Oku, bilgilen, fikir sahibi ol; zihnin ve gönül dünyan zenginleşsin! Dr. Ismail Kaygusuz

Kızılbaşın Bıyığı Kürdün Kuyruğu

İsmail Kaygusuz

Ankara’da Maliye Bakanlığı binasında, maliye müfettişlerinin, denetçi odalarının açıldığı koridorda telaş ve heyecan yaşanıyordu. Kırktan fazla bakanlık yüksek denetçisi, ülke çapında teftişe çıkacaklardı. Bu nedenle Müsteşarlıktan çıkacak olan liste bekleniyordu.Yüksek mali görevliler ikişer ikişer illere dağılıp, defterdarları denetleyecek; elde ettikleri bilgileri, görüş ve eleştirilerini geniş raporlar halinde bakanlığa sunacaklardı.

İllerin büyüklüğü, işin çokluğu ve yoğunluğu göz önünde tutularak dağılım ve işbölümü yapılıyordu. Yani küçük illerden iki ya da üçünü bir çift yüksek görevli denetlerken; İstanbul Ankara, İzmir gibi büyük kentlerde iki-üç çift denetçi görevli olacaktı. Ve görev birkaç ay sürüyordu. Bakanlık her yıl; “ Kim kimle çalışmak istiyor?” diye soran bir yazı çıkartarak liste istediği halde, her ne düşünülüyorsa, yine yukarıdan düzenleniyordu birlikte görev listeleri.

Yüksek denetmen Gazi Akçayır ve Ali Gök, birlikte kaldıkları odanın önünde koridor boyunca gidip geliyorlardı iri adımlarla. Merkezde bulundukları üç yıldan beri, birlikte göreve çıkmayı istedikleri halde ancak bir kez kabul edilmişti. Bu yıl yine birlikte olmak isteğini baştan belirtmişlerse de ikinci tercihleri de vardı.

Ali Gök, yüksek denetmenler arasında sakin ve etliye sütlüye karıştığına hiç tanık olmadığı İstanbullu Cavit Güler’i istiyordu eğer Gazi olmazsa. Kendisi Muş’un Varto’dan, Gazi ise Elazığ’ın Karakoçan ilçesindendi. İkisi de Kürt kökenli ve Aleviydiler. Üstelik bir ay sonra Ramazan orucu başlıyordu. İkisi de oruç tutmadığı için birlikte olmayı daha çok istiyorlardı.

Gazi’yle yürüdükleri yerde sohbet ederlerken, Ali Gök’ün gözleri ikide bir, kendilerinden sonra oraya gelmiş ve tek başına bekleyen Cavit’e takılıyor; bakışıyor ve birbirlerine gülümsüyorlardı. Arkadaşının farkında olduğunu anlayınca, ondan konuşmak gereğini duydu:

“Eğer seninle olamazsam, şu Cavit’le göreve çıkmayı çok istiyorum. Sessiz bir çocuk. Tam İstanbul Efendisi; kibar mı kibar! Ramazan filan tuttuğunu da sanmıyorum. İyi tahsil görmüş, galiba iki fakülte okumuş, öyle duydum. Bir paşazade midir nedir? Senin benim gibi kırların çorak ve taşlı tarlalarında büyüyüp, koşulları zorlayarak Ortaokulu ve Lise’yi dışarıdan bitirmiş değil. Sonunda Hukuk fakültesini de zorbela bitirdik ya, biz de bittik. Sorun bunlar değil, Cavit’ten konuşuyordum. Arada bir merhabalaşıyoruz. Adamda müthiş bir felsefe ve edebiyat bilgisi var gibi geliyor bana.”

Gazi Akçayır’a gelince; şu anda Ali Gök’ün Cavit Güler hakkında anlattıklarıyla ilgilendiği yoktu. Çeşitli arkadaş toplantılarında anlattığı az önce de yinelediği ve yine yaşama olasılığı bulunan, geçen yıl Bingöl’de başına gelenleri düşünüyordu. Dinliyormuşçasına kafasını sallıyordu ya, zihni orada değildi Bingöl’ü yaşıyordu:

Öykü İçinde Öykü: Bingöl’de Bir Ramazan İşkencesi

Yirmi saatten fazla süren yorucu bir yolculuğun arkasından, otobüsten sekiz buçuğa doğru inmişti. Yıllar önce bir ilçesinde malmüdürlüğü yaptığı dönemden çok iyi tanıdığı tek ve küçük çarşısını boydan boya dolaştı. Onca yıl geçmesine rağmen pek fazla değişiklik göremedi. Ana caddede bulunan bildik bir iki aşçı dükkanına göz attı bir tas çorba içmek için, kapalıydı. “Ramazan olduğundan erken açmıyorlar galiba, iştahımı öğle yemeğine saklayayım” diye içinden geçirmiş. Zaman geçirmeden vilayet konağına gidip, defterdarlık denetimine başlamıştı.

Saat on iki yi geçince midesinin kazındığını artık tam anlamıyla hissediyordu. Defterdar memurlarına çıkabileceklerini söylediği halde, “hepimiz niyetliyiz, çıkıp da ne yapacağız?” diye karşılık vermişler ve çalışmayı sürdürüyorlardı.

Defterdar yüksek denetmen Gazi Akçayır’a doğru bakarak, öbürlerine de işittirecek biçimde seslendi: “Ben de niyetliyim, ama fark etmez, arzu ederseniz çıkalım.”

Birlikte binadan çıktılar. Defterdar bey onu evine davet etti. Gazi düşündü ki, dinlenmek için kendisini evine davet eden Defterdarla gitse, ‘niyetli’ olduğuna göre aç kalacaktı. Onun ailesinin yanında, “oruç değilim. Ben Aleviyim; Ramazan orucu tutmam” diyemezdi ya!

Dün gece yarısı otobüste yolcular sahur yemeği yerlerken, o da çantasındaki birkaç kurumuş poğaçayı yemiş ve onunla duruyordu. Defterdarın evinde yemek yiyemeyeceğine göre, gidip orada aç açına oturmak istemedi. Meydandan sağa dönünce, uzaktan bakıldığında tüm çatıların saçtan olması dolayısıyla rahatlıkla “teneke şehir” adı verilebilecek olan Bingöl ilinin ikinci büyük caddesine sapılıyordu. Sokağı hiç konuşmadan yürüyerek ortalamışlardı. Akçayır birden bir şey hatırlamışçasına durdu ve “Adil bey,” dedi, “beni mazur görünüz, ama eve gitmeyelim. Şu caddede bir tanıdık var, Bingöl’e geldiğimde mutlaka uğrarım diye söz vermiştim. Siz gidiniz. Yenge hanıma da saygılarımı söyleyiniz, zamanım olursa mutlaka iftara gelirim.”

Böylelikle bir bakıma akşam yemeğini de güvenceye almış oluyordu. Defterdar Adil bey de Gazi’nin yaşlarındaydı. Ama, onun zayıflığına karşı, epey topluca sayılırdı. Kırçıl ve uçları az kırpılmış bıyıklarının altından hafifçe güldü. “Siz bilirsiniz” diyerek, onu yalnız bıraktı. İkisi de ters yönde yürüdüler.

Yüksek mali denetmen Gazi Akçayır caddeyi iyi tanıyordu.Yürüdü dükkanlara bakaraktan. Sağda, yürüdüğü yanda her beş altı dükkanda bir olmak üzere üç lokanta vardı. Karşıda ise büyük bir fırın olduğunu iyi biliyordu. Bir yandan neden Defterdarın öyle anlamlı güldüğünü düşünürken, lokantalardan ilkinin önüne gelmişti bile. Ama kapalıydı ve cama yapışık bir kağıt üzerinde: “Lokantamız sadece sahur vakti ve iftarda açık bulunmaktadır!” yazılıydı. Hızlı hızlı ikincisinin önüne vardı. Burası kentin en lüks lokantası ve içkiliydi. Yıllar önceki malmüdürlüğü döneminden anımsıyordu. Adı bile yazılı değildi. Birkaç arkadaşıyla çakırkeyif buraya girmişler, tanıdıkları sahibiyle birlikte içmeyi sürdürmüşlerdi. Bir yandan da lokantaya isim arıyorlardı. Kendisi “Burası en kral lokanta” deyince, bu ad benimsenmişti. İşte hala “En Kral Lokanta” levhası duruyordu; yer yer çürümüş ve harfler bozulmuştu o kadar.

Gazi lokantanın önünü ölgün ölgün terk ederken, “isim babası olduğumuz lokanta da kapalı. Üstelik Ramazan dolayısıyla hep kapalıymış, sahurda ve iftarda da açık değil. Vay bee! On yıl öncesinden daha Müslüman şimdi buralar” diye mırıldanmaktan kendini alamadı.

Siyah deri çantası elinde ağır ağır yürüyordu. Uzun boyu, özellikle takım elbise ve kravatlı oluşuyla çok rahat dikkat çekiyordu. Ama asıl, lokantaların önünde durmasını izliyordu sokaktaki halk öfkeli gözlerle. Midesinin acı buruntusundan başka bir şey duymayan bu yabancının yanından geçenler; “Zındık, Kızılbaş, Komünist!” diye laf atmaya bile başlamışlardı. Üçüncü lokantanın vitrinindeki yazıyı okuduğu sırada açıkça duymuştu, kendisine söylüyorlardı bu lafları.

Hızlıca yürüyüp karşıya geçti yüksek denetçi Gazi Akçayır. Fırından ekmek alacaktı. Belki bu arada açık bir bakkal bulur, biraz zeytin- peynir de alabilirse, yan sokaktan görünen bahçelerden birinin duvarı dibine çömelip karnını doyurabilirdi. Ama hayır, ne ekmek, ne açık bakkal bulabildi ve ne de bahçe duvarına ulaşmak için bir neden. Çünkü fırın kapalıydı ve kapısında da akşam saat beşten sonra ekmek çıkarmaya başlanacağı yazılıydı.

Midesinde gastrit olduğu için müthiş sancılar yine başlamıştı. Adil Bey’in davetine gidip, oruçlu olmadığını söylemediğine bin pişmandı şimdi. İlerdeki şehir parkına girip bir kanepeye oturmak isteğiyle yürüyordu. Yemekten umut kesmiş, öğle paydosunu oturarak ve sancılar içinde geçirmekten başka çaresi kalmamıştı. Birden: “Gazi müfettişim boşuna yiyecek aramayın; Ramazan boyunca her yer kapalı. İyi ki sizi izledim. Farkında bile değildiniz; bir grup çember sakallı peşinize takılmıştı, dağıttım onları” diye arkasında fısıltıyla konuşan Defterdarı duydu.

“Aman Adil Bey dedi, hemen bir lokmacık bir şey yemeliyim. Yoksa midemin sancısından öleceğim. Yoksa öğleden sonra hiç çalışamam.”

Defterdar: “Zaten ben anlamıştım oruçlu olmadığınızı; ben de değilim. Dairedekilerin çoğu da tutmuyor ve herkes birbirini kandırıyor. Ev birkaç adım ötede. Ben hanıma zaten haber göndermiştim, müfettişimle geliyoruz diye” diye açıklama yaparken eve ulaştılar.

Defterdar Adil, sancıdan konuşacak gücü bulamayan yüksek denetçi Gazi Akçayır’ı adeta sürükleyerek içeriye soktu. “ Hanım!, diye bağırdı, çabuk önce bir bardak ballı süt hazırla!...”

Gazi Akçayır kalabalık bakanlık koridorunda, bütün bunları bir daha zihnen yaşarken, sanki arkadaşına anlatıyormuş gibi seslendirip dışavurdu. Ve yine her seferinde anlatırken olayı bağladığı tümceleri yineledi: “Yahu Ali Gök, dostum. Adil bey canımı kurtardı. Malatyalıydı. Aynı yıl bir gün Ankara’ya gelmişti, karşılaştık. Evime götürüp konuk ettim. Duvardaki sazı görünce hemen aldı. Güzel de saz çalıyordu. O zaman Alevi olduğunu söyledi.”

Tam sözünü bitirdiğinde liste okunmaya başlamıştı.

Eskişehir Yolunda

Ankara-Eskişehir treni ikinci mevki kompartımanlarından birinde yalnızdılar Muşlu Ali Gök ile İstanbullu Cavit Güler. Göreve birlikte gidiyorlardı. Gazi olmazsa, Cavit Güler’i isterim dememiş miydi? İşte birlikteydiler. Ama daha trendeyken onu usandırdı. O sakin, az konuşur görünüşü altında meğerse ne geveze biriymiş. Evet, çok biliyordu, genel kültürü geniş mi geniş, geveze bir aydındı. Bildikleri anlattıkları, tomar tomar ayrıntılardı. Adam sanki gazete kupürü arşivi; gazete haberleri ya da bazı makaleler kesilip kesilip kafasına sıralanmış. Ve oradan çekerek tarihleriyle söylüyor tek tek. Gündelik pratik bilgiler de öyle. Örneğin: “Sucuk soymanın en kolay yolu, az açılmış musluğun altında birkaç saniye tutmaktır,” diyordu. “Zar ıslandı mı, soyar çıkartırsın tulum gibi.” İşte bunu bilmiyordu Ali Gök ayıp değil ya! Oysa en çok sevdiği yiyecekti; Kayseri sucuğuna bitiyordu, ama bıçakla ince zarı soymak hep sorundu onun için. Son zamanlarda keskin bir bıçakla sucuğu ince dilimlere ayırdıktan sonra halka halka çekip çıkarıyordu. Bunu can kulağıyla dinledi ve hatta iki kez yineletti unutmasın diye. Ama yumurtanın pişmiş mi yoksa çiğ mi olduğunu anlamak için yanlamasına kendi çevresinde döndürmek gerektiğini duymuş ve denemişti; pişmemiş yumurta dönmüyordu.

Aralık vermeden konuşuyordu Cavit Güler. Çok önemli bir olay anlatıyormuşçasına, ince yüzü geriliyor bir heyecanlanıyordu ki. Üstelik eliyle ayağıyla konuşuyor, vücudunun her parçası konuşmaya katılıyor ve bir şeyler söylüyordu. Ama tüm söylediklerini toplasanız bir fındık kabuğu doldurmazdı gerçek değer bakımından. Şöyle yan yana getirip karşılaştırdığınızda, iriyarı olan Ali Gök’ten hem kısa, hem de neredeyse yarısı kadar ince Cavit Güler. Yüzü ve ellerinin beyazlığı da tam çelişki! Ali Gök, her parçasıyla sanki onun iki katı. Gel gelelim kafasındaki ayrıntılı pratik bilgiler bakımından, Ali Gök onun onda biri bile olamaz. Divan edebiyatının en uzun kasidelerinden tutunuz da, en köşede kalmış fizik yasalarının hepsi belleğinde. Anında bulup çıkartıyor bir yerlerden. Adam ayaklı ansiklopedi, bir bilgi yığınağı.

Politika mı? Ülkenin siyasi durumu mu? Onu hiç ilgilendirmiyor. İdeolojik görüşler; ülke halkları için en yararlı siyasi düzen ne olmalıdır? Sosyal demokrasi, sosyalizm ve komünizm nedir ? Ne tür yönetim ülkemiz yararınadır? Bu konularda Cavit Güler’in tek görüşü yoktur.

“ Ben politikadan anlamam, diyordu. Ben memurum ve devletin hizmetindeyim. Hangi hükümet gelirse ona hizmet vermek kutsal görevimdir; benim için devlet ve hükümet aynı şeydir! Ve öyle algılanmalıdır. Politika benim için sadece oy kullanmaktır. Bu işi de seçim zamanlarında gizli oy atma bölümlerine girdiğimde, gözlerim kapalı yaparım. Hangi oy pusulasını attığımı bile bilmem ben.”

Artık Ali Gök, meslektaşı Cavit Güler’i susturmanın yolunu keşfetmişti. Canını sıkan, bıktırıcı bir konuşmaya girdimi bir politik ağız yapıyor; karşısındakini bastırır bir tonla siyasi bir konuya giriyordu. O zaman Cavit hemen susuyor ve pencereden dışarıyı gözlemeye koyuluyordu. Amacına ulaşan Ali Gök ise, biri iki cümleden sonra kesiyordu. Ancak aradan bir on dakika geçince öbürü yine bir konuya girmeden kendini alamıyordu.

Eskişehir’e yaklaştıklarında Ali Gök’ün kalın ve yıllardır bıçak vurulmamış bıyıklarına taktı. Önce bıyıklarıyla ünlü kişilerden söz etmeye başladı. Örneğin, Bismark’tan Stalin’inkine kaydı. Salvador Dali’nin sipsivri yukarıya doğru bükülmüş bıyıklarından, Konfuçyüs sarkık Çinli bıyıklarına geçti. İspanyol ve Fransız bıyıklarının özelliklerinin tek tek anlattıktan sonra Alevilerin bıyığında takıldı kaldı.

Meslektaşı Ali Gök’ün Muşlu olduğunu bildiğinden, Alevi mi değil mi onu öğrenmek istedi. Ali Gök yemek yemekle meşgul olduğundan, evet anlamında kafasını sallamakla yetindi. Bu kez Alevilerin bıyık kesmemeleri üzerinde kuramlar üretmeğe başladı, anlattı durdu. Arkadaşı yemeğini bitirmişti, sonra çantasından küçük bir bira çıkarıp içti. Arkasından mendiliyle ağzını, özellikle bıyıklarını bir iyice sildi. Bir küçük tarakla tarayıp düzeltmeye başladı. Ali Gök bunları yaparken, hayret Cavit hiç konuşmadan kendisini izliyordu. Sigarasını çıkarınca, hemen çakmağına davranıp ateşini bile yaktı.

Sonra birden: “ Sen dedi, yalan söylüyorsun, sen Alevi değilsin! Alevilerin bıyıklarını kesmemelerinin asıl nedeni, içtikleri sıvı maddeleri süzmek için. Onlar suyu, rakıyı şarabı, birayı sütü ayranı süzerek içerler. Bıyık kıllarının ıslatıp süzdüğü sıvılar özel bir tatla ağızlarına geçer. Alevilerde bıyık tadı kutsaldır, sıvıları süzerken bu tadı alırlar. Halbuki sen, dikkat ettim ne bıyık kıllarıyla süzdün birayı, ne de emerek temizledin bıyıklarını. Sildin kuruttun bizler gibi”

Ali Gök onun bu saçma sözlerine boynunu bükerek, bir iki kez “cık cık!” yapıp geçiştirdi. Ama o, susmamış ha bire konuşuyordu. Arkadaşının Alevi olamayacağını yineleyip, başka nedenler sıralamaya başlamıştı. Örneğin Alevilerin geceleri toplantı yaptıklarını; o toplantılarda olup bitenlerin burada anlatılamayacak kadar ayıp şeyler olduğunu söylüyordu. Bu yüzden onun Alevi olamayacağını söyleyerek onu savunmaya durmuştu sanki.

Artık giderek çekilmez oluyordu. Yine de aldırmadı ve kızgınlığını gırgıra, şakaya dökmeyi denedi. Çantasından ikinci birayı çıkarıp, açtı kapağını yarıya kadar içti. Sonra sakin ve kibarca söylendi:

“Cavit bey, ben seni akıllı-uslu ve mantıklı biri sanırdım. Akıl yürütebilen, olayları aklına vurarak çözmesini, yorumlamasını bilerek konuşan kültürlü bir kişi bilirdim. Sen boş bilgiler küpünden, aktarmacı ve duyduğuna inanan bir kimseden başka bir şey değilmişsin, yazık! Bak öyleyse, ne yaparmış Alevi olanlar? Bıyıklarını süzgeç gibi mi kullanırmış? Böyle mi?”

Yüksek mali denetmen Ali Gök, yanlara doğru düzgünce taranıp yatırılmış bıyıklarına parmaklarını geçirerek aşağı doğru çekti ve dudaklarını kapattı. Sonra şişeyi ağzına dayayıp, bıyık kıllarının arasından süzerek şapırdata şapırdata birasını içti. İçinden de “inşallah içeri kimse gelmez, diye geçiriyordu. Yoksa eğlencemiz bozulacak!”

Gerçekte Cavit Güler’in eğlendiği filan yoktu, ciddiydi. İnce yüzüne hiç yakışmayan kalın dudaklı ağzını açmış, gözlüklerinin altından şaşkın şaşkın bakıyordu. Görev arkadaşı Ali Gök kafasındaki, yani duyup işittikleri bıyıklı Aleviler gibi birayı süzüyordu. Üstelik ağzına doluşan bıyığını bir güzel emdi, diliyle yaladı. Ondan sonra mendiliyle silip kuruladı. Niye sanki daha önce de böyle yapmamıştı, tıpkı düşündüğü gibi? İşi bitince dönüp gayet sakin bir biçimde dalgasını geçti:

“Eee sayın meslektaşım Cavit bey, dedi. Yarın göreve başlamadan önce hakkımda epeyce şeyler öğrenmiş oluyorsun böylelikle. Umarım şimdi inanmışsındır Alevi olduğuma. Aynı zamanda Kürdüm. Yine duymuş olacaksın, bizim kuyruğumuz da vardır. Sonra geceleri az önce söylediğin gibi bir araya toplanıp, ışıkları da söndürünce keyfimize diyecek olmaz. Bu gece eğer aynı yerde kalacaksak, kendine dikkat etmelisin. Biz geceleri bir arada olduğumuzda hiç engel tanımayız ha!”

Son cümleleri söylerken, bir yandan da kahkaha atıyordu. Daha da bolarttı şakasını kompartımana kimseler gelmeyince, “kim bilir” dedi, “belki sen benim Kürt oluşuma da inanmayacaksın. Alevi olmayı bana yakıştıramadığın gibi, Kürtlüğü de yakıştıramazsın. Ama istersen hemen soyunup, kocaman kuyruğumu bir göstereyim. Ne dersin arkadaşım?” Bunun arkasından yine bir kahkaha.

Cavit’in güldüğü mü var? Tam tersine ciddi ciddi kuyruk konusunu düşünüyordu. Tam o sırada bilet kontrol memuru ile bir yolcu içeri girdiler. Kalın gözlükleri ardından Ali Gök’e ciddi bakışlar fırlatan Cavit Güler: “Yok dedi Ali bey, şimdi burada olmaz. Onun da zamanı gelir..!”

Ali Gök, bu ciddi duruma ve arkadaşının inanmış tavrına fena halde kızdı. Kendini toparlayarak, sakince biletini memura uzattı.

Yolcunun yanında Cavit Güler tümüyle değişti. Açtı çantasını ve bazı kağıtlar çıkartarak meslektaşıyla yarınki program, ilk yapacakları denetlemeler ve nasıl bir yol izleyeceklerini tartışmaya başladılar. Böylece artık Ali Gök, beş- altı saatten beri yapılan saçma sapan konuşma ve tartışmalarla yaratılmış olan üzücü ortamı unutmuştu. Doğrusu şimdiye kadar yapmış olmaları lazım gelen plan ve programlarını, hemen bir saat içinde konuşup tamamlayarak yazıya geçirdiler.

Otel Odasından Taşan Haykırışlar

Saat altı sularında trenden indiler. Eskişehir’in görkemli garına fazla uzak olmayan, ikinci sınıf bir otelde iki yataklı bir oda ayırdılar kendilerine. Ali Gök’ün hayretini çeken bir nokta olmuştu bu arada, ama fazla üstünde durmadıydı. Danışmadaki görevli tek kişilik odaların dolu bulunduğunu söylediğinde; Cavit Güler’e başka bir otele bakalım diye göz edip, bununla da yetinmeden kulağına fısıldayarak, dışarı çıkmalarını istediği halde, anlamamazlıktan gelip iki yataklı odada kalabileceklerini söylemiş. Hemen otel hizmetlisinin gösterdiği odalarına çıkmışlardı.

Akşam yemeğini otelin sokağında bulunan bir lokantada yediler. Lokantanın kapısı ve duvarlarında üç hafta sonra başlayacak olan Ramazan orucuna ilişkin uyarılar vardı; Ramazan süresince içki verilmeyeceği ve bu nedenle müşterilerin talepte bulunmamaları rica ediliyordu. Lokantanın müşterileri ise, Ramazan içki yasağı sırasında yoksun kalacakları alkolü toptan almak istermişçesine tıka basa doluşmuş, şişe tüketmek yarışındaydılar. Ali Gök memnundu, Cavit’ten artık saçma gevezelikler duymuyordu. Hatta gülünç fıkralar anlatarak masayı bile şenlendiriyordu. Tutarlılığa dönüşü kutlamak istercesine, Ali Gök masaya bir küçük rakı bile ısmarlamış ve onu devirince bir iyi çakırkeyif olmuşlardı. Tatsız yolculuğu unutmuş olan Ali Gök, çok neşeli görünen meslektaşından artık hoşlanmaya başlamıştı.

Lokantadan dokuza doğru çıkıp, otele geldiler. Ortalık henüz kararmamıştı daha. Ali Gök, ortak odalarına girer girmez hemen ceketini ve gömleğini çıkarttı. Üst yanı çıplak olarak banyo odasına girip, yüzünü soğuk su çarparak serinlendi çıktı. Evinde her zaman yaptığı gibi, öylece yatağın üzerine uzandı. Sonra çantasından birkaç dergi ile bazı günlük gazeteler çıkarıp okumaya başladı. Gazeteleri çıkarırken, yatağına yan üstü kıvrılmış kendisini seyreden arkadaşının, istiyorsa duş alıp yatabileceğini söyledi. Hatta kusura bakmamasını, akşamları gazeteleri gözden geçirmeden uyuyamama gibi bir alışkanlığı olduğundan, bir süre yatak lambasının açık kalacağını da ekledi.

Cavit Güler hiç karşılık vermeden çantasını alıp, banyo odasına girdi. Aradan beş dakika bile geçmeden pijamalarını da üzerine geçirmiş olarak çıktı. Yine eski gizemli halini aldı yatağının üzerine yarı uzanıp. Görev arkadaşını gözlemeye başladı. Sanki gözleri meslektaşının atletik yapılı, kıllı vücudu üzerinde dolaşıyor ve her noktasına bakışları saniyelerce saplanıp kalıyordu. Hayret hiç konuşmuyordu da. Bakışlarından müthiş bir merak içinde bir bekleyiş seziliyordu.

Cumhuriyet gazetesini bitirmiş Yeni Ortam’a geçmiş olan Ali Gök, oda arkadaşının ısrarlı bakış ve bekleyişinin farkına vardı. Hafifçe gülerek, “daha yatağına girip uyumadın mı sen? Yarın erken kalkacağız ona göre. Ben hangi saatte yatarsak yatayım, saat yedide ayakta olurum” dedi.

Cavit anlamsız denecek bakışlarla, ama meraklı bir biçimde, “sizin soyunmanızı bekliyorum” karşılığını verdi.

Ali Gök, onun uyumayışını ışıktan rahatsız oluşuna bağlamıştı. “Peki öyleyse, dedi, bu gazeteyi okumaktan vazgeçtim. Kalkıp içeride duş alacağım. Işığı söndüreyim, sen uyu!. Ben de hemen uyuyacağım, yol yorgunluğunu üstümüzden atmalıyız!”

Cavit Güler onun doğrulup, ışığı söndürmesine fırsat vermeden ciddi ciddi “hayır dedi, ışıktan rahatsız olmam. Işıkta soyununuz daha iyi, daha rahat görürüm. Bana trende onu göstereceğinize söz vermiştiniz ya!” dedi ve bekledi. Ali Gök bir şey anlamadı, ne söz vermiş olabilirdi?

“Ne diyorsun sen Cavit bey? Neyi göstermeye söz vermiştim?” diye sordu ve sürdürdü: “Uygulamak istediğim kişisel programımı bile sana gösterdim. Hatta sende bulunmayan, birçok maddeleri değiştirilmiş yeni teftiş yönetmeliğini de gösterdim, okudun!”

“Hayır, hayır onlar değil,” diye söylendi Cavit bey. “Trende söz vermiştiniz ya! Ne olur merak ediyorum. Her yerde duyuyorum. Hatta birkaç müfettiş arkadaştan duydum, hamamda yıkanırlarken görmüşler. Onlar da senin gibi kıllıymış böyle. Haydi Ali bey gösteriniz lütfen bana. Vallahi kimseye söylemem. Merak ediyorum büyüklüğünü; eğer çok uzunsa bacak arasında, pantolonunun içinde nasıl saklayabiliyorsun?”

Ali Gök şaşırmış kalmış ve hala ne demek istediğini anlamamıştı. Adam adeta yalvarıyordu. Birden Cavit’in eşcinsel biri olabileceği aklından geçti. Ama kendisinin bu taraklarda bezi yoktu. Anlamaya karar verip, eşiştirmeyi sürdürdü: “Ne gösterme mi istiyorsun? Adını söyle, göstermezsem namussuzum!”

Cavit Güler doğrulup oturdu ve ciddileşerek konuşmaya başladı: “Ali bey rica ediyorum, anlamamış gibi davranma lütfen. Trende göstermek istiyordun; yanımıza bir yolcu gelip oturdu. Alevisin ve hiç bıçak değmemiş bir bıyığın var; birayı nasıl süzerek içtiğini bana gösterdin ve Aleviliğini ispatladın. Kürt olduğuna göre onu göstermelisin. Gören arkadaşlarım anlattı; köpekler gibi bacak arasına kıstırarak ya da bellerine bağlayarak gezerlermiş. Ben demiştim onlara, kuyruk insan evrimine aykırı, olamaz. Israr edip bana gülmüşlerdi. Oysa sen de trende bana, ‘hem Aleviyim hem de Kürdüm, istersen kuyruğumu sana göstereyim,’ dedin. Artık inandım. Çok merak ediyorum, eğer göstermezsen sabaha kadar uyuyamam. İlk kez bir Kürt ile aynı odada yatıyorum, bir daha bu fırsat elime geçmez, lütfen bana kuyruğunu göster! Haydi Ali bey, hiç tereddüt etme! Vallahi Kuran çarpsın ki kimseye söylemem.Hepsini göstermekten utanıyorsan ucunu göster!”

Ali Gök sakin kalmayı deneyerek, karşısındakini böyle konuşmanın şakasının bile ayıp ve çok yanlış olduğunu, bir iki bardak rakı içmekle böyle şeylerin konuşulmaması lazım geldiğini söylemek üzereydi. Son sözler ona her şeyi unutturdu. Bir çılgın gibi ayağa kalktı, hiçbir şey söylemeden, oda arkadaşının şaşkın bakışları arasında hızla pantolonunu sıyırdı. Önünü adamın yüzüne sürercesine yaklaştırarak dişlerinin arasından öfkeyle homurdandı: “Ulan hıyarağası, benim arkamda kuyruğum yoktur: Sana bir kuyruk mu lazım? Al öyleyse!” deyip arkasından okkalı bir küfür etti.

Bunun üzerine Cavit Güler, “imdaaat! Bana tecavüz ediyooor!” diye ünü çıktığı kadar bağırmağa başladı. Ali Gök’ün artık sinirleri boşalmıştı. Pantolonunu iğretice çekip, adamı tekme tokat sopalamaya başladı. Cavit Güler bağırdıkça o vuruyordu. Kendini yitirmiş neresi rastlarsa vuruyor vuruyordu. Gözlükleri kırılmış, ağzı burnu kan içinde yerde kıvranıyordu. Yediği tekmelerden her yanı gömgök olmuştu yüksek mali denetmen Cavit Güler’in.

Gürültünün yan odalardan duyulmasıyla, otel yöneticisine bildirilmiş ve telefonla çağrılmış iki polis son anda içeri girerek, yaka paça ikisini de istasyon karakoluna götürdüler.

Karakol başkomseri kimliklerini öğrenince; iki yüksek bakanlık denetçisinin böyle kafa-göz kıracak biçimde kavga etmelerinin önemli bir nedeni olması gerektiğini düşünmüş olacak ki, özellikle ifadelerini ayrı ayrı almayı akıl etti.

İstanbullu Cavit Güler, bir dişi kırılmış ve yüzü gözü şişmiş durumda ağlayarak aynı sözleri yineliyordu: “Aynı odada kaldığımız meslektaşım, bana tecavüz etmek istedi. Organını yüzüme yaklaştırıp, ‘arkana kuyruk takayım,’ diyerek bana tecavüze kalktı. Ben karşı koyup bağırdıkça da bana vurdu. Şikayetçiyim , doktor raporu almak istiyorum...”

Komiser Ali Gök’ü çağırdı daha sonra. Kimliğine bakıp, kafasını iki yana salladı hayıflandı: “Bak yahu,” dedi, “Muş’un Varto’dansın. Hemşehriyiz. Ben de Bingöl’ün Kiğı ilçesindenim. Belli ki Kürtsün, belki de benim gibi Alevisin. Neyse, n’olursan ol, madem bu boku yiyorsun; ne diye meslektaşına saldırıyorsun? Etraf ibne dolu!”

Olup bitenlerden çok üzülen Ali Gök, bu sözler üzerine daha da yerin dibine geçmişti utancından. Kaldırdı kafasını yaşlanmış gözlerini komisere dikerek “komiserim” dedi, “mademki Alevisin, anlatacaklarıma inanmalısın; kafamı kesseler ben yalan söylemem. Biliyorsun biz Alevilerde livata yoktur ve livata yapan yol düşkünü olur, yaşam boyu kaldırılmaz. Şahı Merdan Ali’nin zülfikarı boynuma dolansın, söyleyeceklerimde yalan varsa. Evet bu herifle -olmaz olsaydık- meslektaşız. Bakanlık müfettişleri bürosunda sessiz ve efendi bir arkadaş olarak tanınır. İki yüksek okul bitirmiş, İngilizce’yi da anadili gibi konuşur. Boş felsefe ve bilgi küpüdür, ama ülke gerçeklerinden habersizdir. Trende önce bıyıklarıma taktı; ‘bu bıyıklar Alevi bıyığı, siz şarabı rakıyı süzmek için bıyık bırakıyorsunuz!’ dedi. Arkasından Kürt olduğuna göre kuyruğun da vardır biçiminde sözler etti, aldırmadım.

Bu akşam adam, ısrarla soyunmamı ve kendisine kuyruğumu göstermemi istedi. Herif Kürdün kuyruğu olduğuna inanmış; ‘vallahi, Kuran çarpsın kimseye söylemem,’ diyor; yalvarıyor, ısrar ediyor. ‘Hepsini göstermekten utanıyorsan, ucunu göster yeter, İnan uyuyamam, meraktan çatlarım!’ diyordu. Siz olsanız ne yapardınız? Öfkeden çıldıracak gibi oldum. Küfrederek, sizden de ayıp çıkarıp önümü gösterdim, işte kuyruğum diye. Adam bu sefer: ‘imdat bana tecavüz ediyor!’ diye bağırmaya başlayınca kendimi yitirmiştim, neresi geldiyse vurdum. Ağzını burnunu kırmışım.”

Komiser yerinden kalktı ve hemşehrisinin alnından öptü. “Çok iyi yapmışsın hemşehrim, az bile böylelerine. Şu deyyusu çağırtıp, bir dayak da ben atayım aklı başına gelsin” dedi.

Ali Gök ona engel oldu: “Aman komserim, hemşehrim” dedi, “benim attığım dayak yeter ona. Bir doktor buldurup tedavi ettirelim. Dal budak salmasın, yarın teftişe başlayacağız.”

Komiser: “Tamam” dedi, “hatırın için okşamayacağım onu. Bir güzel korkutur ve gözdağı vererek şikayetini geri aldırırım. İkinizi de ayrı ayrı Eskişehir’in en iyi otellerinden birine yerleştireyim, ben adam gönderir eşyalarınızı aldırtırım. Herifi uslandırıp adam etmek sana kalmış.”

“Sağol hemşehrim” dedi Ali Gök, “iyi ki seninle karşılaştım. Yine Ali yerişti carımıza. Gerekirse sopaladığım için kendisinden özür de dilerim. Ama, onu ben yola başka türlü getirmesini de bilirim sen endişe etme. Sonra da kuzu kuzu teftişimizi yaparız!”

Komiser Cavit Güler’i çağırmadan önce, “haydi hemşehrim,” dedi, “yarın başlayacağın görevinde başarılar diliyorum. Eskişehir’de kaldığın sürece, isteklerin emirdir benim için, al şu kartımı. Telefon edip adres bildir yeter!..”

İki meslektaş, iki yüksek maliye denetçisi bir aydan fazla kaldılar Eskişehir’de. Cavit Güler öyle akıllandı ve değişti ki, Ali Gök’ü hep “abi” diye çağırıyordu artık. Çok iyi de dost oldular. Her fırsatta o düşüncesizce davranışlarından dolayı yüzlerce kez özür diledi İstanbullu Cavit Güler Muşlu Ali Gök’ten. O da yaptığına pişmandı; daha uygarca konuşup tartışmak varken kaba kuvvete başvurmuştu. Kendisi de özür diledi, haklarındaki bu düşüncelerin tohumunu ekmiş olanlara binlerce kez lanet ederek. Kentte kaldıkları sürece Bingöllü komiserin sayesinde çok rahat etti ve eğlenceli günler geçirdiler.

Avukat dostum Gazi Akçayır anlatmayı bitirince, biz de lanetler yağdırdık halklar ve inanç toplulukları arasına kötülük tohumları ekmiş olanlara. Ayrılırken “dikkat, yarın Ramazan başlıyor!” diye birbirimizi uyarmadan da edemedik...