Oku, bilgilen, fikir sahibi ol; zihnin ve gönül dünyan zenginleşsin! Dr. Ismail Kaygusuz

Domitilla’dan Güler’e Uzanan Namus Çizgisi

İsmail Kaygusuz

Nisan ayının üçüncü haftasıydı ve İstanbul’a bahar tam anlamıyla çöreklenmişti. Ayın ikinci yarısında yağmurlar durmuş. Güneş ikide bir bulutların arasında gizlenmeden, gökyüzünde engelsiz gezindiği günlerdi doğrusu. Dışarısı ısınmaya çoktan başlamıştı, ama salt taştan yapılma, beton sıvalı uzun ve yüksek koridorlu Edebiyat Fakültesi binası soğukluğunu hala koruyor. Koridorlarda yürürken ve ders odalarında adeta üşünüyor. Dersi öyle fazlaca uzatmaya hiç gelmiyor. Nereden de söylemiştim geçen haftaki son dersimde Paflagonya’ya (Kastamonu ve Çankırı yöresi) bir küçük araştırma gezisi düzenleyelim diye?

Eskipazar çevresinde iki antik yerleşme yeri vardı; Kimista ve Karza. Buralarda, daha önce yapmış olduğum araştırma gezilerinde yirmiden fazla Roma ve Bizans dönemlerine ait yazılı taşlar bulmuştum. İsa’dan önce (İÖ). birinci yüzyıldan, altıncı yüzyıla ulaşan uzun zaman diliminden, o çevreye ilişkin yeni tarihsel bilgeler taşıyan Grekçe ve Latince mezar taşları, çeşitli anıtsal yapı ve tapınak yazıtlarıydı bunlar. Grekçe dersinin sonuna doğru, bir gramer kuralını açıklamak için yazıtlardan birinde geçen cümleyi örnek gösterince, dersin seyri değişmiş. Yazıtbilim aracılığıyla bölge tarihsel coğrafyasını anlatmaya dönüşmüştü. Daha önce bulunup yayınlanmış küçük bir Zeus sunağı yazıtından antik yerleşmenin Karza adını taşıdığı, bugünkü Kozuvez köyünde saptadığım yazıtın içeriği özellikle kız öğrencileri çok ilgilendirmişti.

Adı geçen köyü ve Domitilla kızın mezarını hemen görmek arzusuna kapılmışlardı. Bir pazar gezisi düzenlemeyi hemen üstlenenler bile çıkıverdi. Bütün bir pazar gününü dağlarda tepelerde, taşlar topraklar arasında gezerek zamanlarını harcamaya hazır olduklarına doğrusu inanamamıştım. Açıktı ki, Arkeoloji bölümünün çoğunluk İstanbul burjuvasından -pek azı taşra kentlerden- olan öğrencileri serüven için can atıyorlardı. Bunalmış da olabilirlerdi kentten ve aile çevresinden. Yoksa bilimsel arkeolojik araştırma deneyimi kazanmak amacını güttüklerini hiç sanmıyordum.

Oysa hocaları olan ben oralara parasız pulsuz, borçlara batarak, yayan yapıldak; köylerde ve kırlarda yatıp kalkarak, bulduğum yazıtların sayısına yakın gidip gelmiş. Gün boyu güneş altında aç ve susuz ya da yağmur altında, vıcık çamur içinde bilim adına, bilimsel araştırma uğruna -belki de kariyer elde etmek tutkusundan- ne çileler çekmiştim.

Kozuvez’deki Domitilla kızın mezar yazıtını keşfettiğimde bir yaz gününün sıcak bir öğle sonrasıydı. Köyün batısında Durmuş Çelik’in tarlasında yuvarlak bir yazılı taş var demişlerdi. Arayıp bulduydum bulmasına, ama bir metre yetmiş santim yüksekliği, elli santim. çapı olan kocaman mermer taşın yazılı kısmının yarısı altta bulunuyordu, toprağa yapışıktı. Ellerimle ve ağaç parçalarıyla toprağı tam beş saatte kazarak yazıyı ortaya çıkarabildim. Üstümdeki gömlek terden adeta suya sokulup çekilmiş gibiydi. Öyle ki, son anda, sıkıldığı zaman rahatça süzülen gömleği çıkarıp, yazıt yüzeyini rahatlıkla onunla ıslatarak temizledim. Güneşin son ışıklarıyla yazıtı kopya edebilmiştim.

İstanbul’a döndükten sonra aralıklarla da olsa aylarca üzerinde çalışmıştım. Ancak yazıtın ölçülü ve kafiyeli oluşu kesin çözümü alabildiğine güçleştiriyordu. Üzerinde çok çalıştığım için, yazıtın konu edildiği dersin sonlarında, yaptığım çevirisini ezbere okumuştum:

“ Ey yolcu ! Bir erdem simgesi olan bu mezar taşına iyi bak. Bu mezarda iffet tacını başına takmayı hak etmiş Domitilla kız yatıyor. Tanrıların gazabı ve Kader tanrıçasının Pontus’tan gönderdiği Barbarların(*) tecavüzlerine uğramış olan kadın ve kızlarımızdan, hayatta tesadüfen kalan tek kız oydu. Evlenmişti, ama ne yazık ki ancak yedi ay sevgili kocasıyla mutlu yaşayabildi. Henüz on dört yaşında gencecik bir gelin iken günışığını terk etti. Güle güle Domitilla!”

Çarşamba günkü dersin sonunda bir daha tartışılıp karar verilmişti. Öğrenciler aralarında on kişiyi geçmemek üzere bir gezi-araştırma grubu oluşturup, hazırlıklarını yapacaklar. Ben de bir minibüs bulacaktım Cuma’ya kadar.

Bir Pazaryeri Sohbeti

Perşembe günü Fakülte’de dersim yoktu; doğruca Beşiktaş pazarına gittim. Köylülerimden çocukluk arkadaşım pazarcı Sabri ile konuşacaktım, onun minibüsünü tutmayı düşünüyordum. Pazarda iğne atsan yere düşmez bir kalabalık! Sabri ve kardeşi Murtaza’nın altı, yedi metre uzunluğunda bir sergileri vardı. Her ölçüde kot ve kumaş pantolonlar, kazak ve fanilalar, tişört ve gömlek satıyorlardı.

Pazarlar işçi ve emekçilerin, memurlar ve öğretmenler, yani dar gelirlilerin bütün gereksinimlerini karşıladıkları yerlerdir İstanbul’da. Büyük mağazalardan dükkanlardan alışveriş yapamayan, ama bazen içeri girme cesaretini gösterenlerin, harcadıkları paranın yarısıyla aynı şeyleri alabildikleri yerlerdi pazarlar.

Ancak pazarlar da semtlere göre zenginleşiyor, eşya fiyatları yükseliyordu. Örneğin, Beşiktaş’ın dar gelirlileri burada değil, Fatih camisinin arkasına Çarşamba günleri kurulan pazara gidip, orada alışveriş yapmayı yeğliyorlardı. Beşiktaş’tan boş file ve çantalarını alıp, Haşim İşcan geçidi- Bozdoğan su kemerleri altından geçen belediye otobüsleriyle haydi Çarşamba pazarına! Buna karşılık Fatih Çarşamba pazarını küçümseyen, müşterisini ayaktakımı gören orta sınıfı aşmış Fatihliler, özel arabalarına atlayıp, bazen iki hanımefendi sırayla her hafta birisinin arabasını alarak, birlikte Beşiktaş pazarına alışverişe çıkarlar.

Beşiktaş pazarının en ucuz malının fiyatı, diğer birçok semtlerin dükkanlarında satılan en pahalı mallarınkine denkti. Müşterisi de bir başka; Beyoğlu, Şişli- Osmanbey mağazalarına girip çıkanlara denk düzeyde şık hanımlar, kravatlı ve son moda takımlar içerisinde beyler bunlar. Benim de ilk gelişim bu pazara. İnce, kibar hanımlar beyler. Hiç kimsenin pazarlık ettiği yok, satıcının dediği fiyata paketler sarılıyor.

Sabri: “Hocam” diye anlatıyor; “örneğin, şu taş yıkama kot pantolonun fiyatını Cerrahpaşa, Gedikpaşa ya da Topkapı pazarlarında elliden otuz beş liraya kadar düşürüyorum. Buna rağmen müşteri çeke çeke pazarlık ediyor. Oralarda yaşayanlar fakır-fukara, yani işçi veya memur hepsi; aybaşında eline geçecek üç kuruşu gözlüyor. Burada aynı pantolonu seksen liradan yukarıya pazarlıksız, itirazsız satabiliyorum. Eğer kıçına bir Levis etiketi diktirmişsen, rahat yüz Türk lirası. Bizim Murtaza hepten insafsız, etiketsiz de olsa taşyıkama- taşyıkama dediğim, hani bizim köyün Höşkülü ve Çakıllı semtlerinde bulunan hafif kırataşlar (kireçtaşı) vardır, işte onlarla birlikte kaynatılıp, böyle yer yer beyazlatılıyor. Eskitilmiş oluyor sanki!- kotları yüzden aşağı kesinlikle satmıyor.”

Serginin öbür başında Murtaza abisinin bu sözlerine kıs kıs gülerken ben soruyorum: “ Peki Sabri, sen kaça alıyorsun ?”

O ise bıyıklarının altından hafifçe gülüyor. Sesini alçaltarak konuşuyor: “Sırrımızı deşme bizim canım Hocam. Gerçi sen bizim hepimizin karnımızda, kaç bağırsağımız olduğunu zaten biliyorsun. Senden niye saklamaya çalışalım? Toptancıdan üç-beş seri kot aldım mı, tanesi on beş lira; bilemedin on altı, on yedi liraya gelir. Zaten bu fiyatı geçerse mal oluş, hiçbir kazancımız olmaz. İmalatçı- toptancıya kaça mal olur dersin? Üç ya da dört, taş çatlasa beş liraya!”

“ Öyleyse diyorum, siz aracılar daha fazla kazanıyorsunuz!”

“Ticaretten anlamadığın nasıl belli, doğrusu hiç kafanı da yorma Hocam. Ayda aldığın altı, yedi bin liraya kanaat et; kitaplarından başını kaldırma, araştırma ve incelemelerini sürdür. Ama, ben senin ayda aldığın maaşın iki katı kadar günlük satış yapmazsam işe çıkmam daha iyi! Yıl 78 Hocam, geçinmek kolay mı? Apartman borcu -kardeşiminkini tamamladık, ben daha geniş bir eve çıktım- araba taksiti derken, elimizde fazla bir şey kalmıyor. Üretici toptancıya gelince, benim haftada on günde yaptığım satışı bir günde yapamazsa, kapatsın o dükkanı daha iyi. Sen bütün bunları duyup işitmiş olma yine de canım Hocam!” diye karşılık veriyor benim bir tek cümleme karşı bir düzüne öğütle.

Tevekkeli değil köylülerim bana havadan bakıyorlar. Ve yüzüme karşı çekincesiz, “hayatını okullarda boşuna çürüttün Hoca!” diyorlardı. Bazen Fakülteden çıkmış, Laleli’den Aksaray’a doğru dalgın yürürken, özel arabalarıyla bu bizim köyün Tahtakaleli işadamları (!) yanımdan adeta sıyırırcasına ve kornalar çalarak geçiyor. Bazen alaylı gülmelerle buyur ediyorlar, bazen ise “merhaba!” demeye bile arsınıyorlardı (tenezzül etmiyorlardı) eski ortak köy yaşantımızdaki deyimle.

Ancak şu anda tartışacağımız konu bu değildi Sabri ile. Ticaret ve para üzerine konuşmayı hemen kesip, teklifimi söyledim kabul etti. Şöyle kafadan bir hesap yapıp fiyatı bile çıkardı: “Pazar günü boş günüm, pazara çıkmıyorum” dedi. “Minibüsün arkasındaki iki koltuğu çıkarmıştım. Birer eski kilim, battaniye ya da minder alsınlar öğrencilerin. İnşallah güzel kızlar da vardır. Kaç kişiler?”

“ Sanırım sekiz öğrenci gelecek. Bunlardan yarısı kız öğrenci. Kızlarıma şimdiden sulanmaya kalkma; birkaçı zaten flörtüyle geliyor, seni duman ederler. Şaka bir yana sen fiyatı düşür biraz. Öğrencilerim varlıklı çocukları; onlara koymaz, ama payıma düşecek olan beni sarsar.”

“ Hocam ben sadece bir günlük benzin parasını hesapladım. Benzin fiyatlarını biliyorsun; Araplar bastırıyor dünyaya! Çankırı köylerinin taşlı yollarındaki yıpranmayı ve çekeceklerimi de hesaba katmıyorum. Ben on binden aşağı gidemem. İstersen yapalım hesabı, payına düşeni üstüne ekleyelim; yüklet öğrencilerin üstüne. Diyelim sana bin beş yüz düştü; sen on bir bin beş yüze tuttum dersin ve aranızda bölüşünce senin payın onlara yüklenmiş olur.”

Bu adamlar için ticaret her şeyin üstünde; her adım atışta kazanç ve parasal çıkar her şeydi. Paranın karşısında bizimkiler tümden Alevi erdemlerini yitirmişlerdi. Önerisine öfkelenip, kendisini paylamama bile alınmadı.

“Sen doğrulukla kafanı bozmuşsun; ben senin yararın için söyledim,” dedi usulca mırıldanarak. Sonra yükseltti sesini: “Hoş zaten, arada sen olmasan Çankırı dağlarında, haftada tek dinlenme günüm olan Pazarı dünyada geçirmem. Önüme banknot döşeseler bile gitmem. Hocamı çok az görüyorum, şöyle bir günü birlikte geçiririz, dediydim kendi kendime. Ayrıca yer yurt görür, anlattıklarından bir şeyler kaparım. Bu arada biraz da ilkokulda geçirdiğimiz günlerden, anılarımızdan söz ederiz. Ne günlerdi onlar be Hocam?”

O sırada, her Çankırı adı geçtikçe bize doğru göz atan Sabri’nin sergi komşusu yanımıza geldi. “Aha” dedi Sabri, “işte sana bir Çankırılı! Çankırı’dan adam mı çıkarmış? Çıksa, çıksa bu Murtaza gibisi çıkar. Hocam sen ne buldun şu Çankırı’da? Hiç anlamıyorum, yıllardır niye gidip geliyorsun? Çankırı üzerine kitap yazacağına, kendi köyün hakkında yaz bir tane.”

Beyaz tenli, tıknaz ve yuvarlak çocuksu yüzlü adam, “Çankırı’nın bir leblebisine dünyayı değişmem be!” diye karşılık verdi Sabri’nin şakasına. Sonra bana dönerek sordu: “Çankırı’nın neresine gideceksiniz Hocam?”

“ Eskipazar’a” dedim. “Belki eski adını da bilirsin, Viranşehir derlermiş? Hani Atatürk’ün Anıtkabiri’nin taşlarının getirtildiği Eskipazar.”

“Görüyorsun ya Sabri,” dedi, “ben Çankırılıyım, bilmiyordum. Şimdi Hocamdan öğrendim, bir yaşıma daha girdim. Ama, ben Orta kazasındanım. Yahu Hocam, bizim oralarda da olacak aradığınız yazılı taşlardan. Orta’ya hiç gittin mi?”

“Gitmedim hayır” diye yanıtladım. Bu kez Sabri’ye döndü: “Konuştuklarınızı duydum,” dedi, “dokuz bine götüreceksin Hocamı. Benzin parası çıkışmazsa ben öderim üstünü; on bin harcarsan gelir benden alırsın bin liranı. Tamam mı?”

“Tamam!” dedi Sabri boynunu bükerek. Köylüsü çocukluk arkadaşınınkine değil, ama ticaret komşusunun, yani sık sık para alışverişi yaptığı Çankırılı Murtaza’nın hatırına bin lira indirdi. Ona karşı koyamadı.

Pazar günü sabah saat yedi de yola çıkacaktık. Gidiş-dönüş sekiz saatimizi yollarda; en az beş, altı saatimizi de Karza (Kozuvez)’daki Domitilla’nın mezar taşını incelemeye ve Hadrianopolis-Kaisareia (Eskipazar) çevresinde yapacağımız araştırmaya harcayacaktık. Benimle birlikte sekize paylaşınca her birimize yüz yirmi beşer lira düşüyordu. Belki pek pahalı sayılmazdı, ama şu anda bu parayı vermek, ayın sonunu getiremediğim bütçeme büyük yük olacaktı.

İki kardeşin yani Sabri ile Murtaza’nın ısrarlı, minibüsü on bin iki yüz elli liraya tuttuğumu söyleyip, yol ödentimi arada kaynatmak önerilerini kabul etmedim. İkisine de bir iyice çıkıştım. Benim öfkemin yatışmasını bekleyen Çankırılı Murtaza bir pundunu bulunca, “yahu,” dedi, “siz Aleviler ne doğrucu adamlarsınız? Hayranım size! Ama açık söyleyeyim gerçek, bozulmamış Alevilere bu hayranlığım. Böyle Sabri ve adaşım Murtaza gibi üçe alıp yüz üçe satarak, fakır fukarayı sömüren yezitleşmiş olanlara değil. Bunlar bizden de yezit oldular; doğruluk diye bir şey kalmadı hiçbirinde inan Hocam. Ben de yarı Alevi sayılırım.”

Sabri bir “sittir lan, Allahın Çankırılısı”, çekti ve sürdürdü; “sen Güler yengeye dua et. O seni yola getirdi. Adamlığı ondan öğrendin de yezitliği bıraktın.”

Murtaza tezgahının önüne doluşan müşterilerine doğru ilerlerken yanıtladı onu: “ Kimden olursa olsun, ben senden daha aleviyim. Haydi seni demeyelim. Ya çevrendeki kendi köylülerinden ‘eline, beline ve diline sadık’ olan bir tane göster; it gibi havlayacağım vallah!” diye konuştu ve işine gitti.

Sabri meğer doluymuş sözü aldı: “Bu Çankırılı Murtaza çok iyi bir arkadaş ve bulunmaz bir komşu. Dört yerde pazar komşusuyuz, birbirimizden hiç incinmedik. Sivaslı bir Alevi ile evli; anam-bacım olsun deve dişi gibi bir hanım. Gerçekten Murtaza’yı adam eden o. Dediği gibi bizden daha doğru Alevi. Benden daha iyisini biliyorsun; bizimkilerden bir dükkan bir apartıman sahibi olan, bir ikincisini üçüncüsünü almak için aklın almayacağı fırıldaklar çeviriyorlar.”

“Sadece bu mu? Kimileri, sanki eba ceddi-namaz kılmış gibi camilerden çıkmıyor. Otuz güne otuz daha katıp Ramazan orucu tutuyorlar. Soyadlarını değiştirip ‘imamoğlu, hocaoğlu...’ yapanları biliyorsun. Bunlardan biri gözümün önünde, dükkanına gelen bir çember sakallıya cami yardımı diye beş bin lira ödedi. Adam aynı handa dükkan sahibiydi, onlara yağ çekiyor; kendini dindar gösteriyordu. Aynı kişi, köydeki tarihi tekkelerin onarımı için para toplandığında, rastlantı bu ya, yine oradaydım; söylene söylene iki yüz elli lira zor çıkarıp verdi kasadan. Her şeyi her şeyi unuttuk Hocam!..”

O konuşurken ben acı acı gülüyordum, bildiğim konuydu. Kendisi de içindeydi aslında. Demek k,i yaptıklarının farkındalardı, ama çarkın dişleri arasına girmişlerdi bir kere, sınıf değiştiriyorlardı. Burjuvalaşma sürecindeki bu insanların kökenlerine ve kültürlerine yabancılaşmalarını içim burkularak gözleyen bir seyirciydim bir bakıma. Şu anda Sabri ile bütün bunları konuşup tartışmanın ne yeri ne sırası. Müşterilerin adeta saldırısına uğramıştı tezgah. Daha fazla beklemenin alemi yoktu. Pazar sabahı saat yedide Fakülte’nin önünde buluşmak üzere oradan ayrıldım.

Fakülteye döndüğümde, ilgili öğrencilerden biri odamın kapısı önünde beni bekliyordu. minibüsü dokuz bin liraya tutabildiğimi söyledim. Çok ucuz olduğunu tekrarlaya tekrarlaya sevinçle arkadaşlarına haber vermeğe gitti. Anlaşılıyordu ki sevinemeyen sadece bendim.

Ertesi gün, yani Cuma öğleden sonraki dersin hemen yarısı gezi üzerine konuşup tartışmakla geçti. Sabri’ye söylediğim buluşma saati biraz erken bulunduysa da değiştirmedik. Aralarında işbölümü yaparak, börek ve köfte cinsinden kuru yiyecekleri yarın hazırlayacaklardı. Bu arada bir öğrenci daha katılmış ve dokuza yükselmiştik. Daha az ödeyeceğim diye sevinmiştim elbette ben.

Zaten bu gezi işini çıkarınca, karım yine ağzını açıp gözünü yummuştu: “Ayın sonunu getiremiyoruz, aldığımız para ne ki? Ayın ortasında bir araştırma gezisi çıkarıp, yeni bir masraf açıyorsun başımıza. Tam üç yıl gidip geldin Çankırı’ya doktoranı yazıp teslim ettin, hala gidiyorsun! Bu gidişin en az bin beş yüze patlayacak, çok iyi biliyorum...” gibisinden veryansın etmişse de bende ses-seda yok. Ne diyebilirim ki, kendi bakış açısından haklı. Yine onun deyimiyle “burnumu kitapların arasına sokmuş” söylediklerini duymamaya çalışıyorum. Sonra başka odada kendi kendine bir on dakika bağırıp çağırıyor, öfkeleniyor. Ben karşılık vermeyince sözlerine, ağlayarak mutfağa gidiyor ve orada sakinleşiyordu.

Ne diyebilir ve nasıl anlatabilirdim bin yedi yüz yıl önce ölmüş Paflagonia’lı Domitilla kızın mezar taşını bir kere daha görmek istediğimi? Çünkü, üstündeki yazının sondan ikinci satırında bulunan bir kelimede birkaç harflik sorunum var. İşte bir fırsat yaratılmıştı taşı yerinde yeniden incelemek için.

Fakülteden çıkmış yürüyordum. Niyetim az aşağılardan bir yerden tenha bir sokağa sapmaktı gürültüden biraz uzaklaşmak için. Öğrencilerden Bakırköylü Sevil koşarak ardımdan yetişti. Uzun sarı saçlı, iri siyah gözlerinin delici bakışlarıyla karşılaşmaktan korktuğum bu kız sadece bizim bölümün değil, belki Fakültenin de en güzeliydi. Ya da bana öyle geliyordu. Gülerek “Hocam” dedi, “önce şu saatinizi alınız! Bir gün mutlaka kaybedeceksiniz.”

Teşekkür ederek alıp, cebime attım. Bu küçük cep saatimin bir de zinciri olduğu halde bir yere iliştirme alışkanlığı edinemediğimden, gelişigüzel her yere bırakıyordum. Derste de önümdeki kürsüye koyuyordum elbette. Ama, her nedense bu sınıfta unuttuğum zaman hep Sevil getiriyordu. İlgi çekmek için her türlü davranışı denemekten çekinmiyordu. Hocasını baştan çıkarmak mı istiyordu ne? Belki ben de fazla ilgi gösteriyordum farkında olmadan. Ben bunları kafamdan geçirirken, o konuşmasını sürdürdü:

“Hocam biz aramızda paraları topladık. Size teslim etme görevini bana verdi arkadaşlarım. Mademki çocukluk arkadaşınızmış sürücümüz, parasını peşin verelim!”

Uzattığı parayı alıp cebime soktum. “Şimdi vermenize gerek yoktu dedim, ama fark etmez!”

Kız: “Niçin saymıyorsunuz? “

Ben: “Sekiz bin lira değil mi? Ne gereği var saymaya?”

Kız:“Hayır. Dokuz bin Türk lirası var cebinizde!” Ben karşılık vermeden, hemen durup elimi cebime sokarak parayı çıkarmak istedim. Hasanpaşa fırınının aşağısındaki otobüs durağını geçmiştik. Kız benden çabuk davranıp, parmaklarım paraya yetişemeden elimi tuttu çıkardı cebimden. Yumuşacık eli elime değdiğinde, elektrik çarpmışçasına sarsıldık. Gözleri kor gibi yapıştı gözlerime. Elini çekip alamamıştı hemen. Çünkü benim elim ustaca avucundan sıyrılıp onunkini kavradı.

“Niçin bunu yaptın? Neden engel oldun parayı geri vermeme?” dedim. Eli elimin içerisinde bir kuş yavrusu gibi yumuşak ve ürpertiler içinde titriyor ve yüzü pembe pembe oluyordu. Güçlükle: “Hocam lütfen beni dinler misiniz? dedi. Söylemek istediğim bir şey var!”

Ben alınmıştım ya da öyle görünmek istediğimden elini bıraktım. O, elini bıraktığım için, üzgün sürdürdü: “Lütfen kabul edin Hocam. Biz aramızda karar verdik ve araba parasını sekiz kişi aramızda paylaştık. Kısacası sizi dışladııık!”

Az önceki elektriklenme, titreme geçmiş ve artık çekincesiz konuşuyordu. Sağ elinin başparmağını, işaret parmağının ucuna değdirerek, “eğer beni bu kadarcık seviyorsan kabul edersin, bize kızmazsın. Koca bir pazarı bizim için harcayacaksın! Ailenizle geçireceğiniz koca pazarı elinizden alıyoruz” dedi.

Bunları söylerken de öyle tatlı bakıyordu ki, bu bakıştan Hoca’ya yağ çekmek veya rica-minnet değil, sırılsıklam sevgi akıyordu. Biçimli dudaklarındaki geniş gülücüklerle donanmış içten sevincine beni katmak istiyordu. Davranışlarıyla beni duygulandırması bir yana, bir acayip heyecana boğmuş kendisine doğru çekiyordu. Hayır, yol parasından kurtulmuş olmamdan değildi; kızdaki dolup taşmış, üstüme üstüme akan sevgidendi bu heyecan. Dudaklarında güller gibi açılmış gülücüklerde topladığı mutluluğunu yıkmam mümkün olamazdı. Gülerek, “peki kabul ediyorum”, dedim, “eminim ki arkadaşlarına bunu öneren de sen oldun. Kömür karası gözlerin ve şu güzel dudakların hatırına kabul ve teşekkür ediyorum.”

“Kabul ettiğin ve beni kırmadığın için seni öpmek isterdim,” dedi, “ama burası İstanbul, bir Alman ya da Fransa kentlerinden biri değil.”

“Haklısın” dedim, “bir Avrupa kentinde değiliz. Ben de seni öpmek için kendimi zor tutuyorum. Kısacası birbirimize birer öpücük borçluyuz. Belki dönüşte; yeni borçlar da birikebilir. Ama, ne türden olacak bu öpücükler.”

Şeytansı güldü: “Tamam” dedi, “ikimizi de memnun edecek öpücükten olacak. Pazartesine kalmaya sabrın var mı? Benim yok, borcunu hemen ödemeni isterim. Yarın sabah onda Felsefe koridorunda dersimiz var, yarım saat önce yani tam dokuz otuzda senin odanın kapısını tıklatırım. Bulunmazsan hakkını yitirirsin!” Sonra koşarak caddeden karşıya geçti ve Yenikapı’ya doğru yöneldi trene binmek için Bakırköylü Sevil.

Öğrencilerimin bu davranışı, beni hem karımın dilinden kurtarıyordu, hem de bakkal Hasan amcaya olan ay sonu borcumuzu iki katına çıkarmaktan. Ama, yüreğime bıçak gibi saplanmış yoksulluk ve çaresizliğimin acısını daha da artırmıştı.

İlginç Bir Rastlantı

Evime girdiğimde değişik kadın ayakkabıları görmüştüm. Hanımın konukları var, onu hemen sevindiremeyeceğim diye içimden geçiriyordum ki içeriden duyduğum sesler beni hayrete düşürdü. Karım konuğuna, benim öğrencilerimle Pazar günü Çankırı’ya gideceğimi anlatıyor. Ama öyle yakınarak, kızıp öfkelenerek değil, bir çeşit gurur duyarak. Üstelik mesleğime ve çalışmalarıma ilişkin açıklamalar bile yapmaktaydı.

Konuk hanıma ve kızına hoş geldiniz demek için oturma odasına girdiğimde karım, “işte bey de geldi,” dedi; “sadece pazar günleri ailecek bir arada olabiliyoruz Bu Pazara da sizin Çankırı’ya gidiyor” diye yineledi tanıştırma yerine.

Konuğumuz uzun boylu, kısa kestirmiş olduğu saçlarını sarıya boyatmış, kırk yaşlarında güzelce bir hanımdı. On altı, on yedi yaşlarındaki ve kendisi gibi güzel olan kızının yüzü bana birini çağrıştırıyordu, ama çıkaramadım. İkisi de ayağa kalkmıştı. El sıkıştık oturdular. Hanım bir şeyler söylemeye hazırlanıyordu ki ben kaptım:

“Yahu dedim, az önce Millet caddesindeki Çankırılı leblebici ile karşılaştım; zorla dükkanına sokup ikramda bulundu. Ben de üç-dört yüz gramlık çerez cinsinden bir şeyler satın almak istedim. Ödediğim paraya istediğimin iki katından fazla vermiş. Şunları tabaklara koy da yiyelim. Adam Çankırı’nın Yapraklı ilçesinden. Tutturmuş, ‘ille de bizim Yapraklı’ya git diyor; bizim köyde mutlaka aradığın taşlardan bulursun. Amcama da mektup yazayım, sizi bir güzel ağırlasın!’ Beni zorla Yapraklı’ya gönderecek adam.”

Hanım dayanamayıp araya girdi: “Kız bu bizim herif taşlarla aklını bozmuş, oynatacak inan bir gün. Çankırı’ya askerliğinden bu yana en az on sefer yaptı, dedi ve arkasından dalgasını geçti: Eee anlat bakalım başka, başka?”

Ben sürdürdüm duymamışçasına kaldığım yerden: “Ama, asıl Perşembe günü tanışmış olduğum Çankırılı Murtaza’yı oldukça olumlu buldum. Bu güler yüzlü insan çok gerçekçi sözler etti. Pazarcı Sabri’nin kişiliğinde bizim köylüleri ve yolunu yordamını unutmuş, erdemlerini yitirmiş Alevileri bir güzel eleştirdi. Araba fiyatından da bin lira kırdırdı...”

Ben bunları konuşurken hanımların yüzüne sahte bir ciddiyet gelmişti birden. Aynı yaşlardaki bizim küçük kızla, hanımın kızı gülüşerek öbür odaya geçmişlerdi. Ben kadının Sünni olacağını bile düşünmeden konuşmayı sürdürüyordum: “Çankırılı Murtaza bizimkilerin yanından çıkmıyor. Niye biliyor musun?”

Gülmemeğe çalışan karım sordu: “Nereden bileyim niye? Anlat bakalım neden?”

“Çünkü kendisini yarı Alevi sayıyormuş. Sabri söyledi; Çankırılı Murtaza Sivaslı bir Alevi hanımla evliymiş.” Bu kez kadına dönerek, “Hanımefendi biz de Aleviyiz, umarım yadırgamazsınız” dedim.

Bunları söylerken kadının, karımla bakışıp dudaklarını ısırdığının farkına vardım, ama aldırmadım. Sünni olup da söylediklerim hoşuna gitmese ne olacaktı sanki? En fazla karım bir ahbabını yitirecek ve “bu senin densizliklerinden ben nasıl kurtulayım? Hiç tanımadığın kadının yanında Alevi olduğumuzu söylüyorsun” diye beni paylayacaktı en fazla.

Sürdürdüm: “Çankırılılar aşırı dincidir. Ama, Sabri’nin söylediğine göre bu Murtaza ben Aleviyim diyormuş. Tam olmasam da kendimi yarı Alevi hissediyorum. Yine bizim Sabri, onun Alevi olan eşi Güler hanımı da öve öve bitiremiyor!”

Son sözler ağzımdan çıkar çıkmaz, hem karım hem de konuk hanım kahkahaları koyverdiler. Öbür odada da kızlar katıla katıla gülmeye başlamışlardı. Ben ise şaşkınlıktan gülmelerine katılmıştım.

Benim gülmem nedensiz ve anlamsızcaydı, tezelden kesip sordum: “Hanımlar belli ki bana gülüyorsunuz, ama niçin? Bari söyleyin de bilerek katılayım gülmelerinize!”

Karım kendini koltuğa atmış gülmekten boğulacak neredeyse. Çok sigara içtiğinden güçlükle soluk alıyor. Öbür kadın, ne de olsa ilk kez karşılaştığımızdan terbiye sınırlarını aşmak istemiyor, kendisini koyvermedi. Gülmesini hafifletip, “Hocam ben Güler, Çankırılı Murtaza’nın hanımı” diyerek kendini tanıttı. Üstelik elini de uzattı yeni karşılaşıyormuşuz gibi. Aslında karımın da kabahatı yoktu, tanıştırmasına fırsat vermeden bir sürü saçma sapan şeyler anlatmıştım. Biraz da ben güldüm kendime, sonra toparlandık.

“Bu denli rastlantı da çok az bulunur doğrusu,” dedim. “Anlaşıldı ki dördünüz birbirinize kaş göz işaretleri yaparak beni bir süre konuşturdunuz. Ya kötü şeyler söyleseydim, ayıp olmaz mıydı Murtaza hakkında?”

“Yok yok” dedi Güler hanım, “siz kötü bir şey söylemezsiniz. Murtaza da sizi çok beğenmiş, köylülerine hiç benzemiyor diyor. Aslında sizi kahveden şahsen tanıyormuş da isminizi ve kim olduğunuzu o gün pazarda öğrenmiş. Evde uzun uzun anlattı.”

Bu kez sözü karım aldı: “ Hani benim öğrencilerimden Fikret’in annesi şişman kadın var ya, adı Gülcan sen tanıyorsun. Güler hanım onun eltisi. Ben aşağı yukarı bir yıldır tanıyorum, ama öyle yakından değil, merhaba merhaba. Sen Murtaza beyle tanıştıktan sonra...”

Güler hanım araya girip açıklamayı sürdürdü: “Aynı akşam evde sizden söz etti. Aslında fazla konuşmamışsınız. Sabri sizi uzun uzun anlatmış ona. Ben Hocahanımı adıyla soyadıyla iyi tanıdığım için, Murtaza’ya sorup araştırmasını istedim Sabri’den. Ertesi gün sizin Hocahanımın beyi olduğunuzu öğrenince nasıl sevindim, bilemezsiniz. Zaten kendisine çok kanım kaynıyordu, ama cesaret edip konuşamıyordum.”

“Bugün eltime haber vermeden ve ona görünmeden Hocahanımın geçeceği yol üzerinden kızımla bekledik. Konuşup tanıştık ve doğruca size geldik. Nasıl sevindim Alevi oluşuna. Çevremde hiç kimse yok, ya da ben tanımıyorum. Tanısam da güvenip açılamam ki. Ramazan geldi mi yalandan oruç tutuyor gibi yapıyoruz ikimiz de. Murtaza’nın iki evli kardeşi daha var. Evlerimiz ayrı, ama üç aile de bir binadayız. Geceleri yalandan sahura kalkıp tencere tava tıkırdatıyoruz.”

Kadın boşalmış anlatıyordu. Dikkat ettim gözleri yaşarmaya başlamıştı. “Bütün bunlar neyse, yalancıktan da olsa uyduruyoruz bir şeyler. Allah’ı var Murtaza’nın, benden daha Alevice davranıyor, Aleviliği çok tutuyor. Ama ailecek bir araya gelindiği zaman insanlığı kaybediyorlar; tek yaptıkları şey Aleviler hakkında dedikodu yapmak. Kızılbaşların dinsizliğinden ahlaksızlığından; ana-bacı tanımadıklarından başka sözleri yoktur..”

Şaşırmıştım bunları anlattığında. “Yahu nasıl olur?” dedim. “Alevi bir gelin alıyorlar ve sonra nasıl böyle konuşabiliyorlar? Niçin karşılık vermiyor ve böyle konuşmalarına meydan veriyorsunuz? Neden Murtaza savunmuyor? Sürekli Alevilerin arasında onlarla iş yapıyor. Kahvelerinden çıkmıyor, hala bir şeyler öğrenememiş mi? Karısının mensup olduğu inanç topluluğuna haksız yere hakaret edilmesine nasıl dayanıyor? Gidip gelmezsiniz evlerine, kesersiniz ilişkilerinizi olur biter. Yüzünüze karşı böyle konuştuklarına göre, demek ki bunu onlar da istiyor. Bir şey daha söyleyeyim; eğer onlara karşılık verecek ve savunabilecek konumda değilseniz, kendinizi yeterli görmüyorsanız, toplandığınız bir gün hanımla beni çağırın. Biz onlarla gerekenleri konuşuruz.”

Hanım sinirlice araya girdi ve “sen” dedi, “boş konuşuyorsun. Güler hanım belki senden değil, ama benden daha iyi biliyor Aleviliği. Sorun başka. Murtaza beyin dışında, Güler’in Alevi olduğunu ailede başka kimse bilmiyor! Ne anası babası ve ne de kardeşleri yengeleri. Şimdi anladın mı?”

Bir tuhaf oldum bunları duyunca. Doğru mu diye sorarcasına kadına baktım; gözünden yaşlar boşanmış ağlıyordu. Konuşamadı. Kafasını evet anlamında sallamakla yetindi. Kendimi toparlayıp ayağa kalktım. Bir sigara yaktım. Ona da bir tane uzatıp yaktıktan sonra: “Bakınız Güler hanım,” dedim. “Anlaşılıyor ki, başlarda yapılan hatayı hala sürdürmektesiniz. İnsan çok gençken bazı olaylara, yanlışlara karşı pek duyarlı olmuyor, bir bakıma vurdumduymaz kalıyor. Ama yaş ilerledikçe değişiyor insan, daha sık ve çabuk etkileniyor. Etkilendiği sürece de ussal, yani akılcı davranmasını öğreniyor. Sakin olun ve anlatın çekinmeden her şeyi. Çünkü buna ihtiyacınız var.”

“Tam on sekiz yıllık evliyiz Murtaza’yla. Tanışmamızdan çok kısa bir süre sonra Alevi olduğumu söylemiştim. Öyle tahsili filan yok, ama çok anlayışlı ve açık kafalıdır. ‘Sen beni Sünni olarak kabul ettikten sonra, ben seni neden Alevi olduğun için etmeyeyim?’ diyerek hiç sorun çıkarmadı. Sevdik birbirimizi.

Bir yıl kadar zaman geçti birlikteliğimiz üstüne. Çeşitli yollarla aile çevresine Alevi olduğumu söylemeyi denedi, ama başaramadı. Ailesiyle tanıştık, beni çok sevdiler. Neden bu kadar evlenmek için beklediğimizi anlayamıyorlar, bir an önce düğünümüzü yapmak istiyorlardı. Ancak ben Murtaza’nın Alevi olduğumu açıklamasını ısrar ediyordum. Kendi ailem kararı bana bırakmıştı. Bu süre içinde birkaç kez ayrılmayı denedim; bir daha beni aramamasını söyledim Murtaza’ya, ama o hep geldi; birbirimizi seviyorduk, ayrılamadık. Sonunda Alevi olduğumu ailesine söylememek durumunu kabul ettim. Ancak evimizi ayırıp, uzaklaşacaktık. Komşu gibi gidip gelecektik.

Kısa zamanda evimizi ayırdık, ama kopmak mümkün olmadı. Murtaza büyük kardeşti, ben de büyük gelin; aile geleneğinde ikinci baba ve ikinci anne sorumluluğu yüklenmişti üstümüze. Kısacası tam on sekiz yıldır mensubu olduğum toplum için, Aleviler için yapılan tüm hakaretleri sineye çektik. İnanç topluluğu olarak zaten baskının ve hakaretlerin yoğun sıkıntısını çekiyoruz. Ama, böylesine yüzüne karşı yüzyıllar boyu süregelmiş kara çalmaların tekrarlanması, insana dehşet veriyor. İlk yıllar korkunç yaralandım; bir kaç kez geçimsizlik çıkarıp annemin babamın evine gittim. Murtaza gelip götürüyordu. Anam babam, ‘kendin istedin ve kendin karar verdin; ölün kocanın evinden çıkacak!’ diyorlardı.

Oysa Murtaza’nın ailesi üzerime titriyor, kayınlarım ve diğer akrabalar beni deli gibi sevip sayıyorlardı. Aileye egemen olmaya başlayınca, bu tür konuşmaları ya ikaz ederek ya da dinlemeden çekip giderek, böyle konuşmalardan nefret ettiğim izlenimi kazandırdım. Benim bulunduğum ya da üstlerine geldiğim aile sohbetlerinde, birbirlerini ikaz ederek bunları konuşmuyor ve başlanmışsa kesiyorlardı. Önemli olan onların kafalarındakileri silmekti. Bunu yapamıyordum, beni asıl kahreden buydu.

Gelini bulunduğum çevrenin bilmeden bana yaptıkları bu korkunç saldırı ve baskı beni çökertip pes ettirmedi. Dolaylı bir karşı koyma içinde durmadan okudum ailemden, yakınlarımdan bilenlerle ve Dedelerle konuşup tartıştım. Çok şey öğrendim Alevilik hakkında. Güçlü olduğumu hissettiğim zaman, aile meclislerinde konu açıldığında artık kaçmamaya ve Alevileri dışarıdan biri olarak savunmaya başlamıştım. Elbetteki benim gibilerinin savunmasına Aleviliğin gereksinimi kesinlikle yoktur. Haklarındaki iftiralardan hiçbirinin aslı olmadığı, inançları ve tapınmaları konusunda öğrenebildiğimce açıklamalar yapıyordum. Ne yazık ki bunu kendi özkimliğimle yapamıyordum. Bu yüzden de kabahatlı bulundum baba ocağımda, kabahatlıyım da.

Fakat yapamadım ve hala da yapamıyorum. Sanki şimdi Alevi olduğumu söylersem; hepsi de onlar hakkında söylemiş oldukları sözler yüzünden, utançlarından yerin dibine girecekler, yani küçüleceklermiş gibi geliyor bana. Beni yengeleri, gelinleri olarak taparcasına seven bu insanların karşımda küçülmelerine dayanamam. Düşmanım da olsa biri, onu utandırmak ve küçük düşürmek bana zül gelir. Belki de bu benim alevice insan severliğimden kaynaklanıyor!

Başka bir şey daha söyleyeyim. İnanınız ilk altı, yedi yıl Murtaza’nın aile bireyleri ile bir araya geldiğimizde; oğulları tarafından tecavüze uğradığımdan evlenmek zorunda kalmış bir kadın gibi hissediyordum kendimi. Ve bu duygu kocamla ilişkime de yansıyordu sık sık, geçti artık. Çünkü güçlüyüm, gerektiğinde hepsini susturabiliyorum.”

Sustu. Gözlerini pencereye çevirerek uzaklara doğru baktı bir iki dakika. Yeni yaktığı sigarasından derin bir kaç nefes çekti. Sonra derinden gelen bir sesle;  “Tüm çektiklerime rağmen dedi, onlara da acı vermeden bu aile içinde gerçek kimliğimle dolaşmak istiyorum.”

Duyduklarıma inanamıyordum. Hala bir çıkar yol arıyordu. Ne diyebilir ve ne önerebilirdim? On sekiz yılın neredeyse yarısını, bu aile içinde kendini tecavüze uğramış gibi hissederek yaşamış bu kadına nasıl yardımcı olabilirdim? Mensup olduğu inanç topluluğuna ve Alevilerin namus anlayışı üstüne yapılan akıl almaz kara çalmaları üslenerek ve kendi kişiliğinin bilinç altında yükleyerek edilgenleşip, acısını kendinden böyle çıkarıyormuş demek! Ne öğütleyebilirdim Güler hanıma? Bütün bunları dinleyen karım da hiçbir söze kadir olamadan bana bakıyordu öbürü gibi.

Kafamı toparlamaya çalıştım ve ilk aklıma gelenleri söylemeye başladım: “Elbetteki sizin yerinize hiç kimse konuşamaz bu konuda, bu gerçek. Hatta bir karar vermenize yardım etmeğe bile hakkı yok kimsenin. Kişiliğinizi tümüyle kaplamış bir gerçek kimliğiniz var. Bunu içine girmiş olduğunuz farklı inanç ve anlayış içindeki ailenize açıklamakta geç kalmışsınız. Şimdi bir yol aramaktasınız. Bu kolay değil doğrusu. İlk aklıma gelen ne biliyor musunuz?”

Güler hanımın büyük bir umutla gözleri parladı ve dikkatle dinlemeye koyuldu. Ben sürdürdüm: “Bilmiyorum belki asıl kimliğinizi, yeni bir kimlik kazanımıyla ortaya çıkarabilirsiniz; yani Aleviliği benimsediğinizi, Sünni inancına tercih ettiğinizi açıklayarak. Anlattığınıza göre zaten artık Alevilik üzerine konuşuyor, karşındakileri açıklamalarınızla ikna edebiliyorsunuz. Belki herkes senin okumaya düşkünlüğüne, bilgili oluşuna hayran durumda. Üstelik yaptıklarının ve söylediklerinin doğruluğuna inanan bir aile çevresi yaratmışsın. Belki her şeye rağmen önce yadırganacak. Elbetteki yoluyla yordamıyla girmek gerek. Örneğin, Alevilik konusunda konuşurken, onları savunma gibi tavırlara girerken sık sık ‘kabul edileceğimi bilsem, hemen Alevi olurum. Ama kolay değil kabul etmezler!’ gibi sözler ederek ortam hazırlayacaksın...”

Karım benim bu önerimi biraz hayali bulmuş olacak ki kesti sözümü. “Kolay mı sanıyorsun öyle bir ortamı yaratmak,” dedi. “Üstelik Güler hanımın insan üzmez kişiliği bu ortamı zor yaratır. Ama ben örneğin, karşımdakinin üzülmesi ya da tepkisine hiç aldırmadan bildiğim doğruların aracısız içine girerim. Başıma gelecekleri filan düşünmeden doğru bildiğimi yapmaktan çekinmem.”

“ Öyle deme,” diye karşılık verdim. “Senin doğru bildiklerin kesin doğru değildir karşındakiler için. Ortamını hazırlamadan inandıramazsın. Anlatacaklarının yaşamsal, bilimsel veya toplumsal ‘doğrular’ olduğunu açıklamalar yoluyla, kanıtlarla karşındakilere kabul ettirmelisin. Güler hanım gidip de ailesinin karşısına birden yeni bir kimlikle, yani ben Alevi oldum diyerek çıkamaz elbette. Örneğin ben bir akşam gelip, tek söz etmeden cebimden beremi çıkararak akşam namazına dursam; sabahleyin kalktığında beni sabah namazında bulsan. Ertesi gün sana, ben artık Sünni bir Müslümanım, şu andan itibaren bana bile başı açık görünmeyeceksin; kızlar da başlarını bağlayacaklar dışarı çıkarken, desem sen ne yaparsın?”

Karım uzunca bir güldükten sonra: “Sen bunları hayatta yapamazsın,” dedi. “Ama, dünya tersine dönse de bu işi yapsan, tersine dönen dünyayı durdurur inerim. Kızlarımı aldığım gibi çıkar giderim bu evden. Seni de Allah’ınla baş başa bırakırım.”

Güler hanım artık tek söz etmiyor ve aramıza da girmiyordu. “Derin okumuş bilgeler gibi sözler söylüyorsun ama,” dedim karıma, “Güler hanım da olayı böyle gerçekleştirmeğe kalkışırsa sonuç aynı yere varır. On sekiz yıl önce yaptığı yanlışı tersinden yinelemiş olur. Demek istediğimi anladın değil mi Güler hanım?” Gerçekten anladı mı? Bilemiyorum, ama “çok iyi anladım!” diye karşılık verdi.

Karza’lı Domitilla Kızın Mezarı Başında Beklenen Yanıt

Eskipazar’ın birkaç kilometre kuzeyinde ve Karabük yolu üzerinde bulunan Kozuvez (yeni adı Köyceğiz) köyündeyiz. Köyün arazisindeki antik nekropol (mezarlık) alanında Domitilla’nın mezar taşının çevresinde sere serpe sıcak toprak üzerinde oturuyor öğrenciler. Köyden pek kimse ilgilenip gelen olmadı. Zaten herkes işinde gücünde. Tek köy korucusu bizimle birlikteydi, o da az ileride minibüsün gölgesinde Sabri ile oturmuş konuşuyorlar.

Son derslerimde sözünü edip örnekler vererek açıklamış olduğum Domitilla’nın mezar yazıtını, satırlardaki harflere tek tek dokunarak okudum. Sözcükleri ve cümleleri tam saptayarak bir iki öğrenciye de okuttum. Son sınıf öğrencileri olduklarından, yazıtın hazırlanmış olduğu Roma imparatorluk dönemi Küçük Asya Grekçesi’nin gramer kurallarını, Klasik Grekçe’den bildikleriyle özdeşleştirip anlayabiliyorlardı. Benim için sorun olan harfleri de bulmuştum; iki harf birbirine bitişik biçimde (ligatura) yazıldığından, tek harf gibi görmüşüm fotoğrafta. Düzelttik, herhangi bir farklılık getirmedi çeviriye. Zaten ölü ağıtı (elegia) ölçüleri içinde yazıldığından Türkçeleştirmek de zordu.

Karadeniz’den inen istilacı barbarların tecavüzüne uğramış, ırzına geçilmiş kızlardan tek hayatta kalan Domitilla imiş. Bir süre sonra evlenmiş. Ama anlaşılıyor ki tecavüze uğradığını, sürekli içinde duyarak ve ırzına geçilerek öldürülmüş Karza’lı onca kızdan tek yaşamda kalmış olmayı suçmuş gibi görüp, onu incecik omuzlarında taşıyarak ancak yedi ay dayanabilmiş yaşama ve mutluluğa. Taş üstüne kazınmış üçüncü yüzyıl ölü ağıtını okuyup Türkçe’ye çevirirken, Güler hanımı düşünüyor ve onun önceki gün evde anlatmış oldukları kafamdan geçiyordu.

Özellikle ağlamaklı olarak, “inanınız altı, yedi yıl boyunca, kocamın ailesi bireyleriyle bir araya geldiğimizde, oğulları tarafından tecavüze uğramış bir kadın gibi hissediyordum kendimi!” demesi, yüzyıllar önce düşman tecavüzüne uğramış Domitilla kızla onu eşleştirmek durumuna götürmüştü zihnimde. Domitilla tecavüze uğramış olmanın ağırlığı altında yedi aydan daha fazla yaşamamıştı. Güler hanım ise fiili olmayan, ama manevi ırza geçişi yıllardır yaşamaktaydı: Sürekli aile bireylerinin aralarında Aleviler ana bacı tanımaz; mum söndürürler kim kimi yakalarsa tecavüz edermiş, gibisinden kara çalmaları dinlemesi suçluluk duygusu yaratarak, kendini açıklayamamasına neden olmuş. Ortaya çıkıp, “Aleviyim ben. Yok bizde böyle şeyler,” diyecek gücü bulamamış. Bilinç altına işleyerek bunları ırzına geçildiği sanısına kaptırıp kendisini, sürüklenmiş gelmiş bugüne değin. Belki de kadın evlilik yaşamı boyunca sevişmelerinden hiç zevk almamıştı, böyle bir duyguya kapıldığından. Hastalık derecesine varmamışsa da mutluluğunu gölgelediği bir gerçek. Kafamda bu çözüme varmıştım Domitilla ile eşleştirme anında. Eminim ki Domitilla uzun yıllar yaşasaydı bile, mutluluk zor olacaktı onun için de.

Birdenbire öğrencilerime dönüp, “ Sabri burada mı, hala gelmedi mi?” diye sordum. “ Hayır,” diye karşılık verdi, birkaç ses, “minibüsün gölgesinde korucuyla sohbet ediyor!” Dört kız, dört erkekti öğrencilerim. Leda adındaki Ermeni kökenli bir kız öğrenciyle, nişanlısı Kirkor sonradan katılanlardandı. Ona seslenerek, “Leda,” dedim, “sana bir şey sormak istiyorum. Yazıtla filan ilgisi yok. Önceki gün duyduğum bir olayla kafam karmakarışık oldu. Sorumu öyle fazla düşünmeden, içinden geldiği gibi yanıtla. Kirkor ile nişanlı durumdasınız; varsay ki o Müslüman, ya da Ortodoks Rumlardan biri. Birbirinizi çok seviyorsunuz. O Müslüman ya da Ortodoks ama oldukça hoşgörülü biri, yani senin Katolik Ermenilerden olman ona rahatsızlık vermiyor, seni öyle kabul ediyor. Elbette ki, sen de onun inancını hoş görüyorsun. Ancak Kirkor ailesinin kesinlikle ayrı inançtan biri, daha doğrusu Katolik olan seni istemeyeceklerini çok iyi biliyor ve bunu sana açıklıyor. Sen Kirkor’a, ‘o zaman bu evlilik yürümez’ deyip, birkaç kere ayrılmayı deniyorsun. Ama, her keresinde o geliyor ve sen de reddedemiyor, birleşiyorsunuz. Çünkü birbirinizi çok seviyorsunuz...”

Ben toparlamak için biraz sustum. Öğrenciler Hocalarının bu konuştuğu sözlerinin altından ne çıkacağını merakla bekliyorlardı. “Ve evlendiniz farklı inançtan olduğunu söylemeden. Ailenin bütün bireyleri seni çok seviyor ve sayıyorlar. Ama bir araya geldiklerinde, konuşmalarının konusu Katolik Ermeniler! Akla gelmeyen bir sürü kara çalmalar. Örneğin Ermeniler akşam ayinlerinde ışıkları karartıp, rastladıkları kadın kim olursa olsun ırzlarına geçerlermiş, vb.”

Bazı mırıltılar yükselmeye ve konuşma arzusu belirtmeye yeltenmeler başlamıştı. “Bir dakika dinleyin, fikir açıklamayın şimdi, sözlerim bitsin! Bunları sık sık işitiyorsun ve kocana ağlayıp sızlıyorsun. Onun büyük kardeş oluşu ve aile sorumluluğunu üstlenmesiyle aileden uzaklaşması mümkün olmuyor. Şimdi soruyorum: Bu ortamda kendini hemen açığa vurur musun kocana rağmen? Açığa vuramazsan kaç yıl dayanabilirsin? Eğer dayanabilirsen, içinde bulunduğun bu cehennem yaşamında kocanla her seviştiğinde- beni bağışlayınız çok açık konuştuğum için-tecavüze uğramakta olduğun duygusuna kapılır mısın? Yani psikolojik olarak böyle bir varsayım mümkün olabilir mi?”

Leda akıllı kızdı. Benim susmuş yanıt beklediğimi anlayınca ağır ağır konuşmaya başladı: “En son sorunuzu yanıtlamakla başlayayım” dedi ve sürdürdü, “Evet, seviştiğimiz gecenin sabahında o aile içinde, ırzıma geçilmiş duygusuyla uyanırım. Çünkü o ortamda yapılan bu dayanılmaz suçlama ve kara çalmalar bilinçaltımda gerçekmişçesine yer alır. Belki de elimde olmadan kendime yasaklarım sevişmeyi, iğrenç görünür gözüme. Ya da kocama karşı saldırganlaşır ve cinsel yaşamımızı zehir ederim. Ama ussal hareket etmeyi becerebilsem, kocamı ikna edip aileyi terk ederim. İkna edemezsem onu da bırakırım.”

Kirkor gülerek, “ne diye bunca acıyı çekecek, beni ve ailemi terk edeceksin? Bizim dinimize dönersin, bir sorun kalmaz artık!” dedi. Leda:

“O kurtuluş değil, bir çözüm değil o. Benim geldiğim inanca, kökenime yapılıyor bu karalamalar ve hakaretler. Onları kesinlikle susturmalıyım! Ya da bir daha yüzlerini görmemek kaydıyla terk etmeliyim.”

Sevil söze karıştı. Sesinde sanki bir kızgınlık vardı, neden kendisine sorma ayrıcalığı tanınmadı gibisinden.Hocasıyla dün sabahki on-on beş dakikalık beraberliğinden dolayı, bu hakkı kendisinde görüyordu galiba. Gözlerinden çıkan sitem dolu bakışlarla ellerimi, gözlerimi iğneliyordu. Leda’nın son sözlerinin tam tersinde gerçekleşmiş bir olguyu onu bastırırcasına anlatmaya girişti: “Ben bir aile tanıdım; oğulları bir Alevi kız ile evlendi. Biraz da çirkinceydi. Kız o eve gelin gelir gelmez, kapandı ve beş vakit namaz kılmaya başladı. Derken bir süre sonra geldiği ilerici, demokratik çevresine ve kökenine, yani Aleviliğe küfretmeğe başladı fanatik Sünniler gibi. Kadın şimdilerde Müslüman Kadınlar Birliği’nde yönetici.”

Leda, olayın çözümlemesini yaparak ona karşılık verdi: “O ilk çevresinde evlenecek birini bulamamış. Öyle anlaşılıyor ki, aşağılık duygusu sarmış onun benliğini. Yeni ortamda, aşağılandığını düşündüğü eski çevresine, yani kökenine düşmanlık besleyen bir yeni kişilik geliştirmiş. Bir çeşit öç alma onunkisi...”

Daha fazla konuşmasına fırsat vermeden araya girdim: “ Pekala Leda, daha fazla açılmayalım, konu genişlemesin. Az önceki sözlerinden anladığıma göre, örnek verdiğim ortamdaki bir kadın, o tür duygulara kapılabilir, öyle mi?”

“Elbette Hocam!” diye yanıtladı Leda. “Domitilla gibi fiziksel bir tecavüz söz konusu olmadığı halde, onun bilinçaltında anlattığım duygular yaratabilir!”

Leda da çözümlemeyi tıpkı benim gibi yapmış ve üstelik o da Domitilla ile eşleştirmişti. Öğrencilerimi daha fazla meraklandırmadan Güler hanım olayını kısaca anlattım. Kirkor yine ilginç bir söz söyleyerek ederek hepimizi güldürdü:

Karza’lı Domitilla kızdan, Gangra’lı ( Çankırılı) Güler hanıma uzanan ırz-namus çizgisi üzerinde tartışmaya devam!”

Ama edemedik. Bir öksürük sesiyle susuverdik. Sabri bize doğru geliyordu korucuyu göndermiş. Bir yandan da, “Hocam burada daha işiniz bitmedi mi? Hani Eskipazar’a gidecektik? Oradaki bir dükkancıda biraz alacağım var. Buralara gelmişken onu da alayım bari. Üç yıldır on iki bin lira bekliyor” diye söyleniyordu.

Demek ki, Sabri, çocukluk arkadaşımız olduğu için dokuz bin liraya buralara gelmemiş; adam fırsat bu fırsat deyip, bir taşla iki kuş vuruyor. Artık onun yanında Çankırılı Murtaza’nın karısı üstüne tartışamazdık. İşimiz zaten bitmişti kalkıp yola koyulduk.

Taşınmışlardı. Bir daha haber alamadık Güler hanımdan. Herhalde yeni bir kimlik kazanma girişiminde bulunmaya da cesaret edemedi. Yoksa mutlaka bizi haberlerdi...



(*) 270-71 yıllarında Karadeniz’den inip Küçük Asya’yı istila eden Gotlar söz konusudur - İK.