İsmail Kaygusuz
Ağustos ayının son günleri. Uzunyayla’da pek alışık olmayan bir sıcak yaşanıyordu. Ne her zaman ki ılgıt ılgıt esen sabah yeli ve ne de akşamları sıkça patlayan poyrazdan bir eser yok. Şenkaya köylerinin tınazları harmanda bekliyor. Dövenle dövülmüş buğday, arpa, mercimek, burçak ve nohut çeçleri harmanlarda kalmıştı. Tam bir haftadan beri yel bekleniyordu. E. köyünün birazcık çukurda bulunması; Palandöken sıra dağlarını oluşturan yüksek tepelerden birkaçı arasında, kuytu mu kuytuya yerleşmiş olması yüzünden, çöp yerinden kıpırdamıyordu. Sadık Baba yine yaba elinde köylülerden çokları gibi, gün doğmadan harmanda buğday çeçinin başına dikilmişti. İlkokulu geçen yıl bitirmiş oğlu Ali de yanındaydı. Yabayı parmaklarıyla sıkarken, kafasını göğe çevirmiş yalvarıyordu içinden Sadık Baba. Sonra yüksek sesle bağırmaya başladı:
“Haydi Allah’ım! Haydi adı güzel Muhammed-Ali! Gönderin şu sabah yelini. Yoksa ayıramayacağız buğdayı samandan. Es seher yeli, eees! Ali, Ali, güzel Ali, gönder ki gele şu yeli!”
Köyde ona, kışın Dede geldiğinde hizmet görülürken, yani Görgü Cemlerinde sofra hizmeti yaptığından dolayı, Sadık Baba diye çağrılıyordu. Sadık Baba’nın onca yaptığı dua, yakarı boşa gitmişti bir haftadan beri. Arada bir yabayı daldırıp buğday tınazına, bir dolu havaya atıyordu denemek için, boşuna! Yel esmeyince hiç buğday saman birbirinden ayrılır mı? İkisi de aynı yere düşüyordu. Herkes Sadık Baba gibiydi. Bir yandan da kendi kendilerine kızıyorlardı koca köyde bir tınaz makinası yok diye. Bu eksikliklerini biliyor ve her zaman birkaç kişi bir araya geldiğinde, üzerinde konuşup kendilerini eleştiriyorlarsa da içlerinden biri öncülük edip almamıştı.
Her yıl bu it eziyetini çekiyorlardı. Sadık Baba, hele bu yıl geçsin, ekin biçilmeye başlamadan gidecek Şenkaya’ya; bir usta bulacak ve borç-harç bir küçük tınaz makinası yaptıracaktı, söz verdi içinden. Sonra dışa vurdu yüksek sesle, n’olursa olsun yaptıracaktı bir tane gelecek yıla. Küçük Ali gülerek, tınazın öte yanından seslendi:
“Hey gidi baba! Benim duyduğum üç yıldan beri bu kaçıncı söz vermen böyle kendi kendine? Kasabaya son gidişimizin üzerinden daha bir ay geçti mi? Yok geçmedi. Kasabanın girişinde bir harman vardı, bir makinacı tınaz savuruyordu. Beni de üstüne bindirmişti. Kocaman karnının içinde dönen kanatlar yel estirip, samanı öne savuruyor ve buğdaylar da sallanan eleklerinden elenip, elenip alttan çıkıyordu. Ne büyük kolaylık! Sekiz on yabacının gördüğü işi görüyormuş, öyle dediydi ya makinacı..”
Sadık Baba çok haklı konuşan oğlunun sözlerini kafasını sallayarak onayladı. Birden onu kesti:
“Ali,” dedi, “bak hele anan da peşini kuşağına takmış yel-yepelek geliyor. Ama gelişi pek hayır göstermiyor. Galiba çuvaldaki un bitti.”
Gerçekten de tahmini doğru çıkmıştı Sadık Baba’nın. Kadıncağız yanlarına yaklaşınca, “adamım Sadık Baba!” diye seslendi, “çuvalın dibinde sadece bir pişirimlik un kaldı. Yel esmez; harman savrulmaz, buğday samandan ayrılmaz. Ne yapacağız? Buğday çeçi de öğütülüp un yapılmaz ki!”
Sadık Baba’nın yanıtı uzun oldu:
“Bak hele kadınım ne diyeceğim sana? Ben bu buğday tınazımın başından ayrılamam. Yel mi geldi, fırtına mı geldi bekleyip savuracağım. Baksana köylülere, hepsi bizim gibi. Günlerdir tığların-tınazların dibinde yatıp kalkıyorlar. Sen oğlanı eve götür ve bir beyaz çanta ver eline, C. köyündeki değirmene gönder. Değirmenci Sülük Mustafa karayezit değildir, iyidir, merhametli adamdır. Üstelik ahbabımdır kendisi. Kaç kez konuğumuz olmuştur, bilirsin. Zaten köycek herifin müşterisiyiz ya! Oğlum selamımı söylersin olmaz mı? İki kıratlık, yani şöyle sekiz on pişirimlik un doldursun çantana, bir koşu al gel. Ödünç istediğimi söylersin. Bir hafta on güne kadar elbet harmanı savururuz. Ekini yıkar kurutur, öğütülmeye götürdüğümde veririm iki kırat ununu. Hem de başlı başlı, öyle söylersin. İsterse kendisi silme versin. Hele şu yel üç-beş gün daha esmesin; Hızır canıma karim olsun, Şenkaya’dan tınaz makinesi kiralayıp getireceğim. Hem benim hem de köylülerimin tümünün harmanlarını savuracağım. Ne bu yahu it irezilliği? Haydi fırla Ali! Sen de ne yüzüme bakıp duruyorsun kadınım?”
***
Çayın kıyısındaki kavak ve söğüt ağaçlarının arasında, adeta kaybolmuş bulunan değirmendeki değirmenci Sülük Mustafa yalnız değildi. C. köyünün imamı ve değişik köylerden müşteriler vardı. İki göz değirmenin taşlarının dönerken çıkardığı ve taşların alttan kanatlarını döndüren basınçlı suyun fışkırmasından ortaya çıkan büyük ve değişmez gürültüden dolayı bağıra bağıra konuşuyorlardı. Ne mi konuşuyorlardı? Bir köy imamının, bir hocanın bulunduğu yerdeki bir sohbet toplantısında, hangi çevrede olursa olsun iki konu vardır; namaz-oruç-ötedünya ve Aleviler! Şeriat yükümlülükleri sohbetin ilk konusuysa, hemen arkasından değişmez çağrışımlarla mutlaka Kızılbaşlara, yani Alevilere geçiş yapılır. Bağ-bahçe ve tarla çalışmaları günlük işler üçüncü ve dördüncü sıradadır; o da eğer gelirse.
Namazdan oruçtan söz dolanıp Kızılbaşlara geldi mi, sohbet olmaktan çıkar; bir suçlama, bir kara çalma ve bir küfürdür başlar. İşin kötüsü yanlarında, yüzlerine karşı konuşup tartışmazlar. Dahası inanç konusuna hiç girmezler. Hatta bazen Alevi komşularından biri, ya gelişigüzel ya da bilinçli olarak, yani sırf konuşulsun ve tartışılsın diye Dede’lerinin köye geldiğini söyler. Ancak karşısındakiler birbirlerinin yüzüne anlamlı anlamlı bakmakla yetinir, ne tek söz eder ve ne de bir istek belirtirler. “Kimdir Dede’niz? Ne yapar ne eder, nasıl tapınırsınız? Geleneğiniz, göreneğiniz ve inancınız hakkında biraz konuşmaz mısınız?” gibisinden kesinlikle bir şey sormazlar.
Ancak Alevi komşuları oradan ayrılır ayrılmaz, artık onlar için uzun bir dedikodu konusu çıkmıştır. Dede sözcüğü geçti ya, Dede’nin ziyareti söz konusu ya! Artık değme keyfine Sünni komşuların; hayal güçlerinin genişliği ve düşmanca niyetlerinin azlığı ve çokluğu oranında olaylar yaratılır. Konuşmasına ve açıklamalarına fırsat verilmemiş Alevi komşu onlara neler neler anlatmıştır! Onun ağzından ne öyküler ve ne ahlaksızlıklar, erdemsizlikler üretilir:
“Alevinin birinin ağzından duydum,” diye başlarlar. “Evine Dede gelmiş. Bu sizin bizim bildiğimiz yaşlı sakallı dedelerden değil -haaşa benzetilemez ya- onların şeyhleri, hocaları bu. Genç, güçlü kuvvetli ve iriyarıca biriymiş. Eve girer girmez bütün evin külfeti, ayaklarına kapanıp ona secde etmişler. Onlar buna niyaz etmek diyorlar. Sonra altına yedi kat döşek sermiş oturtmuşlar. Zaten ne zaman gelse evde neleri var neleri yok, ayaklarının dibine seriyorlarmış talipleri. O da: ‘Bu Şah-i Merdan Ali’nin, bu Haci Bektaş Veli’nin, bu benim, bu da kara talibimin’ diye dört paya ayırarak üç pay kendisi almış, birini de ev sahibine vermiş.”
“Bunlar bir şey değil, asıl bundan sonrasını dinleyin siz! Alevilerde ‘eline, beline ve diline’ diye bir şey vardır. Bu söylendi mi akan sular durur. Adam kendi ağzıyla anlattı yahu, nasıl inanmamazlık edelim? İki güzel gelini iki de gelinlik kızı varmış. Bu paylaşımdan sonra Dede: ‘Talip demiş adama; bir bacı Şahı Merdan aşkına elime, bir bacı Hacı Bektaş aşkına dilime, gelinbacı da pir ecdadımız aşkına belime hizmet etsinler. Onca yol teptik yorulduk, dağda belde yattık kirlendik bitlendik. Haydi şimdi hepiniz işinize gücünüze bakın..’ İki çiğdem çiçeği kızıyla, sülün gibi gelinini koymuş Dede’nin yanına çıkmışlar dışarı. Üç gün üç gece o evde, üç genç kadın Dede’ye hizmet etmişler. Nasıl mı etmişler? Anlayın artık. Elleriyle ellemiş okşamış, sıkmış bükmüş; ağzıyla öpmüş ısırmış; beliyle de bellemiş, sürmüş tarlayı kabartmış. İşte böyle Kızılbaşlar, sığır sıpa gibi; Dede ne derse, ne isterse yerine getirirler. Ama anlatan böyle demiyor ki; güya bir talibin kendisi, karısı, oğlu-kızı gelinleri Dede’nin öz çocuklarından da ileri evladı sayılırmış. Sen benim başımdaki sarığıma anlat dedim içimden. Sen gencecik kızlarını, gelinini, boyundan adam asılır bir delikanlı erkeğin yanına koy da, sana boynuz taktırmasın. Gidinin Kızılbaşı! Yok canım bunlar hem dinsiz imansız kafir, hem de komünist hepsi. Alayının katli vacip; öldüren cennete gider, iyilik eden güldüren ise cehenneme...”
Değirmende konuşulan aynen bunlardı eksiğiyle fazlasıyla. İçlerinde Sadık Baba’nın köyünden bir müşteri vardı. Unu öğütülüp işi bittikten sonra adam çıktı gittiydi. O yanlarındayken çiften çubuktan, tarladan bahçeden ve sudan sulamadan söz edenler, o değirmenin kapısının eşiğinden adımını dışarı atar atmaz, Kızılbaşlar için veryansın etmeye başlamışlardı. Hele adam oradayken tek söze karışmamış ve iki de bir sadece “Allah’a birsin çok şükür! Ya Muhammed Mustafa Sallullahi Alehisselamı vesselam!” diyerek sakalını sıvazlayan C. köyünün imamının şimdi dili açılmıştı. Kimseye söz bırakmadan, Kızılbaşlar hakkında konuşan oydu. Oydu yukarıdakileri anlatan. Güya bir yolculuğu sırasında rastladığı Alevinin biri anlatmışmış bütün bunları kendisine. Değirmenci Sülük Mustafa dayanamayıp kesti sözünü sonunda:
“Yahu İmam Efendi! Benim pek çok Alevi müşterilerim var. Çok ekmeklerini yiyip sularını içtim. Çok çok iyi insanlar, bir bilseniz ne de konukseverler. Böylesini ne gördüm ne de işittim ve inanmam da” diyerek onları savunmaya geçti. Ancak Köy imamı “Senin müşterilerin onlar. Böyle şeyler anlatmış olsalar, bir daha hiç unlarını öğütür müsün? Akılsızlar mı ki yakın komşularına, üstelik değirmencilerine bunları anlatsınlar. Bana bu söylediklerimi anlatan, bilmem nereli yaban Alevisiydi. Böyle dinsiz imansızları savunup da günaha girme. Sen dini bütün bir Müslümansın” deyince, boynunu bükerek sustu. Oysa İmam susmuyor; su şırıltısı ve taşların gürültüsünü bastıracak biçimde bağırıp duruyordu:
“Kızılbaşları savunacağına, fırsat bulur bulmaz bin dallarına; Öldür yok et ki cennetlik olasın. Kafir oğlu kafirler gavurdan da kötüler; ne kiliseleri ve ne de camileri var. Namaz kılmaz oruç tutmaz, haç çıkarmazlar. Komünist hepsi! Geceleri toplanıp birbirlerine girerler karanlıkta. Hiç düşündün mü neden gündüz değil de gece toplanıyorlar? Çünkü tuttuklarını beceriyorlar ana bacı demeden. Gündüz olsa tanır, yapamazlar!”
Bazıları başlarını sallayarak İmamın konuşmalarını onaylarken, bu yalanları havsalası hiç almayan değirmenci, tetkik etmek bahanesiyle son hızla dönmekte olan değirmen taşlarından birinin başına gitti. Bakmakta olduğu değirmen taşı, iki büyük kanatlı dış kapının tam karşısında bulunuyordu. Kafasını kaldırdığında, E. köyünden ahbabı Sadık Baba’nın oğlu küçük Ali’nin torba elinde koşarak geldiğini gördü. Tam o sırada değirmen binasının ahırındaki, müşterilerden birine ait olan erkek eşek anırmaya başlamış ve İmamın bağırtılı konuşması da işitilmez olmuştu.
Ve İmam susmak zorunda kaldı. Ali, değirmenci Sülük Mustafa’nın yanına gelir gelmez babasının selamını ileterek, isteğini söyledi. O da, “can baş üstüne, Sadık Baba’nın dileği” deyip, torbayı oğlanın elinden alarak un doldurmaya gitti. Ali dış kapının yanağacına yaslanıp, beklemeye başlamıştı. İçeriden taze un kokusuyla, eşek, at gübresi küf ve nem kokuları biri birine karışmış dışarı taşıyordu.
Küçük Ali burunları sızlatan bu acayip kekremsi kokuyu hiç mi hiç sevmiyordu. Onun için içeri girmedi ve kafasını dışarıya çevirmiş kalın dut ağaçlarının dalları üzerinde hoplayıp zıplamakta olan küçük sincapları seyretmeye başladı. Değirmencinin bu davranışlarını İmam ta baştan görmüş, onu izliyordu. Yanlarından geçtiğinde durdurdu:
“Ben dedi, seni dini bütün bir Müslüman sanıyordum. Nasıl sen E.nin Kızılbaşlarına un verirsin? Ben bir daha senin değirmeninde un-mun öğüttürmem ve gördüğüm Müslümanın da kulağını çekerim! Sabahtan beri camideymiş gibi bedava vaaz verdim, değirmenini şenlendirdim. Ununa buğdayına bereket saldım. Ama onca konuşmalarımdan hiç bir şey kapmamışsın sen. Ermeni olsa ver; Hıristiyan milletine, Yahudi milletine yardım et boşa gitmez. Çünkü onlar kitap ehlidir, dinleri kitapları vardır. Ya Kızılbaş rafıziler? Onlar ne kitap ne de din-iman sahibidirler. Ne de ar-namus bilirler. Az önce anlattım ne boklar yediklerini. Şu Kızılbaş piçine bir avuç un verirsen, değirmenindeki bütün buğdayı ve unu haram edersin. Bırak açlarından ölsünler; birkaç Kızılbaş eksik olsun!”
Değirmenci Sülük Mustafa kızmıştı kızmasına, ama imamdan da çekiniyordu. Bunca karalamayı, bunca lakırdıyı bir ayaküstüne söyleyen herif kendisi için ne dedikodular yapmazdı ki? Öz köylülerinin bile ayağını keser mi keserdi değirmeninden. Ama Sadık Baba’nın da hatırını kırmak istemiyordu, kıramazdı. Onun köyü de toptan müşterisiydi ve kendi köyünden daha büyük, daha kalabalık bir köydü. Şaşırdı ne yapacağını. Kapıda oğlan, konuşulanlardan habersiz bekliyordu.
İmam, Değirmenci’nin tereddüdünü görünce, kurnazca bir gülümsedi ve arkasından, “sana bir yol bulayım da kurtulasın bu müşkülden adamım,” dedi. “Bu Kızılbaşların büyüğü küçüğü on iki imamı çok severler. Severler değil, onlara taparlar. Şakaya getirir, ‘ulan! dersin,on iki İmama ana avrat çek, bir küfret; bir değil iki torba un vereceğim sana. Etmezsen zırnık vermem.’ Kızılbaş çocuğu dünyada küfretmez on iki imama, defolur gider. Sen de böylece kurtulmuş olursun. Babası soracak olursa, ‘biz şaka yaptık. Ama oğlan ciddi anladı, çekti gitti. Üstelik bize de küfretti’ dersin olur biter!”
Değirmenci Sülük Mustafa henüz bir karşılık vermeden, İmam efendi yüksek sesle Ali’ye seslendi: “Bana bak çocuk! dedi, Değirmenci dayı diyor ki; eğer Sadık Baba ahbabımın oğlu Ali, on iki imama küfür ederse, bir değil iki torba un vereceğim kendisine.”
Kafası hala az önce dalların üzerinde koşuşan iki sincapla meşgul olan Ali, ne demek istediklerini pek kavrayamadı. Zihnini de yormadı. Üstelik köyde de bazen köy korucusu, çıkarır cebinden bir parça pestil ya da bir avuç kuru üzüm, “haydi şu karşıdan geçen adama, yezit dedenin kemiğini s.yim diye bağır, bunu sana vereceğim” derdi. Ali adama doğru bağırarak, korucunun dediklerini tekrarlar, alırdı ödülünü. Adam kızarak yanlarına yaklaştığında, silahlı koruyucuyu görürdü. Kızgınlığı çekinceye dönüşmüş de olsa korucu, “çocuğun kusuruna bakma, ben onun cezasını veririm” diyerek gönlünü alır ve bazen da ya kulağını çeker ya da kıçına bir iki şaplak atıp kovalardı. Onu da bir türlü anlayamıyordu ya, sonunda ödül olduğundan itiraz etmezdi. Bir torba yerine iki torba un alacağını düşününce sevindi, biri karşılıksız olacaktı herhalde. Babası bir torba un istememiş miydi?
Ali, değirmenci Sülük Mustafa’ya doğru baktı. Diğerlerini zaten tanımıyordu. “Küfür ederken ana avrat mı çekeceğim on iki imama?” diye sordu. O da bir İmam’a, bir oğlana bakıp, kafasını salladı. Sonra “he!” diye mırıldandı heceleye heceleye; “on i ki i ma ma!” Küçük Ali iki gözünü kapattı. Ezbere şiir okuyan utangaç bir ilkokul öğrencisi davranışı içinde, ama bağıraraktan, Erzurum’un Şenkaya ilçesine bağlı on bir köyün imamının adlarını sayarak, analarına avratlarına küfretti.
On ikinci için az düşündü. “Bizim köyün imamı yoktur,” diye mırıldandı. Sonra yine bağıraraktan: “O zaman on ikincisi sizin köy. Sizin köyün imamının da anasını avradını ..keyim! Varsa kızlarını da! Haydi şimdi ver unumu. Siz de amma şakacıymışsınız, tıpkı bekçi dayım gibi” dedi.
Ali gözleri kapalı bağırarak küfrederken, İmam’ın dışında oradakilerin hepsi, kendilerini yerlere atmış, katıla katıla gülüyorlardı. Ancak İmam efendi şaşkınlık ve öfkeden ne yapacağını bilemeyip, renkten renge giriyordu. Değirmenci kahkahalar atarak, eline aldığı iki torbaya taze un doldurmak için, bir değirmenin taşının önüne geçtiğinde, İmam değirmeni terk etmiş kapıdan çıkıyordu. Ali yine yüksek sesle: “Bu kırpık sakallı da niye öyle küsmüş gidiyor? Kendisi ‘söv’ dedi ben de sövdüm. Mustafa dayı yoksa sizin köyün imamı o herif miydi?” diye sorunca yine kahkahalar patladı.
***
Sadık Baba Ali’den olayı öğrenir öğrenmez; iki torba unu şaşkın ve yorgun oğlanın sırtına atıp gerisin geri göndermişti. Ali yorgun argın ve ağlayarak eve döndüğünde babası ona; ettiği küfürlere oradakilerin hepsinin de layık olduğunu ve ağızlarının payını çok iyi verdiğini söyledi,övdü kendisini. Ama, asıl kabahati, oğluna On İki İmamları tanıtamadığı öğretemediği için, kendisinde buldu; sanki küfür gerçekten On İki İmam’a edilmişti.
Olayın ertesi günü Sadık Baba Şenkaya’ ya gidip, bir tınaz makinası kiralayıp getirdi. Birkaç hafta içerisinde kendisiyle birlikte bütün köylünün harmanlarını savurdu. Ama, hiç kimse Sülük Mustafa’nın değirmeninde kışlık unluklarını öğütmediler, iki saat uzaklıktaki başka bir değirmene taşındılar güz boyu. Değirmenci Sülük Mustafa Alevi müşterilerini yitirmişti, onu bağışlamadılar E. köyünde ertesi yıl, yine Sadık Baba’nın öncülüğünde herkes ortaya para koyarak, bir motorlu değirmen kurdular, rahatladılar. Ortaklaşa kullanıyorlar hala...