İsmail Kaygusuz
AKP Cumhuriyetin Niteliğini Değiştirmeğe Çalışıyor
AKP’nin başı ve Başbakan kendilerini “muhafazakar demokrat” olarak tanımlayıp, AB kapılarını zorlarken, diğer yandan MNP’den itibaren baş hedefleri olan “devleti İslamlaştırma” planlarını düzenli bir biçimde işletmektedir. Danışmanları, bazı bakanları, Diyanet sorumluları ve İlahiyatçıları aracılığıyla Cumhuriyetin niteliğini değiştirme çabaları bu “demokratlık” anlayışları adına uygulamaya konulmuştur.
Yaşamının üçte biri Hac yolunda geçmiş ve şimdilerde din uğruna(!) yediği paralar yüzünden aldığı hapis cezasından kurtulmak için Tanrıya değil de (O’na karşı yüzü olmadığını kendisi de biliyor!) doktorlara yalvarmakta olan Erbakan, öyle demokrasi memokrasi sözünü ağzına almadan, “kanlı ya da kansız” bunu gerçekleştireceğini açıkça söylüyordu. Denedi de ve çok şükür –yanlıştı o postmodern müdahele ama- ülke kana boğulmadan kurtuldu. Ancak, bu düşünce yeraltında İslami teröre dönüşerek, çok sayıda kanlı eylemler ve kurbanlardan sonra Uluslararası İslamcı teröristlerin (Al-Kaida) saflarında gerçek yerini aldı.
Bu düşünce ve hedefler doğrultusunda yetişmiş İmamhatipli Erdoğan ABD’nin destek ve önerilerine uyarak; düzenli çalışma ve gayretleriyle ve de siyasal demogoji (yapma) yeteneği sayesinde “artık değiştiğine” inandırdı seçmeni. Bu gün Başbakan olarak da, bırakınız muhafazakar demokratlığı, çağdaş müslüman demokratlığını, sosyalist söylemleri bile kullanarak çok başarılı bir siyasal demogog olduğunu ispatlamış durumdadır.
Avrupa ülkelerine yaptıkları ziyaretlerde, onlara Türkiye’nin kendilerinden daha “laik” bir ülke olduğunu anlatıyor; laiklik ve demokrasi dersleri veriyor(!). Bakanlarının çoğu, özellikle devlet bakanı Prof Dr. Mehmet Aydın ve Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Ali Bardakoğlu laiklik sözünü ağızlarına almazken Başbakan, Atatürk’ü anma gününde laiklik üzerinde nutuk atıyor ve “laik Cumhuriyeti büyük Atatürk kurdu biz yaşatacağız!”diye ulusa sesleniş yapıyor. Ancak ona göre laiklik sadece “din ve inanç özgürlüğüne saygı göstermektir” ve o gerçekte, vaktiyle söylemiş olduğu “insan ya laik olur ya da müslüman” sözünden vazgeçmiş değildir. Laikliğin din ve devletin kesinlikle birbirinden ayrılması ve onun demokrasinin bir olmazsa olmazı olduğunu asla söylemedi ve söylemez de. Böyle düşünseydi, Prof. Dr. Ömer Dinçer gibi İslamcı devlet anlayışına sahip bir kişiyi kendisine danışman yapmazdı herhalde. Bu kişi 1995 yılında yaptığı konuşma ve daha sonra bilimsel bir inceleme olarak sunduğu yazısında şunları söylüyordu. Bugün de bu söylediklerinin kanıtlandığı ve onları ardında durduğunu iddia etmekten çekinmiyor:
“...Başlangıçta kurulurken ortaya atılan cumhuriyet ilkesinin de zayıfladığını ve işlevini kaybettiğini görüyoruz. Halk için ve halk adına yönetim diye tarif edilen cumhuriyet kavramının aslında artık bizim için çok fazla bir mana ifade etmediğini söylememiz mümkündür. Türkiye'de cumhuriyet ilkesinin yerini katılımcı bir yönetime (anımasayalım, bu söz başkan yardımcısı ve Dışişleri bakanı Abdullah Gül tarafından da sıkça yinelenir. İK) devretmesi, nihayet laiklik ilkesinin yerinin İslam'la bütünleşmesi gerektiği kanaatindeyim.”
“...İktidarı ele geçirmek yetmez, siyasi öncelikli İslami hareketler aslında, devlet yönetimini ve karar merkezini ele geçirerek, toplumda değişikliği sağlamaya yönelik hareketler olarak ifade edilebilir. Karar gücünü elinizde bulundurursanız, bir takım değişimleri gerçekleştirmeye çalışırsınız.”
Bu görüşlere karşı çok sayıda karşı yazılar yazıldı. Ancak bir çoğunda, bu Ömer Dinçer’in eski görüşüdür deniyordu ve buna karşı AKP’nin değiştiği ve hükümetinin görünüşteki “muhafazakar demokratik” siyasetini savunur nitelikteydi. Eski siyasetçi ve diplomat Coşkun Kırca Akşam’daki “Asıl tehlike; irticai işgal” başlıklı yazısında ise (1 Ocak 2004) müsteşarın sözlerine şu değerlendirmeyle karşı çıkmakta:
“İncelemede, ayrıca cumhuriyetin kendisi, laik ve milli devlet açıkça reddediliyor; devletin Müslümanlaştırılması gerektiği vurgulanıyor ve adem-i merkeziyeti savunma bahanesine dayanılarak yerel özerklik hareketlerine cevaz verecek bir anlayış savunuluyor... İslamın, kamu ve devlet dahil, tüm beşeri faaliyetleri kapsayan bir değer ve inançlar bütünü olduğu ve bu bütünün bir kısmı kabul edilirken diğer kısımlarının reddedilemeyeceği belirtildikten sonra, Müslüman inancı ile şeriatin birbirinden ayrılmayacağı ve Müslüman kişinin şeriati de olduğu gibi kabullenmesi gerektiği vurgulanıyor. Yani devleti ve egemenliğini ele geçirmeyi düşünmeyen bir İslamiyet anlayışının mevcut olamayacağına dair gelenekçi ve yaygın geleneksel İslami yorum her türlü takiyyeden uzak biçimde açıklanıyor.”
Sonra Kırca haklı olarak soruyor:
“Şimdi sormak lazım: AKP liderleri nasıl oluyor da değişivermişler?! Böyle bir Müsteşar tayin edebilen bir Başbakan nasıl olur da değişmiş sayılabilir? Cumhuriyet kendisine nasıl olur da emanet edilebilir? Bu Müsteşar yarın görevinden uzaklaştırılsa bile bu uzaklaştırma nasıl olur da takiyye kuşkusundan yıkanabilir?”
Müsteşar yerinden uzaklaştırılsa bile, onu başka türlü ve belki daha önemli bir görevle ödüllendirileceğinden kuşku duyulmasın. İktidardaki zihniyet, Sünni şeriatını, -belki daha doğrusu Hanifi fıkıhını- İslam dininin kendisi gibi görmekte ve onun dışındaki mezheplere de, İslamın farklı yorumları olan heterodoks inanç topluluklarına (Arap, Türk-Türkmen ve Kürt Alevi-Bektaşilerine) da yaşam hakkı tanımak istememektedir. Bunu gerçekleştirmek ise, Türkiye Cumhuriyetinin tüm kurumlarının ele geçirilip kendi İslam anlayışlarını devlete egemen kılmalarına bağlıdır. Hükümet bu hedefe doğru yavaş ve temkinli yürümektedir. Bu arada aynı zihniyetten bir tarikatçı Profesör açık ve pervasızca, “Sünniliğin dört mezhebi dışındaki mezhepler ve inançların hepsi sapıktır” diye konuştu. Yirmi birinci yüzyılın bu ortaçağ kafası taşıyan Profesörü kuşkusuz arkasındaki iktidardan güç alıyordu, ama gerçekte diğeri gibi öne sürülen maşalarıydı İslamcı, pardon”muhafazakar” demokrat hükümetin. Zaman zaman bu tür sivri dinsel çıkışlar yaptıracaklar ve AKP bu çıkışlarla yerel seçimlerin yaklaşıtığı bu dönem içinde seçmenlerine “değişmediği” mesajlar vermeyi sürdürecektir
Zaten program ve planlarında da iktidarın gizli düşünceleri rahat ortaya çıkıyor. Bir kaçgün önce Milliyet yazarı Mehmet Y. Yılmaz köşesinde şöyle soruyor: “AKP'nin muhafazakârlığı islamcılık mı?” Yazısında, satır aralarında yakaladığı gerçek zihniyetlerine ilşkin şunları anlatıyordu:
“ Geçenlerde yaklaşan yerel seçimler nedeniyle AKP yönetimi teşkilatına “Muhafazakâr demokratlığın 12 altın kuralı"nı duyurdu. Bununla ilgili haber Milliyet'te 23 Aralık tarihinde yayımlandı... Kurallar’ın 12. maddesi şöyle diyor ‘Muhafazakâr demokratlık, aydınlanma felsefesinin olumsuz sonuçlarına eleştirel yaklaşır.’
“Laiklik, rönesans ve aydınlanma hareketinin, kilisenin merkezci ve baskıcı yapısına karşı duyduğu tepkiden doğdu. Aydınlanma felsefesinin en doğal sonucuydu, çünkü dünyaya ait işlerin, dünyaya ait kurallarla, akılla yönetilmesini öngörüyordu.”
“Birinci maddede de ‘ geleneksel yapının, ahlaki ve dini değerlerin (totaliter) devrimci müdahalelere karşı korunması’ndan söz ediliyor. Devam eden maddeler içinde de ‘dini duyarlılıklar’ın ön plana çıkarıldığı bir söylem hâkim...12 kuralın genel havasına baktığımda, AKP'nin, ‘aydınlanma felsefesinin olumsuz sonucu’ olarak laikliği kastettiğini düşündürtecek bir izlenim ediniyorum. Çünkü ‘aydınlanma felsefesinin siyasi sonuçlarından’ en önemlisi ‘laiklik’ten başka bir şey değildir...”
Sorunun yanıtı; “evet, AKP’nin muhafazakar demokratlığı, kafalarında muhafaza(?) ettikleri İSLAMCILIKTIR”. Milliyet yazarı hala, iktidarın laikliğe karşı olduğuna acaba kuşkusu içinde bakıyor, böyle “bir izlenim edindiğini” söylüyor. Hükümetin hiçbir bakanı ve yüksek bürokratı ‘laiklik’ sözcüğünü ağızlarına almamakta. Başbakan ise, laikliği işine geldiği biçimde, yani sadece “din ve ibadet özgürlüğü” olarak tanımlıyor.
Son aylardaki tartışmalara katılmış olan İsmet Berkan, yazısının tümü okunduğunda yarattığı kafa karışıkluğına rağmen başındaki “bazı saptamalar”la laikliğin tanım ve önemini çok iyi belirtiyor:
“Önce bazı saptamalar: Laiklik demokrasinin harcıdır; yani laiklik ilkesi olmazsa demokrasi de olmaz. Laiklik aynı zamanda inanç özgürlüğünün ve bu anlamda insan haklarının da harcıdır; yani laiklik ilkesi olmazsa örneğin Türkiye'de Sünnilerin dışında kalanların inançlarını yaşaması çok zorlaşır.” ( Radikal, 06-11-2003)
Demokrasinin olmazsa olmazı ve aynı zamanda “insan haklarının da harcı” olan laikliği, din ve inançlar alanında bir tek Sünniliği-Hanefi mezhebini egemen kılma özgürlüğü olarak gören bir Başbakanın amacının Cumhuriyetin tüm kazanımlarını yoksaymak ya da yoketmekten başka ne olabilir? Dinsel alanda sınırsız özgürlük isterken toplumsal yaşamın genel kurallarına zarar veremezsiniz. Topluma ve bireylere zarar verme özgürlüğü diye birşey yoktur hiçbir din ve hukuk sisteminde!
Fransız Cumhurbaşkanı Jaques Chirac Laiklik üzerine konuşmasında şunları söylüyordu:
“Tüm özgürlükler gibi, inançları ifade etme özgürlüğünün de sadece, toplumsal yaşamın kurallarının da gözetilmesinde ve başkasının özgürlüğü kapsamında sınırları bulunabilir. Ülkemizin saygı gösterdiği ve koruduğu dinsel özgürlük saptırılmaz-yöndeğiştirmez. Ama dinsel özgürlük tüm toplumun çıkarına olan ortak kuralların suçlanmasını getirmez; başkalarının inanç özgürlüğüne leke de taşımaz. Laiklik ilkesine saygı güvencesi oluşturan veren onlarca yıldan beri sabırla bina edilmiş kırılgan, değerli ve ince denge buradadır. Ve laiklik ilkesi Fransa için bir şanstır. İşte bunun için o, anayasamızın birinci maddesinde yazılıdır.(…)Genel duruma göre, laikliği ilgilendiren bütün kurallar ve ilkelerin bir “Laiklik Kodu”nda biraraya toplanmasını bir dilek olarak düşünüyorum. Bu kod, göreve girdikleri gün özellikle bütün memurlar ve polislere verilecek. ( Le discours de Jacques Chirac sur la laicite, Le Monde, 21-12-2003)
Görüldüğü gibi Cumhurbaşkanı laiklik konusunda koyduğu bu kesin tanımlama ve tavırla da kalmıyor. Laikliği ilgilendiren tüm kural ve ilkelerin kitaplaştırılıp, devletin her kademesinde çalışan memurların elinin altında bulunması gerektiğini vurguluyor. Çünkü laiklik ilkeleri çağdaş ve demokratik bir devletin temel taşlarıdır. Taşlardan birini ya da birkaçını kaldırır ya da yerinden oynatırsanız o devlet çağdaş ve demokratik olmaktan çıkar; yurttaşlarına zulmeden otoriter bir devlet konumuna girer.
Diliyoruz ki Türkiye Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer de, makamının hakkını vererek; hükümete, iktidar partisi bağlılarına ve tüm karşı olanlara laiklik ve demokrasi dersi verecek kararlı ve ödünsüz uzunca bir konuşma yapar Jaques Chirac gibi. Arkasında, Türkiye genel nüfusunun değil, seçmen nüfusunun ancak % 33-34’üyle iktidar olup ülkeyi yönetmeye soyunmuş bir hükümetin, devletimize (Muhafazakar?) İslam Cumhuriyeti niteliği verme -açık ya da kapalı- girişim ve çabalarına dur diyecek % 66-67 sivil demokratik ve laik dev bir güç bulunmaktadır.
Ayrıca muhalefet partisi milletvekilleri Mecliste kuzu kuzu oturacaklarına, Anayasamız’da Türkiye Cumhuriyeti’nin temel niteliği olarak belirlenmiş laikliğin ilke ve kurallarına açınım sağlayacak, güçlendirecek yasa tasarıları sunmalıdırlar üstüste. Gerekirse, laikliğin, artık tartışılmıyacak biçimde güçlendirilmesi ve uygulanımı için referandum kurumu çekinmeden işletilmeli; Cumhurbaşkanı bu yetkisini niçin kullanmasın ki? Laiklik ilke ve kuralları genişletilip kesin bir biçimde sağlamlaştırılmadıkça, Cumhuriyetin içinde Anayasa’sının temel ilkelerine aykırı bir teokratik yapılanma olarak yaklaşık seksen yıldır çeşitli yasalarla güçlendirilmiş Diyanet İşleri Başkanlığı hep yerinde kalır ve devlet sadece sözde laik olur. Çünkü Diyanet kurumu devletin yapısı içinde ve koruması altında olduğu sürece Türkiye’ye, gerçekten çağdaş, “demokratik ve laik Cumhuriyet” ülkesi olarak bakmak olası değildir. İktidardaki zihniyetin ve yandaşlarının işte bu görünüşteki, ya da sözde laikliğe bile tahammülleri yoktur. Mecliste milletvekili çoğunluğuyla hükümet edenlerin, Menderes’in “siz isterseniz Hilafeti bile geri getirirsiniz!” sözünü kendilerine ilke edinen bir çoğunluk diktası yaratmaya özenenlerin, Cumhuriyetin temel nitelik ve kazanımlarını değiştirme (açık ve gizli) emellerine her türlü hukuksal yollarla engel olunmalıdır...
AKP’nin İslamcı Siyaseti Kur’an’la Uyuşmamaktadır
Kaldı ki, İslamcı niteliğiyle başta bulunan hükümetin devletin Anayasa’sının temel ilkesi laikliğe karşı olması da, devleti İslamlaştırma düşünce ve hedefleri de dinin kutsal kitabı Kuran’a aykırıdır. Çünkü bunların kafalarında yeralan ve özümsedikleri, inandıkları din Kuran’daki İslam değil, “Araplaşmış bir Şeriat ve İslam kültürünün yaratılmasına yönlendirilmiş İslamın kültürel tasarımı”dır.
Önce Müslümanların, ya da İslam dini mensuplarının yaşadıkları ülkenin hertürlü yasalarına ve düzenine uymak zorunluğu olduğunu söyleyen Mısır’daki Kahire Al-Azhar Camisi İmamı Şeyh Muhammed Sayed Tantaoui’nin bir açıklamasına bakalım. Le Monde gazetesinin 31.12.2003 tarihli sayısında şu haberi görüyoruz:
“Mısır’ın en büyük Sünni İslam otoritesi olan Al-Azhar İmamı 30 Aralık Salı günü İçişleri Bakanı Nicolas Sarkozy’nin önünde, Paris’in devlet okullarında İslami örtünmeyi tamamıyla yasaklamaya hakkı olduğunu ve Fransalı Müslümanların bu yasağa katlanmak zorunda olduklarını onayladı... Mısır’a tatil geçirmek için gelen İçişleri Bakanı, tatilini tamamladıktan sonra, tam da Arap ve Müslüman dünyasında Fransa’nın okullarda İslami örtüyü yasaklanması eleştirilerinin yükselmiş olduğu dönemde, 29 ve 30 Aralıkta iki günlük resmi ziyarette bulundu. M. Sarkozy’ye hoşgeldiniz konuşmasında Şeyh Tantaoui özetle şunları söyledi:
‘Örtünme müslüman kadın için dinsel bir zorunluktur...Hiçbir müslüman yönetim yasalarına ve uygulayana karşı olamaz. Bu da bir zorunluluktur. Bir nüslüman kadın, müslüman ülkede ya da Fransa gibi müslüman olmayan bir ülkede de yaşasa; onların sorumlu yöneticileri, örtünmeye karşı olan yasalarına uymalarını istiyorlarsa, bu onların hakkıdır. Yineliyorum, bu onların hak ve hukuk çerçevesine girmektedir. Ben onun tersine hareket edemem.’
“Daha sonra Al-Azhar İmamı, Tanrının cezasından çekinmeyen gayri müslim bir ülkenin yasalarına orada yaşayan bir müslümanın uyması gerektiğini buyuran bir Kuran ayetinin tanıklığıyla bu sözlerini teyit etti...”
Mısrlı Sünni din bilgininin, gerçek Ortodoks İslam inanç ve anlayışıyla, yani Kuran’a dayanarak verdiği bu uyum fetvasının tersine olarak, Türkiye’de örtünmenin okullara girmesinde din adına ısrarlı olmanın dayanağı nedir? Kuran olmadığına göre; elbette ki, Emevi ve Abbasiler döneminde İslama sokuşturulmuş katı şeriat kuralları ve gelenekler!..
Ayrıca Kuran’da demokrasi ve laiklik ilkelerine karşı olan hiçbir dolaylı veya doğrudan, değil bir ‘Sure’, bir ‘Ayet’ bile gösterilemez. İslami devlet ideolojisini, oluşumunu ya da biçimini belirleyen herhangibir tanrısal söylemin de Kuran’da bulunmadığını çıkarlarından arınmış din bilginleri söylemektedir. Bu konuyla ilgili olarak, son yirmi yıldır dünyaca tanınan, Kuran’ın zahiri ve batıni yorumcusu Hindli İslam bilgini Dr. Asghar Ali Engineer’in “İslam ve Laiklik” yazısından birkaç paragrafı aşağıya almak yararlı olacak:
“Kuran’da -bir başka yazımızda da belirttiğimiz gibi-, ne ‘devlet’ ne de ‘ülkesel milliyetçilik’ (territorial nationalism, toprağa bağlı milliyetçilik) kavramı yoktur... Müslümanlar için, bir dinsel ya da teokratik bir devlet kurulması zorunluğu olduğu ifadesi geçen hiçbir yer yoktur. Kuran, dolaylı olarak bile herhangi bir devlet (biçimi) kavramına gönderme yapmaz. Onun tüm vurgulamaları, bu dünyayı ilgilendiren yaşam için (gerekli) doğruluk, adalet, hayır işleme-iyilik, sevgi, hoşgörü ve akıl üzerinedir. İnsaların barış ve uyum içinde birarada yaşayabilirliğidir.”
“Demekki, tam bir İslami devlet kavramı, zamanın bir döneminde İslam hukukçuları tarafından (yaşama geçirilme) girişiminde bulunulmuş bir tarihsel yapılanmadır. Ayrıntılı Şeriat kuralları emreden ve de böyle bir devlet içinde Müslüman olmayanlarını haklarını sınırlayan bir İslami devlet şekli çizen işte bu hukukçulardı. Bundan başka, çok değişik tarihsel durumlar ortaya çıkmış ve Kuran ayetleri de, onlara özgü toplumsal ve dinsel özelliklerin etkisi altında yorumlanmaya gidilmişti… Kuran, hiçbir yerde dinin, insanların siyasal haklarının temeli olabileceği hükmünü vermemiştir. Bu, yöneticinin dininin yönetim statüsünü belirlediği Ortaçağ Müslüman hukukçularının fikriydi. Böyle bir formülasyonun, İslamın siyasal öğretisinin gerekli bir bölümü olduğu düşünülemez. Bu amaç için yalnızca model Mithak-i- Madina (Medine Sözleşmesi) olabilir. Bu sözleşme, yukarıda belirtildiği üzere, bir dine mensup halk ile diğeri arasında siyasal haklar konusunda herhangi bir ayırım yapmadı. Bu sözleşme, biçimsel olmasa da, en azından ruhuyla-özüyle, çağdaş devletin vatandaşlarına, din farklılığını hesaba katmadan siyasal haklar verilmesi için değerli bir yolgöstericilik sağlar. Ne yazık ki, İslamın sonraki siyasal kuramcıları, İslam Peygamberi tarafından düzenlenmiş bu anlamlı siyasal belgeyi tamamıyla ihmal etmişlerdir(…)”
“Araplaşmış bir Şeriat ve İslam kültürünün yaratılmasına yönlendirilmiş İslamın kültürel tasarımı, İslamın temelden demokratik ve eşitlikçi özelliğini kemirmiş ve biçimini bozup çirkinleştirmiştir(…)” (Dr. Asghar Ali Engineer, “Islam and Secularism”, www.davoodi-bohras.com)
Ne yazık ki, Dr. Engineer’in yukarıda açıkladığı gibi İslam dininin özü demokrasi ve laikliğe karşı olmasa da ve Kuran’da herhangi bir biçimde bir devlet kavramının bulunmayışı da tarihsel gerçekliği değiştirmiyor. Halife Ali’nin öldürülmesinden (661) itibaren İslam dini hanedan yönetimlerin ve bu yönetimlerin yanındaki destekçiler ve her türlü çıkar gruplarına hizmet eden araç olmuştur. Bugün, yüzyıllardır bozulup çirkinleştirilmiş, kirletilmiş olan İslam dininin lekelerden arınması, yani reforme edilmesine, ne burjuva kapitalizmi ne de yeni bir niteliğe bürünmüş emperyalizm olarak da tanımlanan globalizm izin verir. Unutmayalım ki; ‘bu dünyanın yalancı, gerçek dünyanın ölümden sonra başladığını, yani ahiret olduğunu ve bütün güzelliklere ve zenginliklerin kendilerini orada beklediğini’ söyleyen bir din inancı sadece onlara hizmet etmekte ve onların işine yaramaktadır...(Alevilik, Diyanet, Siyaset kitabından)