İsmail Kaygusuz
Türkiye’de, Cumhuriyetin Laik ve demokratik devlet yapısına, dolayısıyla bu iki ilkeyi Cumhuriyetin temeli kabul etmiş Anayasasına aykırı bir teokratik yapılanma vardır: Diyanet İşleri Başkanlığı! Çağdaş-laik-demokratik bir devletin, insan hakları, toplum-birey ilişkilerini, düşünce, inanç ve eylem özgürlükleri, hatta öz sistemini belirleyen bir bilimsel (devlet) felsefesi vardır, fakat asla resmi dini yoktur. Ama ülkemizde, laiklik kavramının özüne ve anlamına aykırı, “Türkiye tipi bir laiklik”, devletin yapısı içinde inatla sürdürülmekte ve ısrarla savunulmaktadır. Kısacası çağdaş demokratik devletin olmazsa olmazı, sosyo-politik anlamda bir laiklik yoktur Türkiye’de, çünkü devlet gizli bir resmi din uygulaması içindedir; bu din Ortodoks İslamın, yani Sünniliğin Hanefi Mezhebi’dir. Devlet, bu mezhebin inanç sistemi ve şer’i ilkelerini, İslam dininin kendisiymiş gibi anlatmakta ve (İlkokuldan Üniversiteye kadar) eğitiminin yapılmasına aracı olmaktadır. Diyanet İşleri, resmi bir devlet kurumu olarak, 70 yılı aşkın bir zamandır büyüye büyüye ‘devlet içinde, sınırsız olanakları, bütçesi ve kadrolarıyla bir din devleti’ gibi siyasete egemen olmuştur; toplam nüfusun üçte birini oluşturan İslam Heterodoksizmine bağlı, yani Alevi inançlı toplumu, Ortaçağın din devletleri anlayışı çerçevesinde değerlendirmektedir. Kendine özgü bir Tanrı anlayışı ve ibadet kurumlarıyla bir İslami ve felsefi inanç sistemi olan Aleviliği kabul etmemekte ve Hanefi mezhebinin bir tarikatı olarak tanımlamakta, dolayısıyla bu mezhebin ilkelerine uymayı dayatmaktadır:
“Alevilik Sünni Hanefi Mezhebine Bağlı Bir Tarikat” Değildir
1-2 Şubat 2001 tarihinde Ankara'da yapılan İl Müftüleri toplantısında bir zarf ile il müftülerine bilgi notu veriliyor. Bilgi notunun, Alevilik hakkında yazılmış ve müftülere bu bilgiler ışığında hareket etmelerini isteyen bir çeşit gizli rapor niteliği taşıdığı anlaşılıyor.
Bu raporda, “Aleviliğin Sünni Hanefi mezhebine bağlı bir Tarikat olduğu” vurgulanıyor. Yanlış, çelişkili, tutarsız fikirler, belge ve bilgilerle bunu sözde ispatlıyorlar. En fazla da Makalat üzerinde duruyorlar: Hacı Bektaş’ın her türlü dinsel düşünce ve inançlara zıt, akılcı ve hatta günümüz bilimsel bilgileriyle üstüste düşen sözleri üzerinde bile sıkılmadan demagoji yaparak; “Makalat’ta anlatılanlar Sünni İslamın özüdür”diye yazabiliyorlar.
Diyanet’in gizli Alevilik raporuna “Türkiye Aleviliği” adı konularak Aleviliğin varlığı fiilen teyid ediliyor. Ama, Alevi-Bektaşi kavramları, Türkiye’deki Aleviliğin aslı, Aleviliğin Diyanet’te temsili ve Cemevi meselesi gibi dört alt başlık altında ise Aleviliğin varolmadığı(!) ve Sünni Hanefi mezhebine bağlı bir tarikat olduğunu ispatlamak için çabalıyorlar.
Tarihsel olarak “Alevi” Deyimi Konusunda Yanlışta Direniyorlar
Diyanet raporunda şöyle denilmektedir:
“Osmanlı tarihi boyunca Alevi kelimesi, Hz. Ali soyuna mensup kimseler hakkında kullanılmıştır. Osmanlı Devlet Arşivlerinde yapılan incelemelerde arşiv belgelerinde Yeniçeri Ocağı’nın yok edilmesine kadar (1826) ‘Alevi’ terimine rastlanmamıştır... Köy Bektaşisi tabiri ile Kızılbaş tabiri müteradif (eşanlamlı) olarak kullanılmıştır. Köy Bektaşilerine daha sonraları Alevi denilmiştir.”
Gerçekten anlamakta güçlük çekiyoruz. Alevi kelimesi Osmanlı tarihi boyunca hep kullanılmış, ama özel anlamda; Alisoylular için, yani Seyyidler, Dedeler için! Ancak onların peşinden giden, onlara bağlı topluluklara ise Alevi denilmezmiş, tuhaf değil mi? Öte yanda, Yeniçeriliğin kaldırılmasıyla birlikte Hacı Bektaş Dergahı işgal edilip Nakşibendilere teslim ediliyor. Ülke çapında tanınmış Alevi Seyyid Ocakları kapatılıyor; Alisoylu Dedeler-Babalar ya sürgün ya da yok ediliyorlar. Ondan sonra “Alevi“ terimi birdenbire bir inanç topluluğuna ad oluyor... Böylesine bir akıl yürütmeye kargalar bile güler!
Diyanet’in uzmanlarının “Kızılbaş” deyimini, “Yeşilbaş”, “Akbaş”, “Karabaş” vb. sıfatlarla karşılaştırmaları tek sözcükle utanmazlıktır.
Arşiv belgelerinde “Alevi” deyimine rastlanmaması, ne Aleviliğin ne de “Alevi” deyiminin Osmanlı İmparatorluk döneminde varolmadığını kesinlikle göstermez. Ne yazık ki bu yanlış mantığı, Iréne Melikoff’un 1975 yılında yazmış olduğu “Le Problem Kızılbaş” (Turcica VI, 1975, s.49-51) başlığını taşıyan makalesi literatüre taşımıştır: “Bu zümrenin mahkum edildiği Osmanlı belgelerinde sadece `Kızılbaş, Rafızi (sapık, sapmış) ve Mülhid (dinsiz, dini terketmiş)' deyimleri kullanılmaktadır. Bir kez bile olsun, Alevi deyimine rastlanmaz”. Ne yazık ki, çoğu Alevi yazar, hiç irdelemeden, yazıya göndermelerde bulunarak bu yargıya katıldı. Cehaletin Sünnisi Alevisi olmuyor.
Alevi sözcüğüne bu anlamda Osmanlı arşivlerinde rastlanmaması doğaldır, ifade ettiği dinsel anlam dolayısıyla ‘Alevi’ sözcüğü nomina sacra’dır, yani dokunulmaz-kutsal isimlerdendir. Osmanlı Sünni şeriat yönetimi, ‘dinsiz ve sapkın’ saydığı ve ‘katlini vacip’ kıldığı heterodoks inançlı bu toplumun öz adını (Alevi) kullanmaktan özellikle kaçınmıştır. Kullansaydı, siyasetine ters düşmenin dışında, kutsal adı verdiği toplumu toplu kırımlara uğratmayı Sünni teb’asına nasıl açıklayacaktı? Osmanlı devleti bu yüzden, kendi yönetimini beğenmeyen bu isyancı toplumun Aleviliğini yok saymış ve İslamda küfür olan sözcüklerle onu adlandırmıştır. Hem sonra, tarihte bir devletin, düşman belleyip kıydığı, ezdiği ve yok etmek istediği toplumu onurlandırıcı, kutsallaştırıcı isim ve sıfatlarla kayda geçirdiği görülmüş değildir.
Öyleyse Bu Deyim Bugünkü Anlamda Ne zamandan Beri Kullanılıyor?
Bugünkü anlamda “Alevi Türkler” tanımlamasını ilk kullanan Abu Dulaf olmuştur. Abu Dulaf'ın yaptığı iki seyahatla ilgili yapıtı vardır. Orta Asya Türk kabileleri arasında, Çin ve Hindistan'a 941-943 yıllarında yaptığı gezileri anlatan ve bizi ilgilendiren birinci gezi bölümü, Yakut'un (ö.1229) “Mudjam al Buldan III” (s.445-458) yapıtının içindedir.
941-42 yılı içerisinde Çin'e doğru yola çıkmış olan Abu Dulaf, Tibet'e ulaşmadan önce, bir süre Bagraç Türklerinin yaşadığı bölgede kalmıştı. Keçe giyimli, sakalsız, fakat bıçak vurulmamış pos bıyıklarıyla dikkati çeken, çok iyi ata binen ve savaşçı olan bu Türklerin (Bağraçlar), Yahya bin Zeyd'in bir oğlundan gelen bir Ali soylu tarafından yönetildiğine tanık olmuştur. Abu Dulaf onların, içinde şehit İmam Zeynelabidin oğlu Zeyd için yakılmış ağıtların da yer aldığı batıni anlamda yorumlanmış, Sünni İslama aykırı bir Kuran sakladıklarını, tanrısallığın Ali'de cisimlendiğine inandıklarını yazmaktadır. Yine onun anlattıklarına göre bu “Alevi” Türkler, Ali'nin indiği ve tekrar geri döndüğü gökyüzüne doğru avuçlarını açıp, bağırarak dua etmekteydiler. (Yakut, Mudjam al Buldan III, Beyrut-1376, s.441-442.; Z.V.Togan, İbn Fadlans Reisebericht, Leipzig-1939, XXIV.)
Ayrıca Ahangaran ırmağı boyunca sıralanmış bulunan eski Oğuz kentlerinde gerçekleştirilen arkeolojik kazılarda ortaya çıkartılan, çadır biçimindeki kubbeli kemiklikleri (Ossuarium) kapsayan anıtsal mezarlar önemlidir. Bu çeşit ölü gömme bölgesel modelinin, Ortaasya'nın güneybatısındaki bölgelerde yaşayan Türklere özgü olduğu bugün açıkça kanıtlanmıştır. Bu mezarlarda bulunmuş olan bir mezar heykelciği (M.E.Masson, Axsengeran, Taşkent-1953, res.20-21), özellikle bölgenin sakalsız fakat bıyık taşıyan insan tipinin örneğidir. Bu tipin Uygur çağındaki Mani dini rahibi tipleriyle hiçbir benzerliği yoktur. (karş. Bahaeddin Ögel, İslamiyetten Önce Türk Kültür Tarihi, 3.baskı, Ankara-1988, lev.35, 36, 37) Prof.Dr. Emel Esin'in kendi sözleriyle; “Bu tip 10.yüzyılda Halife Ali'yi aşırı sevip sayan (Alevi) Türklerin betimlerini çağrıştırmaktadır. ‘Alevi’ Türkler tanımlamasını ilk kez, 10.yüzyıl gezgini Abu Dulaf'ın kullandığı bilinir. Abu Dulaf Misar bin Muhalhil, Samaniler devletinin (Samanoğulları) en güçlü hükümdarı Nasr bin Ahmed'in (914-943), saltanatının son yıllarında Çin'e elçilik göreviyle gönderdiği kişidir.” (Emel Esin, Turcica XVII, 1985, s.12). Bu konuda Ebubekir Muhammed b. Cafer Narşaki’nin 943-948 yılları arasında yazdığı Buhara Tarihi’nde de destekleyici bilgiler bulunmaktadır:
Ayrıca Yusuf Has Hacib'in, Tavraç Buğra Han'a 1069'da yazıp sunduğu, devlet yönetimine ilişkin Kutadgu Bilig (Kutlu Bilgi) adlı yapıtında, “Aleviler birle katılmak ayur (Alevilerin birlikte (bize) katılmasını öğretir)” başlığı altındaki bölüm, Karahanlılar devletinde Alevilerin hatırı sayılır varlığının ve saygınlığının kanıtıdır.
Türkiye’deki Aleviliğin Aslı Hacı Bektaş Veli’den Çok Öncelere Dayanır
Bu geleneksel söyleme koşut olarak Zeydi Aleviliği, Zeynel Abidin oğlu Zeyd’in torunlarından Ali-yyül-Medeni, onun akraba ve yandaşları aracılığıyla 9.yüzyılın ilk yarısında Anadolu’ya girmiştir. Aynı soydan efsanevi Hüseyin Gazi-Battal Gazi’nin söylencesel eylemlerinde; Malatya emirliği, Paulikien-Bizans-Babeki ilişkileri arasında Doğu ve Güneydoğuya yayılmıştır. Bugün hâlâ varlığını sürdüren Senirkentli Veli Baba[1], Ağuçan ve Mineyik Seyyid Ocakları, Zeynelabidin oğlu Zeyd’in soyundan gelmektedir. Yine aynı soydan Abul Vefa (ö.1017), aynı bölgelerde (Fatımi) İsmaili Aleviliğinin Dai’si olarak gözükmektedir.
11.yüzyılın sonları ve 12.yüzyılın ilk yarısından itibaren Anadolu, Alamut’un Suriye kanadının al-Hicraları aracılığıyla İsmali Dailerinin geniş propaganda alanıdır. Şu halde Diyanet’in raporu ve resmi tarihin yadsımalarının tersine, Alevilik, Hacı Bektaş Veli’den yaklaşık 400 yıl önce Anadolu’ya Heterodoks İslam olarak girmiştir. Ayrıca Alp Arslan’ın 1071 Malazgirt savaşından önce, Selçuklu prensler’inden İbrahimYinal, Kutlumuş, Atsız ve diğer bazılarının Anadolu ve Suriye’deki fetih ve etkinliklerini biliyoruz. Bu prensler geniş çapta Alevi inançlı göçebe Türkmenlere dayanmaktaydılar; bunların zorlamasıyla Fatımi İsmaililer ve daha sonraları Barkıyaruk örneğinde olduğu gibi Alamut İsmailileriyle işbirliği yapmışlar, Abbasi Sünniliğinin kılıcı Tuğrul, Alparslan-Melikşah ve Sancar’a karşı harketlere girişmişlerdir.
Hacı Bektaş Veli, Yesevilik ve Makalat-ı Hacı Bektaş Veli
Hacı Bektaş Veli’yi onun doğumundan 43-40 yıl önce ölmüş bulunan Ahmet Yesevi’ye bağlayarak onu ve ona bağlı olan koskoca Alevi-Bektaşi toplumunu Sünni göstermeye tarihsel destek sağladıklarını sanıyorlar. Çünkü Devlet ve onun Diyanet’i, İslam tarihini sadece Ortodoks İslam (Sünnilik-Şiilik) tarihinden ibaret görüyor ve bu yüzden, 650’lerden beri tam 1350 yıldır dinsel Ortodoksluğa karşı yükselen, Mısır’dan Önasya’dan Orta Asya’ya ve Çin’e, Hindistan’a kadar uzanan (Ortaçağ dünyasının değişik bölgelerinde yüzden fazla adla ortaya çıkan) Heterodoks İslam (Alevi) inanç ve toplumsal-siyasal hareketlerini bilinçli olarak yok sayıyorlar.
Belli ki Diyanet İşleri Başkanlığı’nı, Bektaş Veli’ye Sünni damgasını vuran, Yusuf Hemedani - Abdel Halik el-Gucvani - Ahmet Yesevi ilişkisinden ötürü onu “amcazade” olarak niteleyen Nakşibendiler yönlendiriyor.
Hacı Bektaş Veli, Yesevi yolunun yolcusu değildir, olamaz. Tarihsel olarak Nişabur’da geçen olaylar ve Horasan bölgesindeki Moğol saldırıları gözönünde tutulacak olursa gerçeğin Diyanet çevresinin ileri sürdüğünden çok farklı olduğu görülecektir. Hacı Bektaş 1200’ün ilk on yılı içinde doğmuş olduğuna göre, Lokman Perende’den olsa olsa okuma yazma öğrenmiş ve ilk dinsel bilgilerini almıştır. Ondan çocuk yaşlarda ders alan Hacı Bektaş’ın Yeseviliği öğrenip, ona bağlanması olası görülmüyor. Gölpınarlı’nın Mevlana Celaleddin adlı yapıtında, Hacı Bektaş Veli hakkındaki aşağıdaki saptaması çok yerindedir:
“Hacı Bektaş, bütün manasıyla batıni inanışların mürevvici (yürüten, propagandasını yapan) bir batıni dai’siydi. Bunu ‘Makalat’ açıkça gösterdiği gibi en eski kaynakların Bektaşilik hakkında verdikleri malumat da teyid eder. Hacı Bektaş’ın Yesevilikle değil, Nizari İsmaililerin batıniliğiyle ilişkisi vardır; incelenmesi, araştırılması devre dışı bırakılmış bölgedeki tarihsel olaylar ve gelişmeler bunu gösteriyor.’’ (s.237)
Hal böyleyken, Diyanet raporunda Makalat’taki “Dört kapı kırk makamın, Ahmet Yesevi’nin(ö.1164-69) Fakrname’sinden alındığı” yazılmakta ve dolayısıyla Hacı Bektaş’ın Sünniliği kanıtlanmaya çalışılmaktadır. Gölpınarlı bunları bilmiyor muydu? Kuşkusuz Gölpınarlı bu konuları hepsinden iyi biliyordu; böyle bir şey olsaydı herkesten önce bu bilgiye o sarılırdı. Çünkü Ahmet Yesevi’nin böyle bir kitabının varlığı kesin değildir. Ona atfedilen Hikmetler'in ise sadece 17.yüzyıl kopyaları bilinmekte ve 12.yüzyıl Türkçesiyle hiçbir ilgisi yoktur.(Jean-Paul Roux, Çev. Lale Arslan, Orta Asya, Tarih ve Uygarlık, Kabalcı Yayınevi: İstanbul, 2001, s.270) Tam tersine 19.yüzyıl Anadolu halkının konuştuğu dile çok daha yakındır. 1826’dan itibaren Hacı Bektaş Dergahı’nı resmen işgal etmiş olan Nakşibendiler tarafından Makalat’tan aşırılarak, şer’i hükümlere uydurulup kime ait olduğu belli olmayan kitaba sokuşturulmuş olmalıdır. Oysa, Makalat’taki “Şeriat Kapısı ve On Makamı”na mal bulmuş mağribi gibi sarılanlar; bu kapıya bağlıların “abidler” (yaşamları nafile ibadetle geçenler) olduğunu bilmiyorlar mı? Ve ‘abidler bölümünün’ sonunda “ (Pes (işte böyle) kibir ve haset (hainlik-kıskançlık) ve buhul (pintilik) ve adavet (düşmanlık) bunlarda hemandır (ancak bunlardadır)” diye yazılı olduğunu görmüyorlar mı? (Makalat, Haz. Sefer Aytekin, İst.1954, s.27.
İnsanları dört bölükte görmek isteyen Hacı Bektaş Veli, Şeriat zümresi olan abidler’in bu kötü yanlarından kurtulmaları için onlara on makam öneriyor. Bunlardan sadece ikincisi Sünni İslamın beş şartıyla ilişkilidir. Sonunda onları adam edecek olan ve madde madde sunduğu diğer dokuz makam dahi “Kur’an’da bu kadar ayetlerle açık seçiktir (ayat-ı beyyinat) iman ehli için” diye vurguluyor. (Makalat, s.49-50) Hacı Bektaş Veli bu bölümlerde Şeriat ehlinin eksikliklerini veriyor ve sadece dört beş şartı yerine getirmekle (Sünni) Müslüman olunamayacağını gösteriyor. Nakşibendiler ve Diyanet, kendilerine sadece öğüt veren ve yol gösteren Ulu Piri hangi mantıkla Sünni yapıyorlar, anlamak olası değil.
Hacı Bektaş’ın bağlı olduğu ve önderliğini yaptığı, “Marifet ve Hakikat makamlarının” ehli olan “arifler ve muhibler zümresidir”, yani batıni inançlılardır, Alevilerdir.
Makalat’ın İçeriği ve Kasıtlı Yorumlar
Hacı Bektaş’ın Sünniliğini, Ortodoks İslamın din ve iman koşulları ile ibadetlerini sadece birkaç sayfaya sıkıştırmış olmasına dayandırıyorlar. Oysa düşünmüyorlar ki Hacı Bektaş Makalat’ını asıl Sünnilerin mollaları, din adamları için Arapça yazmış. Amacı, onlara yolun ilkelerini göstermektir. İnsan olmak, kendini tanımak için sadece şeriatın yetmediğini, inancı tamamlamak ve “Hak ile Hak olmak, onunla birleşmek için” tarikat, marifet ve hakikat kapılarını da geçmek gerektiğini anlatmıştır kitabında. Hacı Bektaş Veli’nin ne Şünni şeriatı ve ne de ibadetleriyle bir ilgisi yoktur. Nitekim dönemin Sünni alimlerinden Molla Sadeddin, Makalat’ı okuyarak, doğruyu bulmuş ve Hacı Bektaş’a bağlanmış. Sonra Hünkar’ın buyruğu üzerine, herkes okusun diye oturup bu kitabı Türkçeleştirmiş.
Hacı Bektaş Makalat’ında, “İnsandan ulusu yoktur... Arifler marifet tahtı üzerinde oturur. Tanrıyla söyleşirler, konuşurlar. Ali’ye sordular, ‘Tanrı’ya, görürmüsün ki taparsın?’ Ali eder: ‘Görmesem tapmaz idim” diye yazıyor. Bu anlayış Sünniliğe sığar mı? Şeriatta bu sözleri söyleyen kafirdir.
Akıl ve bilim hakkında söylediği şu sözlere bakınız :
“Akıl, başta sultandır. Yeryüzünde akıl ölçüsünden önemli birşey yoktur. Çünkü herşeyi bilen ve buyuran akıldır. Herşeyin büyüğü bilim ve hilim (yumuşaklık). Akıldan yararlanmasını bilen için gizli birşey yoktur. Bilim evrenin tüm değerlerinin üzerindedir. Bilimle gidilmeyen yolun sonu karanlıktır. Bilimle araştırmalı, izlemeli gözlemeli. Yolumuz bilim ve irfan sevgisi üzerine kuruludur...”
Hacı Bektaş’ın Makalat’ta geçen bu sözlerinin şeriat dogmalarıyla hiçbir ilgisi yoktur. Ayrıca “Makalat”ta kendisine bağlı olanların ibadetlerini de gösteriyor:
“…Amma, muhiblerin (sevgiyi din bilen Alevilerin) taatı münacaattır (dua etmektir), seyirdir (Hakka doğru yolculuk), müşahededir (Hakkı gözlem), arzularına ermektir. Ve Çalap Tanrıyı bulmaktır. Ve kendulerin yavu kılmaktır (Tanrıyla birleşip kendini yitirmek)… Ve halleri birüküb bir olmaktır (Tanrıyla bir olmak, tanrılaşmaktır). Bunların dahi hemandır (Bunlarda da ancak bu inanç-ibadet vardır)…Eger muhiblere sorsalarkim, Tanrıyı nice bildiniz. Pes, muhibler cevap verelerkim, kendü özümüzden bildik ve hem kendü özümüzü Çalap Tanrıdan bildik (kendi özümüzde Tanrıyı, Tanrıda da kendimizi bildik, onunla bütünleştik)… Ve insanoğlu için en önemli ibadet; doğruluk ve insan sevgisidir” (agy, s.32, 36, 73).
Alevi-Bektaşıliğe tarikat diyenler, görmüyorlar mı ki tarikat sadece on makamı bulunan bir kapıdır. Sünnilikte tarikat son kapıdır ve o kapıdan öteye geçemezler. Geçen dinden çıkar, Tanrıya şirk koşulduğuna inanılır. Çünkü ötede ‘ben’ yoktur, ‘biz’ vardır; daha da ötede, yani Hakikat kapısında ‘ben ve biz’ de yoktur, ‘sen’ diye hitabettikleri ‘O’ vardır ve O’nunla birleşilir (Theosis=Tanrılaşma). Hacı Bektaş’ın yukarıda söylediklerine Sünni inancı dinsizlik demektedir, çünkü kendisine aykırıdır. Oysa Alevi inancı budur.
Gönlü Kabe’ye benzeten Hacı Bektaş Veli, “Kabe’de ihram giymek, hakkı batıldan seçmektir” diyor; “Ve hem yoldan taş arıtmak, Kabe’de Arafatta taş atmaya, kendi nefsini (kötü) heveslerini depelemek ise Kabe’de kurban kesmeğe benzer” diyor. (agy, s.75) Bu ifadeler, Sünni İslamın Hac şartının reddidir: Hacca gidip Kabede ihram giyeceğine araştırarak doğruyu bul; Arafatta şeytan taşlayacağına, yoldaki taşları temizle; hem sen hem başkaları rahat yürürsünüz. Orada kurban keseceğine, kötü huylarından bencillikten vazgeç; kibrini gururunu kır! Bir batıni velisi olan Hacı Bektaş’ın Makalat’ta Sünniliğe bu denli aykırı şeyler söylediği ortada iken, ona nasıl Sünni yakıştırması yapılabilir?
Makalat’taki bütün bu söylemlere rağmen, “ilmin hakemliğini” yaptıklarını sandıkları raporda, şöyle denilmektedir:
“Alevilerin en önemli referansı Hacı Bektaş-ı Veli’ye nispet edilen “Makalat” bugün elimizdedir. Makalat’ta anlatılanlar İslamın özünün tekrarıdır. Doğrunun ortaya konmasındaki en güvenilir yol, ilmin hakemliğine başvurmaktır. İlmin hakemliği bir tarafa bırakılarak ideolojik ve siyasal yaklaşımlarla problemleri çözmeye kalkmak, meseleyi daha da içinden çıkılmaz hale getirecektir.”
Makalat’ta anlatılanlar heterodoks İslamın, yani Aleviliğin, yani Batıniliğin özüdür; Ortodoks İslamın, yani Sünniliğin ve şeriatçı Şiiliğin değil. Diyanet ve onun uzmanları, bir yandan bilimsel görünme zorunluluğunu duydukları için “ilmin hakemliği”ni ileri sürüyorlar, öteki taraftan da, Alevi “problemi”ni devletin ve egemen sınıfın ideolojik ve siyasal yaklaşımlarıyla Türk-İslam sentezi çerçevesinde “çözmeye”(!) kalkışıyorlar. Aslında onların gerçek bilime ne saygıları, ne de inançları vardır.
Raporda “Bektaşilik, diğer tarikatlar gibi bir tarikattır...”deniliyor.
Bektaşilik, Aleviliğin ilkelendirilmesi; ritüel kurumlaşma ve inançsal kuralların felsefi açınımıdır: Aleviliğin bizatihi kendisidir. Ne hikmetse, önce Alevilikten ayrı gördükleri Bektaşiliği, ayn-i Cem (Görgü Cemi) törenlerinden ötürü – Sünni tarikatlarındaki zikir ve raksla aynılaştırarak- bir Sünni tarikatı sayıyorlar; sonra bir bakıyorsunuz, sosyolojik gerçeği anımsayarak “Aleviliğin Bektaşilikten bağımsız olarak ele alınması mümkün değildir” diyorlar. İşlerine nasıl geliyorsa kavramlarla öyle oynuyorlar.
Hayır, Alevilik-Bektaşilik bir tarikat değildir. Ayn-i Cem (Görgü Cemi) de, ne “Mevlevi Sema Ayini” ne de sesli ya da sessiz “Nakşi Zikir Ayini”dir. Cem, Alevi inancının toplu tapınmasıdır; kadın erkek birlikte ve cemal cemale (yüz yüze) Tanrıya yapılan ibadettir. Alevilik toplu tapınmasının (Cemin) İkrar verme-Musahiblik, Boyverme-Sorgulama-Dar, Tevhid çekme-Semah-Müzik, Cembirleme-Lokma ve Hüseyin aşkına su dağıtımı vb. gibi kurumsal uygulamaları, Dede-talip ve Mürşid-pir-rehber ilişkileri içinde, Oniki hizmetler eşliğinde yapılır. Bu tapınma eylemlerinin gerçekleştiği mekan Cemevi’dir (uygun büyüklükte bir Dede’nin ya da Talib’in evi de olabilir), ama Cami değildir.
Alevilik-Bektaşilik bir yoldur; Tanrıya ulaştıran ve onunla enelhak mertebesinde birleştiren Muhammed-Ali yoludur. Alevilik, “Sünni tarikat” ya da “mezhep” kavramlarıyla tanımlanamaz. Sünnilik ise, dört mezhebi kapsar ve İslam dininin baskın, egemen olan ortodoks bölümüdür. Alevilikte bir tek yol vardır; eğrisi kırığı olmayan ve dosdoğru yol diye tanımladıkları tarık-i mustakim; ama kapsamında binbir sürek...
Diyanet İşleri Başkanlığının “Aleviliğin Sünnilik, hatta bir Sünni tarikat olduğunu” müftülere açıklama gayreti, Hacı Bektaş Veli’yi Sünni Ahmet Yesevi’ye bağlama ve hatta Maturidi’yi de araya sokup Aleviliği Hanefiliğe (Sünni) yamama çabası nedendir? Bizce, bunların ardında son 10-15 yılda yaşanan Alevi uyanış ve ayağa kalkışının toplumsal-kültürel yaşamda yarattığı çalkalanmayı “dengeleme”; Alevi aydın, kurum ve kuruluşlarını rüşvet-tehdit vb. yollarla “devletin içine çekme” ve “eritme” ve böylece Aleviğin siyasal yaşamdaki ilerici-devrimci etkisini “ortadan kaldırma”; ülke nüfusunun en azından üçte birlik bölümünü temsil eden ve gerçek etkisi bu oranı çok aştığı bilinen Alevi “problemi”ni, egemen sınıfın çıkarlarına uygun sahte bir kimlik yaratıp, “Türk-İslam sentezi” ve "Türk İslamı-Anadolu İslamı"çerçevesinde devlete ve camiye bağlayarak çözme (!) amacı yatmaktadır.
Aleviler, Cami ve Cemevi
Diyanet ve çevresi, bütün bunların yanısıra, “ya Alevilere para aktarılırsa?” korkusunu da derinden yaşamaktadır ki, gizli raporda Alevilerin “Sünni olduklarını” ispatlamak için telaşlı bir gayret içindedir. Diyorlar ki:
“Alevi/Bektaşi büyüğü olarak bilinen türbe ve tekkelerin yanı başında bulunan camilerle, Anadolu’daki binlerce Alevi köyündeki tarihi camiler Alevilerin dini durumları hakkındaki red ve inkar edilmez en önemli belgelerdir. Dolayısıyla ülkemizdeki Alevi-Sünni herkesin ortak mabedi camidir.”
Kastettikleri, Hacı Bektaş Dergahı’ndaki cami ise, bunun Yeniçeri kıyımından ve Dergahın Nakşibendi işgali altına verilmesinden sonra yapıldığını, Mısır’daki sağır sultan bile biliyor. Öte yandan, iyi bilelim ki, hiçbir Alevi köyünde, onlar için ve onların istekleriyle cami yapılmamıştır. “Binlerce” diye abarttıkları tarihsel camiler, 17.yüzyılda Bektaşilikten dönme Şeyh Aziz Hüdai Efendi’nin Padişah’a, “Ve her köye bir Sünni imam nasboluna...” tavsiyesi üzerine, Osmanlı siyasetinin “Alevileri, köylerine cami yaptırmaya” zorlaması olarak girmiştir. Bu da tam sayısını bilemediğimiz, beş-on uygulama dışında başarılı olamamıştır. “Red ve inkar edilemez önemli belgeler” diye abarttıkları bu işte.
Alevilikte Cemevi (ya da Meydanevi) Gerçeği ve İşlevleri
Cami, cem sözcüğünden türetilmiş ve "toplanma yeri" demektir. Hemen anlaşılacağı gibi Cemevi ile aynı anlamı taşıyor. Ancak cami bu gerçek anlamından uzaklaştırılarak "Tanrının evi", "Tanrıya dua etme (namaz kılma) mekanı", "Müslümanların tapınağı" biçiminde isimlerle kutsal görev yükletilmiştir. Kuran ayetlerinden hiçbirinde ve Muhammed'in davranışlarında görüldüğü gibi, Tanrının adının anılması ve ona dua edilmesinin ne yeri ve zamanı ne de duruş biçimi belirlenmiştir. Gece ve gündüz boyunca inananın istediği zamanda ve yerde; yatarken, otururken, at veya deve üzerinde çeşitli pozisyonlarda, hatta raksederek Tanrıya dua edilebilir. Bir müslümanın, kilisede ve havrada Tanrısına dua edebileceği gibi, elbette ki evinin bir köşesinde, camide ya da cemevinde bunu yerine getirmesi de olağandır. Demek ki İslamın özünde, yani Kuran ve Hadislerle kesinkes belirlenmiş cami-mescid yapısı türünden bir İslami tapınak yoktur. Eğer öyle olsaydı Ali şu sözleri söyler miydi:
"1024. Duydum ki bir cami yaptırıyormuşsun devlet hazinesinden, inşallah başaramıyacaksın.
1025. Alıp dağıttığı narların karşılığını fuhuş ile ödeyen kadına benzetiyorum senin şu cami yaptırma işini.
1026. Bunu anlayan insanlar ona dediler ki; bela üstüne olsun, ne zina işle ne de sadaka dağıt!” (Hazreti Emir Ali İbn-i Ebu Talib, Çev. Vedat Atila, Hazreti Ali Divanı,İstanbul-1990, s. 125)
Nasıl ki Tanrıya dua etme-yakarma (Arapça salat, Farsça namaz), Muhammed peygamberin ölümünü izleyen yüzyıl içinde biçim ve kurallara bağlanmış ise, camiler de, özellikle Sünni (Hanedan) İmparatorluklarında kutsanıp, İslam tapınağı olarak birer ihtişam simgesi olmuştur.
Ortodoks İslamın geliştirip zorunlu kıldığı, Kilise ve Havra karşılığı dinsel tapınak olarak Cami kavramı, Heterodoks İslam'da yoktur. Abbasi dönemi heresiograflarının (din sapkınlığı yazarları) verdikleri bilgilere göre; Babek-Hurremiler (9.yy.ılın ilkyarısı) dinsel törenlerini belirli gecelerde kırsalda, açık alanlarda kadın erkek toplu halde yapıyorlar. Orta yerde yakılmış bir ateşin çevresinde hepbirlikte raksederek şarkılar söylüyorlardı. Ayrıca Babekilerin, egemen oldukları bölgelerde yaşayan Ortodoks Müslümanların köylerine -kendileri içine hiç ayak basmadıkları halde- camiler yaptırdıklarını şaşkınlık içinde yazmaktadırlar.
Yukarıda sözünü ettiğimiz gibi, 1051 yılı kışında başkent al-Ahsa'yı ziyaret eden Nasr al-Husrev, İslam Şeriatını tümüyle yadsıyan Karmatilerin, kentte yaşayan Ortodoks Müslümanların (Sünni ve Şiiler) toplu dua etmeleri için bir İranlı tüccarın Cuma camisi yaptırmasına izin verdiklerini anlatmaktadır. Görülüyor ki Heterodoks İslam, yani bu proto-Alevi toplulukları, kendileriyle birlikte yaşayan Sünnilerin inanç ve ibadetlerine engel olup, kendi düşünce ve inançlarını zorla dayatmıyorlar. Ancak propaganda ve aydınlatma yoluyla Dai'ler zaman içinde başarabilirlerse onları kendi inançlarına çeviriyorlardı.
Alevi konar-göçer Türkmenler'in Anadolu'dan bir Cem betimlemesi vardır: 13.yüzyılın ilk çeyreğinde, Baba İlyas'ın Piri Dede Garkın'ın Elbistan ovasında dörtyüz Türkmen obasının dörtyüz şeyhini, bir mürşid ve büyük Şeyh olarak topladığını ve kırk gün kırk gece Cem sürdürdüklerini, Elvan Çelebi Menakıbu'l Kudsiyye'sinde (s.16-17) anlatmaktadır. Cem süresince katılımcı şeyhler, Dar'a durarak yol içindeki eksiklikleri-noksanlıklarını dile getirip mürüvvet dilemekte. "Sürünerek huzuruna geldik, suçluyuz suçumuzu kabulettik!" demektedirler. Cem toplu tapınmasının sonunda, Baba İlyas baş halife, büyük Şeyh seçilmiştir...
Büyük İsmaili Hind ve Sind baş dai'lerinden Pir Sadruddin'in (ö.1416) İmam İslam Şah'ın isteği üzerine 1396 yılı içerisinde Pencap ve Kaşmir'de Gat Ganga'lar yaptırdığını biliyoruz. Hind diyalektlerindeki Gat Ganga'nın tam Türkçe karşılığı Cem Evi'dir. İsmaili Aleviler de toplu tapınmalarını camilerde değil ve Cemevi'nde yapıyorlardı. (Muhammad Umar, Islam in Northern India, Aligarh, 1993, s. 370vd.) Bugün de Jamaat khana’larda yürütmektedirler.
Daha sonraki yüzyıllar içinde Alevi inançlı halk toplulukları yerleşik düzene geçmiş. Bu ekonomik ve toplumsal düzenin daha alt yerleşim birimleri olan köy ve kasabalarda kurulmuş zaviye ve dergahların Meydanevi ya da Cemevinde toplu tapınmalarını, baskıcı yönetimler yüzünden gizli olarak sürdüregelmişlerdir.
Aleviler ve Hanefi İbadeti
Raporda bir de “Aleviler, ibadetlerini Hanefi mezhebine göre yapmakta, Alevi dedeleri cenaze namazlarını Hanefi mezhebine göre kıldırtmaktadırlar” deniliyor. Bu da yanlıştır! Alevilerin ibadetlerinin Hanefi mezhebinin ibadetleriyle hiçbir ilgisi yoktur. Aleviler bu mezhebin kurucusunu sadece “İmam Cafer’in öğrencisi” olarak tanırlar. Kaldı ki, İslamdaki salat (tapınma, dua), vakit ve cenaze namazı vb. biçimlenmeleri mezheplerin kendileri yaratmıştır. Kuran’ın hiçbir yerinde kesin vakitlere, yer ve biçimlere bağlanmış tapınma yoktur:
“Gerçek olan, bir Müslümanın günde elli ya da beş vakit namaz kılma zorunda olması değil, fakat ‘Tanrıyı sık sık düşünmesidir’ (Kuran, 33:41). Yine Kuran’da yazılı olduğu gibi, “Tanrıyı ayakta dururken, otururken ve yatarken’ (Kuran, 3:188) ve hatta ‘yaya yürürken ve at üstündeyken anımsamaları, zikretmeleridir.’ (Kuran, 2:24). Kuran’ın hiçbir yerinde günde beş kez ibadet etmek için açık bir emir yoktur. Ayrıca sonraki Ortodoks İslamın beş vakit namaz reçetesinin kesin olarak Muhammed yaşarken saptandığına dair bir kanıt da yok. Ölümünden sonra ilk yüzyıl içerisinde düzenlenmiştir.” (Benjamin Walker, Foundations of Islam: The Making of a World Faith, Peter Owen-London and Chester Spring,1998, s.214-215; Torrey, Charles Cutler, The Jewish Foundations of Islam, 2.baskı, New York, 1967, s. 135; Jhon R. Hinnells, A Book of Living Religions, Penguin Books: England, 1991, s. 137).
Alevi inançlıların zahiri anlamda tek ibadetleri cenaze namazlarıdır. Bu da, çoğunluğu oluşturan Sünni Müslümanlarla içiçe, yanyana yaşamaları ve birbirlerinin cenazelerine katılma zorunluluğundan doğmuştur. Bununla birlikte camilerdeki Sünni cemaattan çoğunun, camiye Alevi cenazesi geldiğinde “sağlığında cami tanımayanın cenaze namazı kılınmaz” diyerek, onların cenaze namazlarına durmadıkları; bazı imamların Alevi cenazelerinin namazlarını kıldırmadıkları sık sık gözlenmektedir. Yani gerçek yaşamdaki Cami, bırakın Alevinin dirisini, ölüsünün bile girmediği bir yer olarak Diyanet’i ve uzmanlarını yalanlamaktadır. Alevilikte ölü için, yer ve zaman uygunsa Cem kurulur, Dede talkın gülbengi okur. Zakirler düvazimam çalar, söylerler. Gerçek anlamda batıni tapınma ise, gömüldükten sonra ölü talib için ilk Cuma gecesi yapılan “Dar’dan indirme” törenidir. Ölünün musahibiyle eşleri dar’a durur; dünyasal borçları ve başkalarına verdiği zararları üstlenerek Cemdeki canlardan razılık alırlar. Böylelikle ruhu arınmış olarak yükselir. Alevi inancı böyle söyler. Şimdi, Diyanetin Alevilik raporunu hazırlayan sözde alimlerisöylesinler bakalım, bu inanç uygulamalarının Sünnilikle ve Hanefi mezhebiyle ne ilgisi var?
Devlet Bakanı Güzel Konuşuyor Ama…
AKP hükümetinin Diyanet’ten sorumlu Devlet Bakanı Prof .Dr. Mehmet Aydın, önce “Zaman” gazetesinde, daha sonra “Milliyet” ve “Hürriyet”te çıkan söyleşi ve demeçlerinde, İslami düşüncede ve Diyanet İşleri’nde bazı radikal değişiklikler gerektiğinin işaretlerini vermektedir. Hürriyet’in köşe yazarlarından Cüneyt Ülsever (Hürriyet, 9 Aralık 2002), Prof.Dr. Mehmet Aydın’nın sözlerini Hükümetin ya da AKP’nin düşüncelerinin dışavurumu gibi algılayarak;
“bugüne dek İslam hakkında söylenebilecek en radikal sözler; kimilerince hálá şeriat uğruna takıyye yapan, AKP Hükümeti'nin Diyanet'ten sorumlu Devlet Bakanı Mehmet Aydın'dan geldi. Bugüne dek hiçbir hükümet, İslam konusunda bu kadar gerçekçi ve bu kadar cesur olamamıştı”diye yazmıştı.
“Akıl tutulması” ve Diyanet İşleri
Devlet Bakanı “akıl tutulması”ından sözetti. Acaba Prof. Dr. Mehmet Aydın, “akıl tutulması” kavramıyla anlatım kazandırdığı, yani 21.yüzyıl Türkiye’sinde hala dinsel düşünceler ve dogmalarının yorum ve uygulamalarında aklın ve akılcı yöntemlerin kullanılmaması, Diyanet İşleri gibi bir kurumun varlığından kaynaklanmadığını söyleyebilir mi? Bu kurumun İslamın Sünni/Hanefi Şeriatı ve Gazali ‘kelam’ını resmi devlet dini olarak dayatmasının akılcı yanı var mıdır? Ayrıca, Bakanın gazetelerdeki söyleşi ve demeçlerinde, “laiklik” ve “laik devlet” sözcüklerini hiç kullanmamış olması nasıl açıklanır? Sadece bir yerde, “laikliği” her nasıl anlıyorsa sayın Bakan; Nuriye Akman’ın “Laik bir ülkede Diyanet olur mu?” sorusuna, “olur olur” bal gibi olur gibisinden bir yanıt veriyor.
Prof. Dr. Mehmet Aydın “akıl tutulması”na getirdiği yorum ve bizim de bazılarına katıldığımız sözlerini biraz açmak istiyoruz:
“İslam dünyasinda siyaset, bilgiyi ve düşünceyi kendi kullanımı için daraltıp güdükleştirmistir. Halbuki İslam geleneği, hemen her alanda muazzam bilgiler üretmiştir. Ama siyaset genellikle bilgi dünyasindaki zenginlikten hoşlanmaz. Ya da şöyle diyelim, Avrupa'daki demokratik siyaset bundan hoslanıyor da, demokrasi ve hürriyetin olmadığı ülkelerde siyaset ve devlet, bilgi ve tecrübe zenginliğinden hoşlanmaz. (Aslında burada kastedilen siyaset; devlettir, baskın devlet siyasetidir; bunu açık söylemekten çekinmektedir ya da kasıtlı biribirine karıştırmaktadır.İ.K.) Çünkü onları denetim altında tutamama gibi bir korkuya kapılır. Siyaset asırlarca denetleyebileceği tarzda bilgi üretimine imkán tanıyarak, diğerlerini bir kenara itti ve denetleyebildiği bilgiye hakikat nazarıyla baktı. Üstelik bunu da büyük bir kıskançlıkla korudu. Çünkü her şey onun içindeydi. İnsanların farklı düşünmesine, başka fikirler üretmesine gerek kalmıyordu. ‘Akıl tutulması’nın kaynağı buydu. Yeni sorunlara yeni bilgiler üretme kabiliyeti, bu sebeple bir kenara bırakıldı. Bunu üretemediğiniz için akıl fonksiyonel olamadi”.
Demek ki, dinsel düşünceler konusunda günümüze devlet siyasetleri yoluyla gelen, yani denetim altında tutulan bilgilerin, İslam gerçekleriyle, yani “kaynağını Kuran’dan alan” İslam tefekkürüyle ilgisi yoktur. Felsefeci sayın Bakanın siyaset kavramıyla tanımladığı Sünni inançlı (Emevi, Abbasi, Selçuklu ve Osmanlı) hanedan devletleri, egemenliklerini sürdürebilmeleri için din alanında aklı tutuklamıştır. Kur’an’ın batıni (esoteric, tevil yoluyla, yani mecazi) heterodoks yorumlarından kaynağını alan ve diğer din, inanç ve felsefe akımlarından ögelerle zenginleştirilmiş tüm düşünce, inanç ve bilgi üretimleri –ki bütün bunların toplamı Aleviliktir- yasaklanmış; aşırılık, sapkınlık, dinsizlik sayılarak, bu düşünce ve inanç zenginliğini benimseyen topluluklar ve önderleri kıyımlara uğratılmıştır.
Prof. Dr. Mehmet Aydın çok güzel vurguluyor: “demokrasi ve hürriyetin olmadığı ülkelerde siyaset ve devlet, bilgi ve tecrübe zenginliğinden hoşlanmaz”, söz de edilemez. Eğer bir ülke “laik” değilse, orada demokrasi ve özgürlük olabilir mi? Öyleyse, Anayasası’nda “laiklik” ilkesi bulunmasına rağmen, bir resmi dine (Sunni/Hanefi) sahiplenerek onun ibadetlerini, tapınaklarını, bina ve personelini düzenleyen ve bütçesi, dünya standartlarında Kenya’nın gerisinde bulunan Milli Eğitim Bakanlığınkinden en az beş kat fazla bir Diyanet İşleri Başkanlığı kurumu olan Türkiye Cumhuriyeti’ne nasıl laik ülke diyebiliriz? Biz diyemiyoruz. O zaman düşünce ve inanç özgürlüğünden sözedilemeyeceği gibi, dinsel düşünce ve yorumlar hiç üretilemez. Türkiye “Demokrasi ve özgürlük olmayan bir ülke” konumunu sürdürdüğünden, dinsel düşünce ve uygulamalara, tapınmalara, Tanrı-peygamber inancına ve Kur’an’a nasıl yeni yorumlar getirilebilir? Bu konularda nasıl düşünceler üretilebilir? Diyanetin fetvaları karşınıza dikilmez mi? Dinimize kitabımıza dil uzatılıyor diye hedef gösterilerek onca aydınımız kurşunlanmadı mı?
Devlet Bakanı Prof. Dr. Mehmet Aydın’ın Eylem planı ve Diyanet’in Yeniden Yapılandırma Hazırlıkları
Cem Vakfı genel başkanı sayın Prof. Dr. İzzeddin Doğan, yıllardır dilinde pelesenk ettiği -fakat hiç bir zaman “nasıl?”ına kafa yormadığı- Diyanet’in yeniden yapılandırılması konusunda, bir iktidar partisi bakanı bir eylem planı ortaya koyuyor. Diyanetten sorumlu devlet bakanı Aydın’ın, Diyanet’e ilişkin eylem planını şöyle toparlayabiliriz;
1) Diyanet’in mutlaka devletle bağlantısı olmalı, ama başkan herhangibir devlet memuru gibi görülmemeli ( Acaba daha büyük yetkilerle mi donatılmalı?)
2) YÖK gibi yarı özerk duruma getirilmeli; Diyanet İşleri Başkanı devletin söz hakkının olduğu bir bağlamda kısmi seçimle başa getirilmeli.
3) Diyanette gerçek söz sahibi İlahiyat Fakülteleri olmalıdır
4) Başkan, Din İşleri Yüksek Kurulunun göstereceği üç aday arasından iki dereceli bir seçimle atanır
5) Devlet Din işlerine parasal kaynak aktarmalı, ama dinin belli bir yorumunu yapmamalı…
Görüldüğü gibi, sadece Başkanlık hükümetin (iktidarın) elinden alınıp, bir özerk kurum gibi nitelendirilerek iki dereceli bir seçimle devletin eline veriliyor. Bu göstermelik yarı özerk yapılandırma için, 12 Eylül ürünü YÖK örnek alınıyor. Oysa YÖK’ün 20 yıllık uygulamaları Üniversiteleri ne hale soktuğu ortada; özgür düşünce, bilimsel bilgi üretimi ve araştırma-inceleme alanlarının nasıl kısıtlanıp daraltıldığı; takrir ve aktarmacı eğitim-öğretim yöntemleriyle işsiz okumuşlar ordusu yarattığı geçeği bilinmiyor mu?
Yeni model Diyanet de yine devletle bağlantılı olacak; öyle ki, devlet kendisine bütçe ayırarak parasal kaynak aktaracak. (ama, dinin belli bir yorumunu yapmayacak!) 78 yıldır uygulanan bu değil mi? Devlet parasını verdiği, finansmanını sağladığı herhangi bir kurumun, kendi siyasetinin dışına çıkmasına, aykırı davranmasına ve kendisini eleştirmesine izin verdiği hiç görülmüş müdür? Açıkçası devlet para verip yaşattığı, güçlendirdiği Din İşleri kurumunun, hem dinsel düşünce-inanç hem de tapınma uygulamalarının tanımlamaları ve yorumlarını yapma hakkını kendinde görür, bu kaçınılmazdır.
Oysa devletin çağdaş, demokratik ve sosyal bir halk yönetimi niteliğini kazanması ve bunları özünde barındırabilmesi için din ve inançlarla her türlü bağını kesmesi zorunludur. Bu da Diyanet İsleriyle ilişkisini kesmesi ve onun resmiyetinin kaldırılmasıyla mümkün olur. Çünkü Devletin görevi, din ve inançları, toplum bireylerinin bilinç ve vicdanlarında taşımaları, dışavurmaları ve uygulamalarında özgürlük sağlamaktır; din tayin etmek, din ve inanç tanımlaması yapmak değil. Yineliyoruz: Devlet “laik” olmadıkça, yani yani dinsel düşünce ve uygulamaların tanımlanmasını, eğitim ve öğretimini kendi resmi yaşamından çıkarmadıkça –ki Devlet Bakanının kendisi, “devlet zaten başından beri bunu yapıyor, o bakımdan zorluk var” diye itiraf ediyor- sözünü ettiğimiz çağdaş, demokratik ve sosyal olma özellikleri kazanamaz ve baskıcıdır.
Burada bir öneri sunmak istiyoruz: Devletin din işlerine müdahalesi yalnızca, dinsel düşünceler ve uygulamaların, devlet ve toplumun yaşamını yoketmeye/yıkmaya yönelik eyleme dönüşmesi sırasında olmalıdır. Ancak, din ve inançsal sorunların bu aşamaya gelmeden çözümü için, Türkiye’de yaşayan tüm din ve inanç topluluklarının, çoğunluğa göre değil eşit bir biçimde, temsil edildiği ve bu temsilcilerin dönüşlü olarak toplantılara başkanlık yaptığı “Din ve İnançlar Yüksek Kurulu” gibi bir hakemlik kurumu oluşturulabilir. Yılda en fazla iki kere ya da gerekli olduğunda toplantılar yaparak sorunların çözümüne katkıda bulunur. Bu çeşit bir kurumun oluşturulması ve bağımsız çalışması sağlanabilir diye düşünüyoruz.
Yineliyoruz; çağdaş devletin gerçek görevi, en başta dinin ve dinsel tapınmalarını düzenlenmesini, kısacası din işlerinin yürütülmesini devlet hizmeti olmaktan çıkartarak, bireyin din ve vicdan özgürlüğünü güvence altına almaktır. Bizce Diyanet İşleri Başkanlığına yarı özerklik vererek yeniden düzenleme, devlet içindeki bu teokratik yapılanmanın yeniden güçlendirilmesi demektir. Gizli ya da açık devletin dini olamaz.
Alevilerin Sünniliğe Aykırı Tanrı Anlayışı Diyanet’te (nasıl) Olabilir (mi?)
Devlet Bakanı Prof. Dr. Mehmet Aydın’nın Alevilere yönelik düşünceleri, bazı sorulara verdiği yanıtları şöyle toparlayabiliriz:
“Bir grup Alevi bu işin (çok hafife alınmış biçimde ‘Aleviliğin’ demek isteniyor İ.K.), Diyanet’le de görünür olması lazım diyor, ama buna şiddetle itiraz eden ‘bizim arzu ettiğimiz Diyanet’te yer almak değil, Diyanet’in kalkmasıdır’ diyenler var... Alevi dünyasındaki düşünce ve bilgi zenginliğini yeterince bilmiyoruz. Bir grup Alevi arkadaşımızın söylediğini başka bir grup kabul etmiyor, çok farklı şeyler söylüyorlar. Demek ki orada bir bilgi zenginliği var. Bunun için Aleviliği bilimsel ele alıp, bilgi zeminini güvenilir kılmalıyız. Bu bilimsel temeli oluşturduktan sonra Alevilerle ilgili birşeyler yapabiliriz. Alevilik İslam'ın yorumu olarak kabul edilir. Toplumu bütün düşünmeliyiz. ‘Bunu istemiyoruz' demek despotçadır’’
Alevilik yorumları sürekli tartışılmaktadır. Ancak bu yorumları, büyük Medya, bazı medyatik kişilerinki dışında sayfalarında yer vermediği için, sayıları sınırlı olan bazı dergilerde ve web sitelerinde kalıyor. Buna karşılık, Diyanet’in ve İlahiyatçıların Ortodoks İslam (Sünni) bakış açısından raporlar, bildiri ve çeşitli makalelerle dayattığı Alevilik yorumları yazılı ve görüntülü basında kitleleri olumsuz etkilemeyi sürdürmektedir. Bütün bunlardan Prof. Dr. Mehmet Aydın elbette ki habersiz değildir. Ayrıca biz kendisinin, “İslamın Alevi yorumu üzerinde bilgi yoktur; Alevi dünyasındaki düşünce ve bilgi zenginliğini yeterince bilmiyoruz” demesini doğrusu çok yadırgadığımızı söyleyelim. Tam tersine, biz ondan Alevilik hakkında düşündüklerini ve İslamın Alevi yorumunun ne olduğunu açıklasın isterdik. Açıklamak bir yana, fikrini söylemek bir yana, “Alevilik İslamın bir yorumu kabul edilir” demeye ancak dili varabiliyor...
Prof. Dr. Mehmet Aydın gibi İslam felsefeleri ve tarihini çok iyi bilen bir teolog ve felsefecinin, özellikle Halife Osman (644-656) döneminde gulat ve guluvlar (taşkın/azgın ve aşırılar) adı verilen Ali tanrısallığı inancıyla başlayıp; bölgesel din, inanç ve felsefi akımlardan bazı ögelerle birleşerek (syncretisme) sürekli yenilenen, değişik adlarla yönetimlerin resmi dinine (Ortodoks İslam ilkelerine) aykırı ve çoğu kez karşıt gelişen Heterodoks akımları ayrıntılarıyla bilmemesi olanaksızdır. 12.yüzyılın başlarında yazılmış Şahristani’nin al-Nihal wal-Milal’ında anlatılan 100’e yakın heterodoks gruptan %90’ı anthropomorphist (insan biçimli Tanrıya inanma) ve Ali-Ehlibeyt tanrısallığını temel alan batıni-Alevi kümeleşmelerdir. Özellikle İmam Bakır (ö.740) ve İmam Cafer (ö.765) çevresindeki bu proto-Alevi kümeleşmelerin büyük bir bölümü, insan biçimli Tanrı, Ali-Ehlibeyt tanrısallığı, İnsan-Tanrı birliği kavramları, düşünce ve inançlarını Kur’an’ın batıni (ésotérique) yorumlarından çıkarmışlardır.
İşte kökeni bu erken heterodoks akımlara dayanan, onların batıni inançlarından kaynaklanan Anadolu Aleviliği(-Bektaşiliği), Ortodoks İslam (Sünni) inancına aykırı bir Tanrı ve tapınma anlayışına sahiptir. Büyük Alevi düşünür ve ozanı Kaygusuz Abdal’ın (14. 15.yüzyıl) Vücudname’sinden yaptığımız aşağıdaki alıntılar bu anlayışı, yorum gerektirmeyecek bir biçimde yansıtmaktadır:
“Evvel ü ahir menem...Cümleye Mabud (Tanrı) benem, Kabe benem put benem; Alem külli vücudumdur vücudum, Özüm özüme kıluram sücudum (yani secdeleri, tapınmamı kendime yaparım İ.K.). Eşya-yı mahluk Halik’ten ayrı degüldir(yani yaratılmış nesneler-maddeler, yaratıcısıyla birdir; ayrı olamaz, herşey Tanrıdır İ.K.).”
“...İmdi herkim herşeyi görür, Hakk’tan ayru nice görür. Bunlar Hakk’tan ayru degildür. Çünki Hak taala hazretleri eşyaya ‘muhit’ imiş. Yabanda aramanın aslı yoktur. Yabanda arayanlar bulamadılar. İmdi eşyada aramanın aslı budur ki delili ‘adem’dür. Yani ‘insan-ı kamil’dür...Delil ‘adem’dür, sıfat ‘adem’ sıfatıdur. Ve zat-ı kadim’dür. Ezelidür ve ebedidür; Tanrı’dur. Her mekanlar anundur ve sıfat ve hem alem anundur. Hem şekiller ve hem varlık anundur…”
“Yine Resulullah Sallallahü Aleyhi vesselem buyurdu ki: ‘Külli maksudin mağbudun’ . Bir kişinin maksudı (yani erişmek istediği meramı, arzusu İ.K.) ne ise Mabudu (Tanrısı) dahı oldur dimek olur. Zira özini bir mürşide irişdür. Gözin aç özin bak gör heman kul mısun, sultan mısun?...”
“Pes adem kendüyi bilmek mücerred (soyut) Hakk’ı bilmek gibidür...Zira ki mahluk (yaratık, yaratılmış), sıfat-ı Hak’dur. Çünki sıfat rencide olır ise, zatı dahı rencide olur. Çünki Akıl Allahu Taala’nın terazisidir (Nisa Suresi, ayet 126). Gerekdür ki egri yola gitmeyüz. Hayr u şer fark ola, Eşya-yı mahluk Halik’den ayrı degüldür (yani yaratılmış nesneler-maddeler, yaratıcısıyla birdir, ayrı olamaz İ.K.)...Yirde ve gökte her ne var ise adem(de)dür. İşte yirün gögün ‘Halifesi’ ‘adem’dür. Her ne ki istersen ademde bulınur...”(Kaygusuz Abdal, Vücudname’sinden) Bedreddin (ö.1420) de, “Hakka erişmek, onunla birleşmek demek insanın kendi saf varlığına erişmesi demektir” diye açıklıyor. (Varidat, s.125)
Bunlar Hacı Bektaş Veli’nin söylediklerinin başka sözlerle anlatımı ve genişletilmesinden başka bir anlayış değildir ve tasavvuftaki vahdet-i vücud ‘tan (insan-Tanrı birliği), vahdet-i mevcud’a (pantheism) uzanan Tanrı inancıdır. Bu çeşit Tanrı algılaması olmasaydı, ne hümanizm yani insanseverlik, ne de doğa-çevre sevgisi oluşurdu.
Batıni-Alevi inanç anlayışında insan, Tanrının yeryüzünde hem vekili, hem mazharı, hem de kendi parçalarından bütüne ulaşan birliğidir; adı Tanrı, Ali, Muhammed, Ehlibeyt beşlisinin ya da Allah Muhammed Ali üçlüsünün birliği, Muhammed Hanefi, Haşim, Muhammed Bakır, Cafer, İsmail, Salman vb. olsun farketmiyor. Hepsi de birer insandır.( Bunlar, tarih boyu değişmez dogmalara sahip ortodoks İslamın bidat ve sapkınlık olarak gördüğü ve hiçbir zaman hoşgörü göstermediği anlayışlardır. Egemen ortodoks yönetimler tarafından , bu özgür inanç biçimlenmelerine eğilim duyanların oluk oluk kanları akıtılmış, derileri yüzülmüş, birçoğu da diri diri yakılmışlardır. Ayrıca Tanrı kurtarıcılık görevini verdiği dostlarında, yani Velilerde-İmamlarda görünüm alanına çıkar (manifestation). Ali, veliliğin ve velilerin şahı (Şah-ı Velayet), İmamların atasıdır. Ve Batıni-Alevi inancında tüm zamanların/dönemlerin velileri, İmamlar ve kurtarıcı yüce kişiler (insan-ı kamiller) Ali olarak nitelendirilir ve birer Tanrısal mazhardır; tek aydınlatıcı ışık olan olan Tanrının parçaları ve yansımalarıdır. Her sıradan inanan da ‘Ali’nin hizmetinde bir Salman olmaya’ çaba gösteririr.
Her ne kadar “İslamın Alevi yorumunu iyi bilmiyoruz” diye tevazu göstermekteyse de, bu açıklamalarımızı sayın Prof.Dr. Mehmet Aydın çok iyi biliyor kuşkusuz. Ancak korkarız ki, eğer hala biz Alevilere ve inançlarımıza ortodoks gözlüklerle bakmayı ve heresiyograflar gibi değerlendirmeyi sürdürüyorsa, koca bir “estağfirullah!” çekerek yüzünü çevirecektir. Ve o zaman biz de kendisine, 21.yüzyılın İslam bilgini ve felsefecisi hiç diyemiyeceğiz...
Başta verilen eylem planı çerçevesinde Diyanetin yeniden yapılandırılması, Türkiye’de –göstermelik- biçimiyle varolan “laikliğin”, bize göre, daha da daraltılmasını sağlar. Ayrıca, bir önceki paragraflarda Tanrı inancını özetlediğimiz Aleviliğe orada nasıl yer bulunacaktır dersiniz? İslam dinine, Sünniliğin karşıtı bir yorum getiren Aleviliğin heterodoks varlığını ve kimliğini kabul ederek bu yapılandırmada yer verilse bile, bundan hiçbir yarar gelmeyecektir. O zaman Diyanet Kurumunun tam bir kaosa gireceğinden kuşku duyulmasın. Alevi-Sünni inanç karşıtlığı tam anlamıyla tartışmaya, giderek suçlamalara dönüşererek Kızılbaş-Yezid ikilemi büyük boyutlara ulaşacaktır. Öbür yandan tüm dinler, dinsel cemaatlar ve ateistlerin temsilcilerinin de bulunduğunu düşününüz; iki büyük aykırılığın yanlarında karşı karşıya gelerek karmaşıklığın çözümsüzlüğe dönüşme yeteneği yüksektir. Bir tek Hanefi mezhebi ilkeleriyle yönlendirilen Diyanet İşleri, bugün bile kendi içinde-dışında anlaşmazlığın eksenidir. O zaman anlaşmazlıkların ötesinde büyük kavgalar beklenebilir, göreceğiz.
İlahiyatçıların Aleviliğe bakışlarına gelince…
Devlet Bakanının Diyanet İşlerinin yeniden yapılandırılması planlarının eyleme konulduğu; araştırma grupları oluşturularak çalışmalara başlandığını basından izliyoruz. Söyleşilerini İzmir’de bir Alevilik sempozyumu ya da semineri düzenlemek isteğini belirterek bitirmişti. Öyle anlaşılıyor ki, çok övdüğü ve Diyaneti ellerine teslim etmek istediği İlahiyatçı meslekdaşlarının “Türk Sünniliğinden, Hanefi mezhebinin bir tarikatına” ulaşan bir çizgi üzerindeki Alevilik tanımlamalarını yaşama geçirmeyi hedeflemektedir. Oysa kendisinin Alevi-Bektaşiliği bir teolog ve felsefeci olarak nasıl yorumladığını öğrenmek hakkımızdır; acaba Prof. Dr. Mehmet Aydın Alevilik-Bektaşilik üzerinde araştırmalar yapan, kitaplar yazan İlahiyatçı ve Diyanetçi bilginlerin neresinde bulunuyor? Hemen yanıbaşlarında mı yoksa uzaklarında mı? Merak bu ya, öğrenmekte ısrarlıyız!
Bugüne değin Diyanet ve İlahiyat çevrelerinin Aleviliğin ne olduğu –gerçekte onlara göre ne olması gerektiği!- üzerinde döktürdükleri çok sayıda yazılarındaki tanımlar ve yorumlarını zaten biliyoruz: İlahiyatçılardan bazıları,
“Alevilik Türk Sünniliğidir, Türklüktür; düşünsel ve tasavvuf anlayışıyla Maturidi’ye ve bu nedenle Hanefi mezhebine bağlı bir tarikattır” diyorlar.
Hanefi mezhebinin büyük İmamlarından biri sayılan Abu Mansur-i Maturidi, “eğer bir kişi, Kuran-ı Kerim’i zamanımızın melodik yapısına uyarlanmış bir müzik tonunda okuyan birini dinler ve ‘okuyuşun çok güzel’ derse kafir olur; karısı boş düşmüştür ve o ana kadar yaptığı dualarını, kıldığı namazları ve tövbelerini kaybeder” demiştir. Oysa Alevi toplu tapınmalarında, yani Görgü Cemlerinde Kuran’dan ayetler ve hadisler içeren nefesler, deyişler müzik ve saz eşliğinde okunmakta. Müzik ve semah Tanrıya tapınmanın bir parçasıdır, onlarsız ibadet eksik kalır. Maturidi’nin tasavvuf anlayışına bağlı bir tarikattır demek Aleviliğe en büyük iftiradır. Bunlar ne yapmak istiyorlar bu tür hakaret ve karaçalmalarla? Alevi toplumunu bu zırvalarla yıldıracaklarını mı sanıyorlar?
Bazı ilahiyatçılar da,
“Bu ikilik neden? Aleviler Ali’yi ve Ehlibeyti seviyorlarsa , Sünniler de seviyor. Allahımız peygamberimiz bir; Ali Muhammed’in şeriatına tamamıyla bağlı ve beş vakit namazını kılıyordu, zaten camide öldürülmüştü(!) O zaman biz Sünniler Alevi, Aleviler de Sünnidir. Ayrılık –gayrılık yok aramızda; gelin bütünleşelim, birlik olalım; Sünnilik ne Alevilik ne?”
gibi basit mantık oyunlarıyla siyasi hamaset yapıyordu.
Diğer bazıları ise, Ehlibeyt kavramının sözcük anlamından (evhalkı) hareketle, Emevi ehlibeyti, Abbasi ehlibeyti ile karşılaştırarak, hakaret edercesine “Muhammed, Ali, Fatima, Hasan ve Hüseyin” (Ehlibeyt) beşlisini kutsallıktan uzaklaştırıyor. Ehlibeyt yandaşlarının İslam tarihi içerisindeki toplumsal ve inançsal hareketlerini, gururla Emevi-Abbasi yandaşlığını yaparak, “Ehlibeyt rantını yeme” biçiminde değerledirebiliyordu. Kısacası koskoca Heterodoks İslam (Alevilik) tarihini yadsımaktan geri kalmıyorlar yazılarında.
Devlet Bakanı Prof. Dr. Mehmet Aydın, işte bu görüş ve anlayıştaki İlahiyatçılara, yeniden yapılandırmak istediği Diyaneti teslime hazırlanıyor. Alevilik ve Alevilere karşı bu tür anlayışla bakan ve değerlendirmeler yapan kişilerle, göstermelik ve bunları benimseyen “namaz da şeriat da bizim, hakiki Müslüman biziz, biz Caferiyiz ya da Alevinin Sünninin birbirinden farkı yoktur” diye “Hacı Bektaş Veli Dergisi”nde ve Milliyetçi-İslamcı yazılı/görsel basında demeçler vermiş bazı çıkarcı veya ya da takıyyeci ve göstermelik Ocak dedeleriyle Gölbaş’ında Alevisiz ‘Alevi ön zirvesi’ yapıyorlar.
Hiç kuşkusuz ki, bu gizli sözde Alevi ön zirvesi yanlıştır. Alevi-Bektaşi toplumu hakkında kendi inançsal ve demokratik sivil örgütleri dışında, herhangibir devlet kurumu karar veremez. Önemli olan, bu inanç toplumunun tüm örgütlerinin yöneticileri, Alevi inancının gerektirdiği “kendi özünü Dar’a çekerek”, yani özeleştiri yapıp birlik sağlamasıdır. Amaçları ve isteklerinde birlik sağlayarak mücadele etmeleridir. Aleviliği tanımlamaya ve inancımızı Sünni anlayışı içinde değerlendirmeye devletin hakkı olmadığı gibi, Alevi inanç toplumunu yok saymaya da hiçkimsenin gücü yetmez.
[1] 17.yüzyılda yaşamış bu kişinin yazdığı Menakıbname, bir tarih yapıtı niteliğindedir. Ayrıca içinde Aleviyyün (Aleviler) terimi sıkça geçmektedir.