklenen ardılı olan İsmail’in öldürülmesini kararlaştırdı.
Ahmad bin Ali Najashi (ö. 1058) “Kitab al-Rijal” (Bombay, 1917, s. 81-2) yapıtında, halife Mansur’un bir keresinde Cafer Sadık ve oğlu İsmail’i, onları Irak’a çağırdığı ancak öldürme fırsatı bulamadığını; onlar canlarını kurtarmaları üzerine, onların yerine yalnız Bassam bin Abdullah al-Sayrafi’nin öldürüldüğünü yazmaktadır. Muhammad Hussain al-Muzzafari ise, “al-Sadik”da (2. vol., s. 119) Cafer Sadık’ın “İsmail’in iki kere öldürülmesi planlandı, fakat ben onun hayatı için dua ettim, Tanrı onu korudu” sözünü aktarıyor.
Cafer Sadık’ın ardıl göstermesi konusu günümüze kadar gelen izleriyle bir gizem olarak kaldı. Masalsı bir olayla karşıkarşıya gelindi; varsayım ve önermeler, tarihçilerin önyargı ve hırsları bunun üzerinde biçimlendi.Erken Şii yazarlar tarafından yapılan sıcak tartışma ve çekişme içerisinde uzlaşılmış durumları, onları izleyenler sürekli olarak yinelediler. Sonuçta, bu değersiz bilgi kırıntılarına çok fazla güvenerek, yanlışların çoğunu onaylayıp kabul etmiş modern doğubilmciler tarafından bütün bunlar miras olarak elealındı. Geleneklerin bazı öğeleri tamamıyla hayalidir, kurgusaldır ve sadece Şii yazarların akıllıca tahminlerini içermektedir. Çağdaş yazarların vardıkları sonuçlar bunların üzerinde temellendirilmiştir.
İmam kavramından yoksun karmaşıklıktan gelen Sünni kaynaklarının alçaltıcı, küçük düşürücü sonuçları , daha da gereksiz karışıklıklar yarattı. Onlar kendi edep duyguları açısından hakaret dolu sözlerle İsmaililere saldırdılar. Aşırı bir düşmanlık ortamında yaşayan erken İsmaililerin, kendi öğretilerini propaganda yapmak yerine tercih edilen herhangibir cilt edebiyat metni üretmedikleri yüksek bir olasılıktır. Bu nedenle, ulaşılabilir malzeme incelenirken, bilim adamları dikkatli bir seçim yapmak zorunda kalacaklardır
Seyyed Hossein Nasr “Ideals and Realities of Islam” (London, 1966, s. 165-6) kitabında,
“İmam Cafer Sadık’a ardıl olma sorunu, bununla Şii hareketine son vereceğini uman halife al-Mansur’un, İmam tarafından resmen kendisine ardıl olarak herkim seçilirse onu ölümle cezaladırmaya karar vermesi olayı özellikle güçlük oluşturmaktaydı” diye yazıyor.
Halife Mansur Cafer Sadık’a, onun eylemlerini yakından izleterek düşmanca pusu kurmaya başladı. Bundan başka o, kendi halefinin adı olan Muhammed’i (775-785) al-Mahdi sıfatı ile değiştirdi. Bunu cafer Sadık’a bağlı olanların Ali ailesinden dikkatlerini çevirmek onları Abbasi soyuna çekmek için yaptı. Bu koşullar altında Cafer Sadık’ın gerçek halefinin belirlemesinde, farklı gelenekler düzenlendi ve birçok fikirler oluşturuldu.
Farhad Daftary "The Ismailis: their History and Doctrines"de (London, 1990, s. 93-4) şöyle görüş belirtmektedir:
“Eldeki kaynakların çoğuna göre , Cafer Sadık oğlu İsmail’i, Nass kuralıyla kendisine ardıl olarak atadı. Bu atamanın gerçekliği hakkında kuşku olamaz. Çünkü bu İsmali inanç eyilimlerinin ve iddialarının temelini biçimlendirir; Cafer Sadık’ın ardılı sorunu zamanı geldiğinde karara bağlanıp kesinleşmek zorundaydı.”
W. Ivanow (1886-1970) “Ismailis and Qarmatians” (JBBRAS, Bombay, 1940, s. 57) yapıtında ,
“hem mezhepsel hem de karşıt-muhaliflerinden kalan eldeki kaynakların ezici çoğunluğuna göre, İmam Cafer kendisine ardıl olarak, yüksek bir aristokrat hanım ve Hasan bin Ali’nin torununun kızı olan ilk karısından doğma en büyük oğlu İsmaili tayin etti” diye yazarken;
W. Montgomery Watt, “The Formative Period of Islamic Thought”, Edinburgh, 1973, s. 271; İslam Düşüncesinin Teşekkül Devri, Çev.Prof. Dr. Ethem Ruhi Fığlalı, 2.Basım, İstanbul, 1998, s.335),
“İsmaililer adlarını, İmam Cafer Sadık’tan sonra İmam’ın oğullarından Musa Kazım değil, İsmail olduğunu kabul ettiklerinden dolayı aldılar”diyor.
Büyük olasılıkla Irak’ta bilinen bu geleneksel söylenti sorundaki karışıklığı çözemedi. Şükür ki, yüzyıllardır içine girilemeyen bir örtünün altında gizlenmiş bu konuda yeni bir kanıt bulundu. Son zamanlarda Suriye’de Khwabi’de bulunan, Nuruddin b. Ahmad (ö. 849) tarafından yazılmış “Kitab Fusul wa'l Akhbar” adındaki bir elyazmasının 17.yüzyıl kopyası olaya açıklık getiriyor. Elyazması İsmail İbn Cafer’e ilişkin yeni bir geleneği anlatıyor; ona göre İsmail’in, al-Aftah ya da al-Aflah soy adını taşıyan Abdullah adlı bir ikiz kardeşi vardı. İsmail’e benzeyen bu çocuğu Cafer Sadık Medine halkından saklamıştı, yani Medineliler bu ikiz kardeşleri tek İsmail olarak biliyordu. Olayın gerçekliği başka herhangi bir kaynak tarafından doğrulanamadı. Bununla birlikte bu bilgiler , özellikle çağdaş kanıtın olmadığı yokluğu ya da nadir bulunur olduğu zaman doğru değilmiş gibi bir yana da süpürüp atılamaz. Harfi harfine gerçek ya da değil ama hikayenin, bu önemli dönemde bazı ilginç görüş ve anlayışları ortaya çıkaran belirli gerçek tohumları içerdiği görülüyor.
Ayrıca bunun ipuçlarına ilişkin “Asraru'n-Nutaqa”(yazılışı 990) ile de bir yargıya varılabilir. Öyleki bu kaynak İsmail evde eğitilip yetiştirildi, diyor ve aynı kaynağın başka bir yerinde Abdullah’ın da evde yetiştirildiğini anlatılıyor. Tarihçiler İsmail’in 762’de babasından önce öldüğünü yazmaktadır. Fakat sözünü ettiğimiz Suriye elyazması kaynağımız, 762’de ölüm olayının gerçekte İsmail’in değil Abdullah’ın ölümü olduğunu anlatarak örtüyü kaldırmayı sürdürüyor. Daha ileride hem Abdullah’ın hem de İsmail’in fizik olarak hemen hemen birbirinin aynısı olduğu ve bu çok benzerlikten dolayı Abdullah’ın ölümünde bulunanlardan hiçkimsenin anlamadığı, dolayısıyla İsmail’in cenazesi sanıldığını söylüyor. O arada Cafer Sadık sessiz kalmak zorundaydı, çünkü Abbasiler İsmail’i öldürmek için aramaktaydılar. Bu nedenle, İsmail’in öldüğü babasının zamanında halka açıklanarak bir sırra dönüştü, oysa o gerçekte ölmedi.. Abul Fawaris Ahmad bin Yaqub, 1017’den önce yazmış olduğu “ar-Risala fi'l Imama”kitabında “İsmail’in babası hayattayken öldüğü asla doğrulanmadı. Ve de güvenilir bir kişinin, cenazenin defini sırasında İsmail’in yüzünü gördüğü yönünde açık bir kanıtı olmaksızın ispatlanamaz. Bu doğru değildir ve olanaksızdır”demektedir.
Suriye tradisyonu daha fazlasına sahip; 762 yılı Kasım’ında Abdullah Ramdan’da son nefesini verdiği gece İsmail, gizlice Medine’den dışarı çıkarılmıştı. Böylece sahte cenaze tören geleneği, Nawbakhti ve al-Kummi’nin “saf İsmaililer” (al-İsmailiyye al-khalisa) diye niteledikleri bir grup arasında bu olaya uydurulmuş oldu.Çok mümkündür ki halk, sahte cenaze töreni icadı sonucuna varıldığından, Abdullah’ın ölümü kadar, iki kardeşin birbirine benzerliğinden de habersizdiler. W. İvanow “Ismailis and Qarmatians”da (JBBRAS, 1940, p. 57) şunları yazıyor:
“Hepsinin üzerinde, bu hikaye çok garip görünüyor, özellikle de gerçekten çok eski olduğu için. Birinde anlatıldığı gibi (hepsi) ayni versiyon olduğu için, onun uydurulduğu büyük olasılıktır ve çok erken dönemde birisi tarafından devreye sokulmuştur. Zira genel literature içerisinde İsmaile atfedilen başka malzemenin yokluğunda yinelenip durdu.”
Geleneğin bir yüzünde sahte cenaze töreni durdu, aynı zamanda onun diğer tarafında, yukarıdaki Suriye yazılı kaynağıının geleneğiyle örtünün kaldırılmış-açılmış olduğu görülüyor. W. İvanow Suriye tradisyonundan haberi yoktu, onun için onun kuşkusu eyleme yönelik olduğu görülüyor: “Acaba bu nasıl bir hile olabildi ve nasıl bir tam benzerlikle, başarılı bir kılık değişimi yerine geçirilerek bu başarıldı? Bu açıklanmış değildi.”(Agy)
Suriye geleneği son olarak gösteriyor (onaylıyor) ki, halkca İsmail’inki bilinen Abdullah’ın cesedi Medine’deki Janat al-Baki’de toprağa verildi ve muazzam bir kalabalık törene katıldı. O andan itibaren Medine’de bu mezar İsmail’in mezarı bilinerek geldi. “Kitabu'l Azhar”ın yazarı Hasan bin Nuh Broachi (ö.1533), bu mezarı 1498 yılında ziyaret etmiş ve İsmail’in mezarının, Baki kapısına yakın şehir duvarlarının içinde bulunduğu tanımını yapmıştı. Onun ziyaret ettiği İsmail’in mezarı, gerçekte Suriye geleneğinin sahte olduğunu onayladığı üzere Abdullah’ınkiydi. Daha sonraları Abdullah adı İsmail’in sanıldı ve Suriye kaynağımız da 762’den önce Abdullah’ın dahi kardeşini korumak için bazı durumlarda İsmail’in adını kullandığını anlatıyor. Ayrıca bu olay, Fatımi İmamı al-Mahdi’nin 921 yılı civarında Yemen’e gönderdiği ve Jafar bin Mansur al-Yamen tarafından yazılmış “Kitab al-Fara'id wa Hudud ad-Din”adlı kitapta yeralan mektupta yansımaktadır. Bu mektupta İmam al-Mahdi “İsmail Abdullah’ın yerine geçer, İsmail adını taşıyan da Abdullah bin Cafer olurdu” ifadesiyle durumu garip bir biçimde açığa çıkarıyordu.
Idris Imaduddin (d. 872/1468) “Zahru'l-ma'ani” de Abdullah’ın babasından önce öldüğünü belirtiyor. Oysa “Asraru'n-Nutaqa” onu babasından birkaçyıl sonra ölmüş gösterir. İsmail için benzer farklı ve aleyhte görüşler de anlatılır, ama Suriye kaynağımızın görüşüne göre Abdullah’ın ölümü 762 yılında vukubulmuştur. Belirtmek gerekir ki, Kufe’de Abdullah’a İmamları olarak inanan Fathiyya adıyla tanınan çok büyük bir grup vardı. Najashi (ö. 450/1058) “Kitab al-Rijal” da (s. 196) belirttiğine göre, Abdullah’ın İmamlığını onaylayıcı “Kitab ithbat Imamat Abd Allah”isimli bir kitap yazmış olan Ali bin Hasan onun çok yetenekli bir taraftarıydı.
Bize kalan mevcut izlerin eleştirel tetkiki, Abbasilerin, İsmail’in daha önce öldüğü geleneğinin yardımıyla, Cafer Sadık’ın, diğer oğlu Musa Kazım’ın lehinde nass(ardıl- halef ataması) değiştirdiğini yayarak, birkaç yıl sonra bu bulmacaya yeni bir büküntü eklediğini gösteriyor. Bu yeni tertibedilmiş kuramın, İmam ve imamlık kavramından kesinlikle yoksun olan halkın arasında erken büyümesinden hoşlandı. Ona güvenen daha sonraki kaynaklar nass değişimi için üç farklı neden ve tarih açıklamakta; İsmail’in içkiye düşkünlü yüzünden 755 yılında, İsmail’in 760’da bazı aşırı çevreler içinde etrikalar çevirmesi ve son olarak babası hayattayken 762’de ölmesi..Görüldüğü gibi, İsmail’in içkiye düşkünlüğü ve aşırılarla işbirliği yaptığı şişirilmiş ve renklendirilmiş öyküler –ki bunlar bazı tarihçilerin suçlamasıdır- eklenmişti. Oysa Mufazal bin Umar as-Sayrafi, Cafer Sadık’ın oğlunun ibadet düşkünlüğü hakkında Medine’de halkı uyarmış ve “İsmail’e yanlış (davranışta bulunmayın) yapmayınız!” (la tajafu Ismaila) demiş olduğunu anlatır. Ayrıca son kaynaklar İsmail’in babasından önce öldüğü geleneğine ilişkin fikirleri yüksek sesle çatırdatmıştır.
Bununla birlikte halife Mansur henüz planını tamamlamamıştı, zira şimdi o oynayacak başka bir karta sahipti ve ayrıca Mansur’un emirleriyle nass değiştirme hikayesini Zeydi yörüngesi içinde tertibedildiğini tahmin etmek için de bir neden vardır. Büyük olasılıkla o Cafer Sadık’ın 765 yılı içindeki ölümünden sonra halkın arasına sokuldu, diğer yandan İmamın kendisi bunu reddetti.
Musa Kazım’ın İmamlık talep ve iddiasını reddetmesi için İsmail’in, gizlilikten açığa çıkmaya zorlanması hedef alındı. Fakat buraya kadar, kendisini tutuklamak bir Abbasi siyaseti olduğu için İsmail’in ortaya çıkmamaya azimli biçimde kararlılığını gördük. Sonuç olarak babasından önce öldü geleneği tarihsel yapıtlar içinde tek meydan okunulamaz gerçek(!) oldu. İsmail'in kendini açıklaması, Abbasilere, oğlunun ölümüne tanıklık yapmış kişilerin imzasını taşıyan bir belge verdiği söylenen İmam Cafer’i azarlamaları, kötülük yapmaları için bahane sağlamış olacaktı.
Şii İslamın ayırıcı simgesi, sınırtaşı, İmamlık makamının bir İmamdan diğerine geçmesi, sonrakinin tanrısal bir işaret, ilham, içedoğuş-görüntü aracılığıla atanması (nass) ilkesidir. Bu bir tanrısal atanmadır ve Şiiliğin ana maddesidir. Bu ilke bazan, baba ile oğul arasında bir anlaşma (ahd) ile gerçekleştirilir. As-Saffar’ın “Basa'ir ad-Darajat”ına göre (BA, vol., 23, s. 73), İmam Cafar Sadık şöyle demiştir: “Her İmam kendisinden sonra gelecek olan İmamı bilir ve böylece onu kendisine ardıl olarak tayin eder.”
Bununla birlikte, Musa Kazım’ın lehine nass değişimi için, Cafer Sadık’ın ruhsal bilgisine meydan okuyup hiçe sayarak uydurulduğu görülen ve saldırgan tarihçiler tarafından gösterilen üç farklı nedenden sözedilir.
Abdulaziz Abdulhussein Sachedina’a göre,
“ Tanrının zihni değiştirdiği (bada) ima edildi ya da açıkça belirtildi, çünkü İsmail’in ölümünün neden olduğu yeni bir düşünce-karar gerekmişti. Bununla birlikte bada doktrininde (zihin-düşünce değişimi) böylesi çağrışımlar, bazan Tanrı bilgisinin doğası hakkında ve dolaylı olarak İmamların gelecekteki olayları önceden bilmesi yetenekleriyle ilgili ciddi sorunlar ortaya çıkartır”.(“Islamic Messianism”, New York, 1981, s. 153)
* Bu makale “İmam Cafer Sadık’ın Kişiliği Görüşleri; Bilim, Ortodoks ve Heterodoks İslamdaki Yeri” başlıklı geniş çalışmasından yazarı tarafından özetlenmiştir.
1 Çok büyük olasılıkla takiye öğretisi, Kuzey Suriye ve Doğu Anadolu’da yaygın Hristiyan heterodoksluğu ya da sapkınlığı olarak kabul edilen Paulikien inançlıların, kendilerini gizleyip Ortodokslar gibi görünme uygulamaları olarak, onlarla ilişkileri oldukları varsayılan Abul Hattab ya da Maymun al Kaddah tarafından baba-oğul İmamlara önerilmiştir, diye düşünmekteyiz. Bu ilişkiye, henüz yayınlanmamış “Anadolu’dan Batı Avrupa’ya Karşıt İnanç ve Düşünce Geleneği” yazımızda genişçe değinmiş bulunuyoruz..