İsmail Kaygusuz
Bir cumartesi gününün öğle sonrasıydı. Saat birde dersler bitmiş ve öğrencilerin büyük çoğunluğu binayı terk etmişlerdi. Ama, kümeleşmiş bir köşede tartışan ya da hocasıyla randevusuna zamanında yetişmek için merdivenleri ikişer ikişer atlayarak çıkanlar görülüyordu.
Dr. Hüseyin Aldemir odasından çıkıp biraz yürüdüğünde, haftanın yorgunluğunun verdiği uyuşukluğu hemen üstünden attı. Fakültenin uzun yüksek tavanlı koridorlarının serinliği ve öğle öncesinin bitmek bilmeyen usandırıcı uğultusundan temizlenmiş olması onu dinlendirmişti sanki. Kitaplıklardan yeni çıkmış tek tük öğrencileriyle selamlaşıyor, ya da birden bir köşeden karşısına çıkan büyük hocalara saygılarını sunarak ilerliyordu. Böylece üç kat aşağı indi.
Eskiçağa ilişkin bir makale üzerinde çalışıyordu. Çeşitli bilim dalı kitaplıklarından ve Fakülte genel kitaplığından derleyip topladığı farklı dillerdeki kaynak kitapları masasının üzerinde toplamıştı bir hafta boyunca. Onların konuyla ilgili sayfalarını gözden geçirmiş ve bu sabah yazmaya başlamıştı. Ancak bütün bir öğleden önce dört sayfa yazmış olsa da memnundu yazmaya başlayabildiği için. Çünkü inanıyordu ki, başlamak bitirmek demektir. Aylardır kafasını meşgul eden ve tasarımlar üzerine tasarımlar kurduğu konuya girişi, sonunda bugün yapmıştı ki bu çok çok önemliydi onun için.
Yorgunluğunu unutmuş olması biraz da bundandı. Eve gitmeyecekti. Kaç günden beri bir köylüsü çocukluk arkadaşı, ya telefon ederek ya da haber göndererek kendisiyle görüşüp konuşmak istiyordu. Aslında cesareti yoktu öyle doğrudan gelip odasına konuşmaya.
Kendisine çok kızdığını ve gözüne görünmemesini istediği, adamın kulağına kadar gitmişti. Tüccardı, çok zenginleşmişti. Çocukluk arkadaşı Hüseyin Aldemir’le kesmişse de diğer köylüleriyle ilişkisi çok sıkıydı. Çünkü büyük çoğunluğu gezginci satıcılık ve pazarcılık yaptıklarından, imalatçı tüccar olarak mal satıyordu. Yani, çıkarları ve kazancı içindi ilişkilerini sürdürmek.
Köyden mevsimlik çalışmaya gelenler hafta sonları onun Tahtakale’deki Emin Han’da bulunan dükkanlarının önlerine kuyruk oluyor; pantolon, gömlek, çocuk giysileri, trikotaj fanilalar çuval çuval satın alıp pazarlara döküyorlardı satmak için. Ödeme kolaylığından, yani peşin para istemediğinden, başka tüccarlardan neredeyse iki kat pahalı verdiği halde ona koşuyorlardı. Ancak bir araya geldiklerinde; onun nasıl camiden çıkmadığını ve beş vakit namaza beş vakit daha katarak, Sünniden daha fazla Sünni olduğunu, nasıl da yezitleşip acımasızlaştığı üstüne dedikodusunu da yapmaktan geri durmuyorlardı. Son zamanlarda yeni rakipler de çıkmaya başlamıştı, yani yeni dükkanlar açılıyordu kendi köylüleri tarafından. Bir yandan onları ezmek, yeni girişimcilerin gelişmelerini ve ayakta durmalarını önlemek için elinden geleni ardına bırakmıyordu.
Ticaret burjuvazisi içine girmiş, sınıf atlamış bu tipten kimseler kapitalist düzenin çarkına kendini kaptırmıştır artık, kurtuluş yoktur. Egemen sınıfın inanç ve anlayışı içerisinde, tüm güzel değerleri yitirmesi ve onun için tek ve mutlak ölçünün para olması kaçınılmazdır.
Ve Lütfi Hocaoğlu işte bu çarkın içindeydi artık. Ama öyle acımasızlığını birden gösteren insan değildi o ilişkilerinde. “Yumuşak diken” derler böylelerine. Kimseyi kırmak istemez görünümü içindedir ve çok tatlı dillidirler. Hüseyin hocaya hem telefon edip, hal-hatır sormuş hem de dolaylı yollarla bir ricasını iletmişti. Ancak işinin ne olduğunu açık açık söylememiş, sadece eğitim-öğretimle ilişkisini çıtlatmıştı.
Aslında Dr. Hüseyin Aldemir’in bu kişinin işini bitirmek, ona yardımcı olmak hiç içinden gelmiyordu. Üstelik karısının da akrabası olurdu. Yıllardır İstanbul’da yaşadıkları halde birbirlerinin eşiklerinden adım atmaları sayılıdır. Ancak kadınlar gidip geliyor ve ahbaplıklarını sürdürüyorlardı. Elbetteki evde oturarak, çocuk ve yemek yapmaktan başka bir görevi olmayan karısında ondaki değişmeler yoktu. Çoğu kez o da köylülerle bir olup, kocasının aleyhinde namazı-orucu üzerine veryansın etmekten geri kalmıyordu. Kaç kere duymuştu, “Ne yapayım babam? Bizim herif yezitleşti insanlık yanı kalmadı ki konu-komşunun içine gelsin. Adam tam para eşeği oldu, sohbetten muhabbetten ne anlar” diye yakındığını.
Son olarak yeğenini göndermişti kendisine. “Hoca’ya selam söyle de yarın bir görüşelim. Kendisine işimiz düştü, altında kalmayız yani. Amcana söyle bu işi kotarsın; anlarsın ya Sinan efendi, sonra seninle selamı sabahı keseriz” demişti.
Bu açık bir tehditti. Hoca’nın yeğeni pazarcılık yaptığından, ona borcu vardı ve sürekli mal almaktaydı. Onun dileğini amcasına kabul ettiremediği takdirde, oğlan büyük zarar görecekti. Sinan: “Aman amca,” diye sızlanmıştı, “şu herifin ricası ne ise yerine getir, yoksa beni mahveder. Çok borcum var dürzüye; bu yüzden başka tüccarlardan mal alamıyorum. Tezgahtaki bütün malım bile birikmiş borçlarımı karşılamaz. Parmağım boğazımda köye dönerim adam beni borç yüzünden sıkıştırırsa vallahi!”
Tüccar Lütfi Hocaoğlu, Sinan müşterisinin amcasıyla konuştuğuna emin olduktan sonra sabahleyin telefon etmişti. Bin bir yağ çekerek eski çocukluk anılarından, çiftçilik ve çobanlık günlerinden söz edip, Yenikapı’da Huzur Çayevi’nde buluşmayı önermişti. Adam nereden de biliyordu Hüseyin hocanın öğrencileriyle ya da yalnız gidip, orada zaman zaman oturup çalıştığını.
Bütün bunları kafasından geçirerek, giriş koridoruna dalgın inen Dr. Hüseyin Aldemir’i kat hizmetlilerinden Ali Osman amca uyardı: “Ne o Hocam? Dalmışsın, görmeseydim selamsız sabahsız geçecektin. O kadar derin düşünme, boş ver! Binin yarısı beş yüz; değiştiremezsin.”
Hüseyin Aldemir gülerek, “merhaba Aliosman amca” diye karşılık verdi, dalmıştım vallahi, haklısın. Nasılsın? Çocukların torunların da iyiler mi?”
“İyiler, iyiler hepsi de. Sizinkiler nasıllar? Beni de görüyorsun işte; iyiliğim ortada; altmışımı aşmış, güçten kuvvetten düşmüşüm. Biliyorsun emekliliğim çoktan geldi, ama bir türlü ayrılmaya karar veremiyorum. Alışmışım çalışmaya babam, bırakamıyorum. Beni on yıldır, ta Silahtarağa’dan beri tanıyorsun, değişen fazla birşey yok; süpürüyor, temizliyor ve toz alıyorum!”
“Olur mu değişmemezlik hiç? Her şey değişiyor akan zaman içinde Aliosman amca. Sonra ben mi seni takip ediyorum, yoksa sen mi beni takip ediyorsun? Her atandığım okulda karşıma çıktın, yani!”
“Birbirimizi seviyoruz da ondan herhalde. Seni bilmem, ama ben seni çok seviyorum. Bu memleketin çalışkan insanlara ihtiyacı var babam. Silahtarağa ilkokuluna geldiğinde, daha ilk günde tanışıp konuşmuştuk. Kendi kendime, zehir gibi bir kafası var bu gencin. Buralara sığmaz bu öğretmen, dediydim.”
“Haydi Aliosman amca başlama yine.”
“Yok yok Hocam maşallah, dediğim doğru çıktı. O zaman sen bu okulda öğrenciydin. Ben Silahtar’dan bir yolunu bulup, Eyüp lisesi hademeliğine nakil yaptırdım, bir baktım sen de geldin. İki yıl orada kaldın dost olmuştuk; çünkü senin altın gibi bir kalbin var. Sen büyüdükçe enginleşiyorsun. Ben ne adamlar tanıdım, ne adamlar Hocam. Senin defterinde övünmek ve gurur yok babam, herkese eşit davranıyorsun.”
“Aliosman amca, biz öyle görmüşüz atadan dededen. Benim Alevi olduğumu biliyorsun; bizim ilkelerimizde ve yaşama düzenimizde turab olmak var, yani insanlardan kendini yukarı değil, aşağı görmek var. Yani, alçakgönüllü olmak, karıncayı bile incitmemek var. Gerçekte çocukluğunda tam bir Alevi terbiyesi almış bir kişi, eğitim-öğretimin bütün basamaklarını aşmakla kendini tanımasını ve insana saygıyı öğrenir ve öğrenmeli. Gurur da büyüklenmek de ne demek?”
Derin derin soluklanan koridor hizmetlisi Aliosman efendi, Hoca’nın bu sözleri üzerine hıçkırır gibi konuştu: “Ah Hüseyin Hocam ah! O dediğin konularla ilgili derdim aha benim bu göğsümde, yüreğimde. Yanıyor, yanıyor yüreğim. Bir gün buradan o alev fışkıracak!”
Ne demek istediğini anlamayan Hoca, bu sözlerini yorumlayarak karşılık verdi: “Hayır Ali Osman amca, o yalımı sakla sen içinde. Seni ısıtan insanlaştıran o. İşte o yalım sana insanları sevmeyi öğretiyor. Onu içinden söküp atarsan, kuru bir ağaç kavuğuna dönersin. Ama, ben senin ne kadar kocaman bir yüreğin olduğunu ve dünyayı oraya doldurup, alevinle ısıttığını biliyorum. Silahtarağa ilkokulu, Eyüp lisesi, İskenderpaşa ilkokulu, Fakülte kısacası, atandığım her yerde seni bulduğumda, yüreğin daha genişlemiş ve sıcaklığı artmıştı. Yalımları tüm insanları kucaklıyordu. Bunu öyle herkes anlamaz.”
Dr. Hüseyin Aldemir, kendisinden biraz daha kalıplı ve bembeyaz saçlı kırçıl kaba bıyıklı hademe Aliosman efendinin, paspas sıyrığısının sapını kırarcasına sıkarken, gözlerinden akıttığı birkaç damla gözyaşını göremedi. Aslında onun içini yakan başka şeydi; gizini dışarı vuramamasının yarattığı bir alevle yüreği kavruluyordu. Aliosman amca son birkaç yıldır bu acıyı daha çok çekiyor ve evde kimseler bulunmadığı zaman yaptığı gibi, herkesin yüzüne haykırmak haykırmak istiyordu. Şu anda gözlerinden yuvarlanan birkaç damla gözyaşı, içine akıtmış olduklarından göllenip taşanlardandı.
Kendini toparlayıp, “Hocam çok insan tanıdım,” dedi. “Yok tahsilim, ama herkesten, her tanıştığım insandan bir şeyler öğrendim. Yüreğimdeki odlar yalım aldı büyüdü. Fışkırmak için ortam arıyor. En büyük katkıyı da sende buldum. Hademe hizmetlerimde dört yer değiştirdim ve dördünde de sen karşıma çıktın. Sen de sürekli yer değiştiriyordun sanıyorum biri sürgün, diğerleri tahsil ve askerlik sonrası yer değiştirme ve atanmalardı. Belki birlikte uzun zaman kalmadık, ama sana çok şeyler borçluyum; sorduklarımı çok kere nedenini, yani niçin sorduğumu bile eşiştirmeden anlayacağım biçimde açıklar, öğretirdin...”
Konuşmayı kesmesi gerekiyordu. “Aliosman amca” dedi Hoca ıkına sıkına. “İstersen bunları bir başka zaman, örneğin pazartesi öğleyin odama gel bir kahvemi içersin, hem de uzun uzun konuşuruz. Şu anda beni biri bekliyor Yenikapı’da.”
“Ben de bugün odanda seni ziyaret edip, derdimi söyleyecektim. Asıl içimi yakan o derdimi sana anlatmaktı dileğim” diye konuştu içini çekerek Ali Osman efendi.
“O zaman Aliosman amca,” deyip kesti sözünü Hoca; “işini bitirir bitirmez çık peşimden gel. Yenikapı’daki Huzur Çayevi’nde olacağız. Nasıl olsa Zeytinburnu’na trenle gidiyorsun. Yenikapı’da, yani yolunun üzerindeyim. Orada konuşuruz. Ama sakın yüreğini yakan alevi üzerime fışkırtıp beni yakmayasın!” Sonra gülerek omzunu okşayıp yürüdüğünde hizmetli Aliosman:
“Hüseyin Hocam ben de...” mırıldandı. Cümlenin son sözcüğünü yuttu, söyleyemedi.
Para Eşşeği
Lütfi Hocaoğlu kendisinden önce gelmişti. Çay bahçesine girer girmez gözüne çalındı. Huzur Çayevi’nin bahçesi erkekli, kızlı genç öğrencilerle doluydu. Tek başına köşedeki bir masada oturuyordu o. Çevresindekilerin konuştuklarını dinlememek ve kahkaha atan genç kızları görmemek için mi ne başını önüne eğmiş. O ortamdan çok uzakmış gibi bir hali vardı.
Giriş kapısıyla onun bulunduğu köşe arasındaki masalar doluydu. Dr. Aldemir Fakülte’de çeşitli bölümlerden dersine katılan birkaç öğrencisini gördü değişik masalarda, selamlaştı onlarla. Birinde, kalkıp buyur ettiler. Tüccar Lütfi’nin birkaç metre berisindeydi bu masa. İki yıldır öğrencisi olan ve birkaç kez küme gezilerine çıktıkları Ayten ile Sevim de vardı. Onu zorla oturttular, “köşede yalnız oturan adamla randevusu olduğunu” söylemesine rağmen. Bu arada onunla uzaktan selamlaşmıştı bile. Ayten Hocasının selam verdiği yalnız adama doğru bakıp suratını ekşiterek,
“Hocam,” dedi usulca, “bilmem ki o adamla ne konuşacaksınız? Onunla nasıl bir ortak yanınız var? Yanındaki masada oturuyorduk, beş dakika önce kalktık.”
Hoca alaylı bir biçimde konuştu: “Nedenmiş o? Size laf mı attı yoksa? İşte buna inanamam. Adamın o taraklarda bezi yok; camiden çıkmayan biridir o.”
Ayten ciddiydi: “Dalga geçiyorsunuz siz, ama rahatsız olduğumuzdan oradan kalktık, dedi. Hiç gözünü ayırmadan, yiyecekmiş gibi...”
Garson gelip başlarına dikilince kız kesti. Hüseyin Hoca: “Bana bir büyük bira” dedi, “ama, şu yalnız oturan adamın masasına götür ve hemen geleceğimi söyleyin. Arkadaşlara da sor ne içiyorlar, benden alacaksın!”
Onlar bir şey istemediler. Garson ayrılınca, Ayten kaldığı yerden sürdürdü: “Adam gözünü kırpmadan bacaklarımıza bakıyordu.Kendisine ters ters bakmamızdan ve homurdanmamızdan filan anladığı yoktu. Üstelik salyalarını akıtarak gülümsüyordu da.”
Dr. Aldemir yine gülerek dalgasını geçti: “Sanmam kötü niyetli olduğunu hemşerimin. Konfeksiyoncudur o. Bu güzel bacaklara hangi kumaştan pantolon daha iyi gider diye düşünmüş olmalı. Bu adamın pantolonları, gömlekleri nasıl en ucuza mal edip, en pahalıya satmayı düşünmekten, para kazanmaktan başka bir zevki yoktur. Eşi ona ‘para eşşeği’ der. Çevresindeki hiçbir güzelliğin farkında değildir o.”
Ayten suratını bir iyice asarak,”siz yine öyle biliniz,” diye mırıldandı. “Adam bal gibi bacaklarımıza bakıyordu, hem de yiyecekmişçesine.” Sevim de onu onayladı.
“Niye kızıyorsunuz?” diye sordu Hoca bunun üzerine. “Ben size inanmıyorum demedim ki! Ama, bu konuda bir öğüdüm olacak: Bir bayan öğretmen arkadaşımın yaptığı gibi yapınız; o ısrarla bakan kişi bir daha bacaklarınıza bakmak değil, kalkıp kaçar karşınızdan.”
Sevim iri gözlerini çevreleyen uzun kirpiklerini kırpıştırarak: “Nasıl yani? Biz de ona mı bakalım ısrarla? dedi. Ama, o zaman adam, yollu kızlar buldum diye kalkar gelir yanımıza.”
Dr. Aldemir’in yıllar önce Küçükçekmece ilkokullarından birinde çalışırken, bir bayanın anlattığı olaydı bu. Bir erkek meslektaşıyla sınıfları aynı katta ve yan yanaymış. Birlikte ikinci kata çıkarlarmış genellikle ders zili çaldığında. Öğretmen odasından aynı anda çıktıkları halde adam, her nedense merdiven başında bir bahaneyle gerilermiş. Bu geri kalışları üç dört kez yineleyince, bayan öğretmen bir keresinde merak edip aşağı göz atıyor. Meğer adam merdiven korkuluklarına yaslanıp, aşağıdan bacaklarını seyredermiş. Aradan bir kaç gün geçmiş ve erkek öğretmen keyifle sürdürüyor dikizlemeyi. Hocahanım da artık iyiden emindir.
Bir gün okul müdürü bayan öğretmene, sınıfına dersini izlemeye geleceğini haber salar. Bekler ve birlikte konuşarak çıkarlar. Erkek öğretmen yine onlarla. İlk merdiven çıkılır. İkinci merdivenin dibinde yine bir sudan bahaneyle -örneğin ayakkabısının ipini bağlar, öksürük tutar, eğilip pantolonunun paçasını siler, vb., kalır ve eski işini sürdürür. Bayan öğretmen tam fırsatı yakalamıştır. Müdürle konuşurken bir yandan da izlermiş meğer. Merdivenlerin ortasında birden durmuş ve müdürün şaşkın bakışları arasında etekliğini yukarı doğru iyice kaldırıp bağırmış:
“Meslektaşım, daha yukarıları da görmek ister misin? Al buna bacak derler! Köpekler gibi salyalarını biraz daha akıt!”
Öğretmen bey okul müdürünün tanıklığında rezil olmuş, dile düşmüş. Ertesi yıl okul değiştirmek zorunda kalmış.
Hüseyin Aldemir hocanın, olayı anlattıktan sonra önerisi şu oldu: “Size de öyle kalabalıkta birisi dikmiş gözünü bakıyor mu, kalkacaksınız ayağa ve öğretmen hanımın yaptığını yapacaksınız. ‘Al işte buna bacak derler, biraz daha bak da gözün doysun!’ diye bağıracaksınız, yeter ona. Daha oralarda durabilir mi? Unutmayın bu sözümü. Öyle küfre, kavgaya filan gerek yoktur. Haydi iyi hafta sonu hepinize de. Pazartesine görüşürüz.”
Kızlardan bazıları biraz gürültülü gülmeleriyle, diğerleri onaylayıcı sözlerle başlarını salladılar. Kendisi de kalkıp, Lütfi Hocaoğlu’nun yanına gitti.Daha oturur oturmaz adam kızlara sözü getirdi: “Maşallah Hocam, herkesi tanıyorsun, o güzel kızlarla iyi ahbapsın galiba?”
“Onlar benim öğrencilerim,” diye karşılık vardı Hüseyin Aldemir biraz kızgınca. “Ne zamandan beri bizim Lütfi Hocafendi genç kızlarla ilgileniyor böyle?”
“Haşa, sümmü haşaa! O çıplak bacaklı kızlar insanı dinden imandan çıkartırlar. El haya, el imaan! Yanımdaki masadaydılar; onlara doğru bakarak bir iki dualar mırıldandım, boynumu büktüm. Sonra kalkıp yer değiştirdiler. Yoksa dinden imandan çıkacaktım!”
Yalan söylüyordu. Burada kendisini tanıyan kimsenin bulunmayacağını bildiği için, kızların bacaklarını seyretmişti bal gibi. Durmadı üstünde Hüseyin Hoca böyle düşündüğü halde. Dalga geçer biçimde konuşmayı tercih etti:
“Hayır hayır ondan değil, o yüzden kalkıp gitmemişler. Kılığından kıyafetinden seni dilenciye benzetmişler. Kızlara kendilerinden bir şeyler istermişçesine bakıyormuşsun, öyle dediler. Mezara mı götüreceksin milyonları? Biraz kendine çekidüzen ver. Sırtındaki ceketin bir ipliğini çeksem, bin yamalığı dökülecek. Bacağındaki pantolon da iyice şalvarlaşmış. Bari gerçek şalvar giy.”
“Ben senin gibi büroda oturmuyorum; gün boyu pastal atıp kumaş kesiyorum tezgah başında. Üstelik beş vakit camiye giden nasıl ütülü pantolon giysin? Elalem bana güler”
“Sahi unutmuştum, sen Alevilikten dönmesin. Sünniden de Sünni olmuşsun; bizimkilerin deyimiyle iyice yezitleştin. Gerçekten tam karayezit olacaksın da, bereket Sırma yenge yularından biraz geri asılıyor. Bilmem ne buluyorsun camide beş vakit eğilip doğrulmakla? Secdede bolca pis ayak kokusu kokluyorsun. Soyadını bile değiştirdin.”
Lütfi Hocaoğlu içinden köpürüp duruyordu, ama kızamıyordu. Çünkü önemli bir işi vardı Hüseyin Hocayla; ondan başka kimse kendisine yardımcı olamazdı bu konuda. Ama, sözlerinin altında kalmak da istemiyordu.
“Senin inanmadığın o namaz sayesinde, Allah bu varlığı verdi bana, dedi. İşte aramızdaki fark bu Hüseyin Hocam!”
“Neymiş fark? diye sordu o da. “İnanmak ya da inanmamak mı? Yoksa senin milyonların sahip oluşun, benim ise ay sonunu zor getiren bir Üniversite görevlisi oluşum mu? Beş vaktine beş daha mı katıyorsun? Yoksa otuz gün değil doksan gün mü aç kalıyorsun, ne yaparsan yap! Ama köyüne ve köyünün inancı Aleviliğe bir kem söz söylediğini duyayım o milyonlarını senin boğazına tıktırırım. Gittiğin camiye kendim gelir, Kızılbaş olduğunu ilan ederim. O zaman sana ne yapacaklarını bilirsin!”
İki çocukluk arkadaşının çoktan yolları ayrılmış olduğundan, her karşılaşmaları böyle şakadan gibi görünen kızgın tartışmalarla başlayıp, sonuç alınmadan bitiyordu. Köylerden çıkışlar böyleydi işte. Küllükler ve gübreliklerde başlayan çocukluk arkadaşlıkları çobanlık ve çiftçilikte yeniyetmeliği geçiriyor. Derken gurbete çıkan ya da öğrenim yapma fırsatını ele geçirip toplumundan uzaklaşanlaşanlarda bir yezitleşme, bir yabancılaşma sürüp gidiyor...
Lütfi Hocaoğlu her zamanki gibi yine alttan aldı. Kısık sesle ve zoraki gülümseme içinde şakayla karışık konuştu: “Farkımızı soruyorsun; sen içki içiyorsun, ben günah olduğuna inanıyor içmiyorum, o kadar” dedi. Sonra sesini daha da kısarak sürdürdü:
“Bırak Hüseyin Hoca bütün bunları, sen de biliyorsun ki hepsi doğru değil. Kıskananlar hakkımda yalan söylüyor. Ben köyüme hiç taş atar mıyım? Ali’ye Muhammed’e ve Onikimama canım kurban. Biliyorsun iş, ekmek parası için yapmak durumundayım bazı şeyleri. Dükkanlarımın bulunduğu han, hacılar, hocalar ve islamcılarla dolu. Onlara uymazsam yaşatırlar mı beni sanıyorsun? Ben namazlarımı kılarken, uydum Onikimama diye başlıyorum” gibi sözlerle Dr. Hüseyin Aldemir’i yumuşatma girişimlerinden sonra atağa geçti Tüccar Lütfi:
“Yeğenin Sinan’ı çok severim, çalışkan çocuk. Ama kısmeti yok musibetin! Borcu giderek şişiyor; bakalım ne zaman ödemeye başlayacak? Neyse bir şeyler yapacağız, yabancı mıyız sanki? Sen kim ben kimim? Arkadaşlığımız bir yana, akrabayız da.”
Bu son sözler: Tartışma ve kavgalarımızı bir yana bırakalım; konuya gelelim artık. Yoksa karışmam, tehdidiydi yeğenine ilişkin. Elbetteki Hüseyin Aldemir, bu adamla tartışmanın anlamsızlığını biliyordu. Karşısındaki kişi para ve kazanç hırsıyla her şey yapabilecek biriydi. Ancak çok seyrek de olsa karşılaşmalarında buna benzer çıkışlar yapmaktan kendini alamıyordu. Sordu:
“Söyle bakalım istediğin ne benden? Şu dünyada paranın açmadığı kapı yoktur, diyen sen değil misin? Bastır parayı gördür işini? Ne diye sevmediğin adama rica ediyorsun?”
“Kim demiş sevmediğim insansın sen? Seni de düşüncelerini de en çok takdir eden adam benim, inanmazsın ama, bak Cumhuriyet gazetesi de cebimde; yatmadan önce hepsini okurum.”
Dr. Hüseyin Aldemir onun bu ikiyüzlülüğü hiç elden bırakmamasına boynunu bükerek güldü. “Elbette dükkanlarında da Tercüman, Zaman ve Türkiye gazeteleri elinden düşmüyor,” dedi. “Haydi bırak bu ağızları da işini söyle!”
O da gülüyordu ve hiç itiraz etmedi ikiyüzlülük suçlamasına. Konuya girdi:
“Senin için çok ufak bir iş, bir telefon etmen yeterli. Yanılmışım ben; adam tanımaya, yüksek düzeyde arkadaş tutmaya paranın gücü yetmiyor. Tahsil ve bilgi gerek, bir makam sahibi olmak gerek. Biliyorsun, köleniz benim küçük oğlum Ortaokulu bitirdi bu yıl. Okumaya çok meraklı senin gibi. Şimdiden beni eleştirmeye başladı ya, olsun! İyi bir Lisede okusun istiyorum. Oğlan tutturmuş Boğazdaki K. lisesini istiyor. Gittik sorduk, açık yer kalmamış dolmuş. Eve uzak olmayan bir liseye kaydettirmek zorunda kalmıştık. Müdür yardımcısı kaydı yaparken, doğduğu yerin, yani bizim köyün adını duyunca hemen kalemi bırakıp adınla soyadınla seni sordu. Ben hemen atılıp akrabamızdır, dedim bana her ne kadar kızsan da. Bunun üzerine; ‘senin oğlana o zaman dedi, bu okul yaramaz. Ben yine her türlü ihtimale karşı kayıt numarası vereyim. Ama, git sen Hüseyin Aldemir hocaya rica et. Aslında ona sormadan buralara getirmiş olman ayıp ya, neyse! Onun K. lisesinde yetkili bir arkadaşı var sanıyorum. O telefon ederse mutlaka o okula kayıtlarlar oğlunu.’ İnan Hocam seninle göğsüm kabardı. Oğlanın okuduğu okullarda da kaç kez tanık olmuşumdur buna.”
Hüseyin Aldemir Hoca: “Tamam bırak şimdi yağ çekmeği,” dedi. “Doğru müdür yardımcısı çok iyi arkadaşımdır. Yarın arkadaşıma telefon edeceğim ve mutlaka oğlunun kaydı yapılacaktır, bundan emin ol. Ancak senin durumunun iyi olduğunu, en yüksek düzeye yakın para yardımı yapabileceğini de söyleyeceğim. Öyle suratını asmaya filan kalkışma. O okulda çok zeki, çalışkan, ama yetim ve varlıksız öğrenciler de sınavla alınmış yatılı okuyorlar. Olağan okul parası dışında bunlar için elin cebine gitmeli!”
Şimdi susmuş Tüccar Lütfi’nin tepkisini bekliyordu. Hayret hiç de beklediği itirazı yapmadı, sesi biraz ölgün de olsa: “Hay Allah razı olsun senden,” dedi. “Milyonların değil, adamın arkadaşın olsun. Söz, gerekli yardımı yaparım. Yine de sen üç-dört tane mağazası var deme. Öyle fazla aşırı olmasın; parayı sokaktan süpürüp toplamıyoruz” diye sözlerini böyle bağlayınca Hoca: “Seni yezit seni!” diye mırıldanmaktan kendini alamadı.
Lütfi Hocaoğlu gülerek: “Estağfirullah! Yezide lanet olsun!” biçiminde alaylı bir karşılık verirken, arkasından tanıdık bir ses,”bin kere lanet Yezid’e, kırıla oğlu kızı da kala yazıda” dedi fısıltıyla masaya doğru.
Bu sözleri söyleyen Fakültede giriş koridoru hizmetlisi Aliosman efendiydi, Hüseyin Aldemir’in ahbabı. Gelişini bekliyordu, ama bu sözleri onda şaşkınlık yaratmıştı. Ayağa kalkarak:
“Vay Aliosman amca, geldin mi?” dedi, yer gösterdi. “Biz de köylüm ve çocukluk arkadaşım Lütfi Hocaoğlu ile tam işimizi bitirmiştik. Lütfi, on yıllık ahbabım benim bu Ali Osman amca!”
Tüccar Lütfi: “Adına kurban, çok yüksek ve çok güzel adın var” deyince Ali Osman: “Senin soyadın pek hoşuma gitmedi ama” dedi, “yine de sorayım. Söyle hangisini daha çok seversin? Ali’yi mi, yoksa Osman’ı mı?”
Lütfi Hocaoğlu birden ne söyleyeceğini şaşırdı. Aldemir Hocanın yüzüne baktı, bu adam Alevi midir yoksa Sünni mi anlamında. O ise yüzünde tam belirleyici bir bellik göstermedi. Çünkü biliyordu ki Alevidir işareti alsa Ali’yi diyecek, Sünni olduğunu belli etse Osman’ı severim diyecekti. Aliosman amcayı yıllardır Sünni olarak tanıyordu, ama kasıtlı belli etmedi. Lütfi Hocaoğlu bu birkaç saniye içerisinde ondan yardım alamayınca ortadan konuşarak yanıtladı: Ali’yi de severim, Osman’ı da. İkisi de sahabeden ve İslam dininin uluları ve halifesi!”
Bu sözler üzerine Aliosman amca: “Hüseyin hocam,” dedi. “Benim bildiğim sizin köy toptan Alevi. Ama, bu efendi ya yezit ya da dönme!” diyerek Aldemir Hoca’yı ikinci kez şaşkınlığa uğrattı. Lütfi Hocaoğlu’nun yüzü ise kıpkırmızı kesilmişti. Ancak Aliosman amca saldırısını sürdürmek bir yana, bu son sözle birlikte hüngürdeyerek ağlamaya başladı.
Çevredeki masalar boşalmış ve rahatça konuşabiliyorlardı. Fakülte hizmetlisi Aliosman efendi, hüngürdemesiyle birlikte Dr. Aldemir’in ellerine sarılıp, masaya kapanmıştı.
Aliosman Amcanın Hüzünlü Öyküsü
Bir yandan da içini çekerekten konuşuyordu: “Benim hiç kimseye dönme demeye hakkım yok, yok. Nasıl diyebildim Hocam nasıl? Ben, ben ki tam elli yıl yaşamışım bu dönekliği. Asıl dönek benim ben!”
Hüseyin Aldemir Hoca durumu kavramıştı. Tüccar Lütfi ise bir tuhaf olmuş, şaşkın şaşkın hıçkıran adama bakıyordu. Aliosman amca hıçkırıklar arasında sürdürüyordu: “Yüreğimi yakmakta olan bir alevden söz etmiştim sana Hocam. İşte o alev, o yalım bu; ben de Aleviyim ve tam elli yıldır gizledim.Tam elli yıl boyunca bir dönme, bir yezit gibi yaşadım.”
Çay bahçesinin garsonu başuçlarına gelmiş dikilmişti, ağlamakta olan adamı sarhoş sanarak, “amcaya bir şekersiz kahve! Siz biranızı tazelemek ister miydiniz?” dedi. Kendisine sorulmasına fırsat vermeyen Tüccar Lütfi:
“Bana da bir meyveli” dedi ve hesapları ödemeye girişti. Dr. Hüseyin Aldemir Aliosman’ın söylediklerini bir daha kafasından geçirdi. Ellerini sırılsıklam gözyaşları içerisinde bırakmış adamın kafasını kaldırıp, doğru oturmasına yardım etti ve “sakin ol Aliosman amca!” dedi. “Şimdi anlat bana ne demek istediğini. Hayır, hayır ağlamadan, yavaş ve tane, tane anlat!”
Aliosman ağlamadı artık. Sanki üzerinden dağ gibi bir yük kalkmış, hafiflemişti.
“Hocam’ dedi, ‘sana söylemiştim önemli bir şey konuşmak istediğimi. İçimi yakan alevi dışarı atmak istiyorum demiştim. Tam elli yıldır kendi özkimliğimi dışlayarak yaşadım. Ben bir alevi çocuğuydum. On-on bir yaşlarımda bir kentte yetim bir çocuk olarak, bir aileye evlatlık verildim. On altı-on yedi yaşlarıma kadar bu aile çevresinde kaldım. Daha aileye girer girmez, Ali öz adımın yanına bir Osman eklediler. Adım Aliosman idi, ama ‘Kızılbaş döllemesi!’ diye çağırıyorlardı çevremdekiler. Bunların arasında yıllar boyu sürekli Kızılbaşların, yani Alevilerin ahlaksızlıklarını, dinsizliklerini ve dünyadaki tüm kötülüklerin kaynağı olduğunu dinledim.
Bir gece gizlice kaçıp bu aileyi terk ederken, kendi özkimliğimi de terk etmiştim tamamıyla. Son sekiz yıla değin Alevi kökenli olduğumu aklımın ucuna bile getirmek istemedim. Onca olumsuz şeyler duymuş ve duyuyordum ki, büyük bir suçluluk içine girmiş ve tam yabancılaşmış; yalnız Ramazanı değil üç ayları da tutuyor ve beş vakit namaza beş vakit daha katıyordum. Sanki arınmak istiyordum büyük günahımdan, yani Alevi ana babadan doğmuş olmaktan.”
Dr. Aldemir, o konuşmaktayken zaman zaman, kapitalist toplum düzeninin ekonomik değerlerinin yarattığı koşullar içerisinde yaptığı seçimle kökenini yadsıyan köylüsüne, çocukluk arkadaşına bakıyordu. Renkten renge giren Lütfi Hocaoğlu ise ondan hep gözlerini kaçırıyor ve anlatılanlardan büyük rahatsızlık duyuyordu. Bu yıl işyerlerinin bulunduğu ticaret hanındaki Selametçi komşularıyla Hacca gitmeğe hazırlanıyordu çünkü. Dönüşü olmayan bir yolda ilerlemekteydi kendince haklı nedenler yaratarak. Oysa bu gittiği yoldan elli yıl sonra geri dönme çabasına girmiş Aliosman’ın korkunç bunalımları ve sıkıntılarının dışavurumuna tanık oluyordu şimdi. Ona da sanki çocukluk arkadaşı Hüseyin Aldemir, bu karşılaştırmayı kasıtlı yapmış gibi geldi, ama emin değildi.
Aliosman amca konuşmayı sürdürüyordu. Bir yandan da kendisine sade kahve getiren garsonu tersleyip, “Hocanınkinden!” diyerek bira istemiş onu yudumluyordu.
“İslam Şeriatının şartlarını gücümün üstünde yerine getirmeğe çalışıyordum. Neredeyse yıllarca dişimden tırnağımdan artırıp biriktirdiğim üç-beş kuruşu da Hac yolunda harcayacaktım. Oysa o sıralarda oğlum Üniversite sınavlarını kazanmış, mühendislik Fakültesine kaydını bile yaptırmıştı. Biliyorsun büyük oğlum yüksek mühendis ve çok iyi bir yerde çalışıyor şimdi.”
“Çocuk bir gün anasına ıkına sıkına ‘ana’ diyor, ‘babamın hacca gitmesinin sırası mı şimdi? Ben o harcayacağı parayla üçüncü sınıfa kadar okul masraflarımı karşılayabilirim. Ondan sonra da bir iş bulup tahsilimi sürdürürüm eve hiç yük olmadan.’ Rahmetli bunu bana ilettiğinde; oğlana bağırıp çağırmaya başladım, gençlerin dinsiz-imansızlığından söz ederek. Bu inançsızlık yüzünden, dünyanın sonunun yaklaştığını söylüyordum. Oğlanı bir iyice haşladım; Hac gibi en kutsal ibadete, benim gibi orta halli bir adamın eline hayatta bir kere geçmiş olan fırsata engel olmaya nasıl cesaret edebiliyordu? Bu bağırıp çağırma sırasında kapı çalındı. Ben susmuş somurtmuş oturuyordum, oğlan da kafasını eğmiş duruyordu karşımda. Hanım dış kapıyı açtığında şu konuşmaları duydum:
‘Aliosman efendinin evi burası mı?’ diye sordu bir erkek sesi. Karım: ‘Evet burası,’ diye karşılık verdi sertçe. ‘Kimsiniz, niçin arıyorsunuz? Ben hanımıyım.’
Yaşlı bir adam sesiydi. Yerimden kalkıp da avluya çıkamıyordum. Ses çok uzaklardan bir yerden kulaklarımı tırmalıyordu, sanki tanıyordum. Gayet yumuşakça: ‘Gelinbacım ben dayısı olurum; kendisiyle yüz yüze görüşmek istiyorum. Dünya gözüyle yeğenimi bir görmek istiyorum. Birkaç mektup yazdım cevap vermedi muhanet’ dedi.
‘Demek ki, istemiyor,’ dedi karım bunun üzerine, ‘görüp de ne yapacaksın? Hem şimdiye kadar bir dayısı ya da amcası olduğunu hiç söylemedi.’ Adam ısrar ediyordu: ‘Gelinbacım, kızım evladım; madem beni içeri almıyorsun, kendisini çağır. Bir iki kelam edeceğim onunla, üstümde bir emanatı var.’
‘Ha ben, ha kocam, bana söyle söyleyeceğini. Kendisi evde yok!’
‘Yapma yavrum,’ diye yalvarmaya başlamıştı yaşlı adam, ‘Uzun sakallarımdan, bıyığımdan ve ayağımdaki kara lastiklerden mi utanıyorsun? Yeğenim Ali içeride; az önce oğluna bağırıp çağırıyordu, dışarıdan duydum.’
Karım zaten kızgındı. Şimdi öfkesini ondan çıkartıyordu bağırarak: ‘Kim olursan ol, ihtiyar. Kapımızı dinlemeye utanmıyor musun sen?’
Adamcağız hala sakin ve öfkesizdi. ‘Bağırıp çığırma yavrum!’ dedi. ‘Benim ölümüm yaklaştı. Gülmemiş anasının üzerimde otuz-kırk dönümlük tarlası vardı. Onun tapularını yeğenim Ali’nin üzerine çevirttim; onları getirdiydim. Emanatlarını verip hemen döneceğim. Bir lokmanı ağzıma alırsam haram olsun gelinim.’
Avludaki konuşmalar beni altüst etmişti. Oğlum bana, ben ona bakıyordum. Ona bağırıp çağırdığımı unutmuş, ne yapmam gerektiğini sorarcasına yüzüne bakıyor, yardım bekliyordum. Kafasıyla, ‘kalk, onu içeri al,’ anlamında işaret etti akıllı oğlum.
Ayağa kalktım. Doğruydu kapıdaki yaşlı adamın söyledikleri; altı ay içinde üç mektup almıştım ve elin kanda da olsa bir köye gel, diye yazıyordu en başında. Kızılbaşların eli değmiş diye yırtıp eve bile sokmamıştım, değil karıma çocuklarıma söylemek. Kızılbaş kökenden gelmiş olmamdan utanç duyduğum için gerçek köyümün adını bile söylememiştim onlara, değil akrabalarım olduğunu. Dayımın yüzünü hayal-meyal anımsıyordum. Tevekkeli değil sesini ilk işittiğimde, onu tanıdığım duygusu uyanmıştı içimde.
Oğluma, ‘sen odana çekil sonra çağırırım!’ deyip, avluya geçtim. Karım da bir işaretim üzerine mutfağa girdi. Onunla karşı karşıya kalmış, birbirimize bakışıyorduk. Aradan otuz yıldan daha uzun bir zaman geçmişti. Karşımda aksakalları neredeyse göbeğine inen bir Alevi dedesi vardı. Kapı eşiğinin iç tarafında ben dışında o bakışmaktaydık. Acayip bir ikircik içindeydim. Her nasılsa içimde kalmış bir lokmacık insanlık duygusu, adamcağızı kovmamı önledi.Benim bir söze kadir olamayacağımı anlayınca:
‘Yeğenim Ali,’ diye seslendi. ‘Böyle kapı eşiğinde bekletecek misin dayını?’ Bende yine ses yok. ‘Giriniz’ anlamında kafamı salladım, girdi içeri ve yüzüme bakarak sürdürdü:
‘Yerini tesadüfen öğrenip bana bildiren adamım söylemişti de inanmamıştım. Şu kırpık sakallarına bakılırsa, sen tam yezit olmuşsun. Kınamıyorum oğlum seni, kınamıyorum. İzmirli adama güvendik; çocukları yoktu ve durumu çok iyiyidi. “Okutur,meslek sahibi ederim”, dediydi; “köyde sizler gibi toprağa karışır gider” dediydi. Oradan kaçıp gittiğini öğrendik. Ortalıktan yitmiş, imini tozunu kaybettirmiştin. Bizden uzak olunca yolunu-yolağını nereden öğrenecektin?’
Odaya geçmiş, oturacak yer göstermiştim. O ha bire konuşuyordu. Ama fısıldaşıyordu, öyle yüksek sesle değil oğluma ve karıma duyurmamak için.
‘Hanımına söylediklerimi duymuş olmalısın. Bacımın, yani genç yaşta gözüne toprak koyduğum gülmemiş ananın emanatı üzerimde, onu vermeğe geldim. Sen inkar etsen de bizim kanımızdansın yavrum. Ama ben öldükten sonra, bu kağıtlar elinde olmazsa seni, bizim ellerde bu kırpık sakalınla zor mal sahibi ederler. Sana bir okka taş bile vermezler bu halinle bilesin. Bizim törelerimiz, inançlarımız kısacası yaşama düzenimiz Sünnilerinkine hiç mi hiç benzemez Ali’m!’
‘Biliyorum’ dedim, ‘farklı olduğunu. O senetler de senin olsun. Ben bir okka taşınızı da istemiyorum köyünüzden.’ Bir yılan tıslaması gibi çıkmıştı ağzımdan bu ilk sözler. Zehir kusacaktım neredeyse. Kesti sözlerimi. Öfkelenmedi, telaş da göstermedi. Yine fısıltıyla konuştu. Adamcağız bağıra çağıra benim kızılbaş olduğumu söylemiyor, aileme duyurmak istemiyordu düzenim bozulmasın diye. Reddettiğim kağıtları sırtındaki eski ceketin sağ dış cebine geri koydu. Sonra:
‘Biliyormuş,’ dedi. ‘Bok biliyorsun. Yobaz cami hocalarından işittiklerini, yezit kitaplarından okuduklarını biliyorsun. Alevilerin mum söndürdüklerini, ana bacı demeyip her türlü pisliği yaptıklarını biliyorsun sen. Onların hiç yıkanmadıkları için pis pis koktuklarını ve kestiklerinin mekruh olduğunu, yenilemeyeceğini öğrenmişsin. Sen işte bunları biliyorsun Aleviler hakkında. Olmaz olası yeğenim! Bir gün olsun aklına düşmedi mi köyüne uğramak? Bir gün olsun akıl yürütüp de şu doğduğum köye gidip bakayım, şöyle bir araştırayım gerçek midir bütün bu söylenenler diyemedin değil mi? Kestikleri yenilmezmiş? Mahallenizin kasabı Erzincan Alevisi, Eginli. Kesip doğradığı ette bir fark mı var? Adam mı zehirliyor? Dükkanının duvarına şöyle bir yaslanıp diyeldim azıcık. İçeriden görmüş, işini bırakıp buyur etti. Gelinbacım olacak senin hanımın ise beni dilenci zannedip, eşikten adımımı attırmadı. Kasap efendi, “Dedem gel içeri şöyle biraz dinlen de dükkanıma bereket gelsin!” diye iltifatta bile bulundu. Hıdır Abdal ocağına bağlıymış. Korkma senden söz etmedim, yeğenim olur filan demedim. Hoş desem de inanmazdı. Ne fark var onun etinde? Ya benim kokarca bir yanım var mı? Ama, senin şu süslü odana girdiğimde, kokudan burnumun direği kırılayazdı.’
Şaşırıp kalmıştım. Otuz yıldır görmediğim dayım beni sözüyle vuruyordu; yerin dibine sokup sokup çıkarıyordu. Karşımdaki Kızılbaşa, din-iman silahıyla saldırmak değil, sözüne söz edemiyordum. Sadece, ‘rutubet kokuyor önünü alamadım’ diye mırıldanmıştım. soluk almasından yararlanıp. O sürdürdü:
‘Nemden-rutubetten, her neyse? Daha sağlığa uygun bir eve çıkmalısın sen de. Kendi malınsa eşyalarıyla birlikte sat bu evi. Ya benim düşüncesiz, aklı düşük yeğenim; yezitleştiğin için bizi aramadın hiç. Bense seni bunca yıldır aradım durdum ama ne halde buldum!’
Bir yandan da gözlerinden yaşlar akıyordu. Uzun ak sakalı üzerinden ince çizgiler yaparak inmeye başlamıştı. Ben de öylesine sarsılmıştım ki anlaşılmaz duygular içinde ürpermeler geçiriyordum. Birden, ‘ağlamayın Veli dayı,’ dedim. Gözleri ışıdı, gülümsedi.
‘Bak hele sen,’ dedi. ‘Benim adımı unutmamışsın; her ne kadar Ali’nin yanına Osman’ı koyarak kendi adını kirletmişsen de. Sünniler bir Kızılbaş öldürenin cennete gideceğini söylerler. Haydi sen de karşındaki Kızılbaşı temizle de cennetlik ol. Sana bir cennet bağışlayayım ki, otuz yıldır kıldığın namaz tuttuğun Ramazan boşa gitmesin. Ben de İmam Hüseyin gibi bir yezidin elinden şehitlik şerbeti içeyim. Yapmayacak mısın? Eh ben gideyim öyleyse. Oğul benim altı-yedi aylık bir ömrüm kaldı, öyle hissediyorum. Bu süre içinde köye uğrarsan tarlalarına sahip olursun, madem tapu senetlerini reddettin.’
Ayağa kalkmıştı. Artık Kızılbaşlara olan kinim sanki hepsi sönüp gitmişti dayımın ettiği sözlerle. Kendime bir türlü gelip de olumlu bir çift söz edemiyordum. Tarlaları filan düşündüğüm de yoktu. Nasılsa; ‘kalkma otur dinlen, bir lokma bir şeyler hazırlayalım da karnını doyur!’ diyebildim.
‘Yok oğul yok, aç değilim,’ dedi. ‘Zaten beni içeri almak istemiyen karına, senin bir lokmanı yersem haram olsun dedim. Oturmayacağım da. Neredeyse unutuyordum. Benim öğütlerim sana vız gelir, ama yine de söylüyeyim. Kapının önünde beklerken, içeride oğluna bağırıp çağırdığını duymak zorunda kaldım. A oğul kulaklarımı kapatamazdım ya! Delikanlı yeğenim haklı. Sözümü kesme; Sünni İslam’da da çoluk çocuk nafakasından kesip hacca gitmek haramdır, kabul olmaz. Burada yalnız nafaka değil oğlunun geleceği de var. Aldığın kararla yalnız oğlanın gönlünü kırmıyor, aynı zamanda geleceğini yıkıp viraneye çeviriyorsun. Al şuradan bir kağıt kalem yaz söylediklerimi. Önce ulu Pir Hacı Bektaş’tan bir kıta, sonra onun yolunu sürmüş gönlümün sultanı Yunus Baba’dan ve bir küçük dörtlük de şahlar şahı Hatayi’den:
Hararet nardadır sacda değildir
Keramet baştadır tacda değildir
Herne arar isen kendinde ara
Kudüs’te Mekke’de Hac’da değildir”
Hak’tan erer türlü nasip erlere
Olmaz imiş Kabe’ya varmag ile
Kabe senin eşiğindir bilmiş ol
Bulamazsın yol çekip aramag ile”
Hatay’im hal çağında
Hak gönül alçağında
Yüzbin Kabe yapmakta
Bir gönül alçağında.”
Fakülte hizmetlisi Ali Osman efendi önündeki birayı bir dikişte, ara vermeden içtikten sonra, neredeyse hiç soluk almadan bütün bunları anlatmıştı. Zaman zaman gülmeye çalışmasına rağmen tüccar Lütfi Hocaoğlu da etkilenmiş gözüküyordu. Dr. Hüseyin Aldemir burada sordu:
“Peki hacı oldun mu? Seni hacı Aliosman mı diye çağırmamız gerekiyor?”
“Hayır,” dedi az dikelerek, “hacca filan gitmedim. O üç dörtlük önümü aydınlatan üç ışık oldu bana. O para gerçekten de oğlumun üç yıla yakın okul masraflarını karşıladı. Okulu bitirdiği yıl zavallı anası öldü. Kadınım bendeki büyük değişmeleri anlamış ve şaşkındı son zamanlarında. İşimi ve semtimi değiştirdim, kestim kırpık sakalımı. Namazı sadece cumaya, ramazan orucunu da üç güne indirmiştim. Karımın ölmeden birkaç gün önceki sözlerini hiç unutmam:
‘Aliosman, dayını göreliden beri bir oyun oldu sana,’ demişti. ‘Allah’a karşı görevlerini bile unuttun. Hacca gitmediğin gibi namazı orucu da bıraktın. Dayın gittikten sonra bize, onun Sünnilikten döndüğü ve Kızılbaş olduğunu söylemiştin, korkarım tersi olmuş!’
Dayım benim dönmüşlüğüme, kendi deyimiyle yezitleşmişliğime lanetler ederek evimden ayrılmıştı. İki gün sonra ise tapu senetlerini oğlum yastığın arkasında buldu. Bana sezdirmeden oraya koymuş meğer. Bu ne yücelik ve çıkardan-menfaatten arınmışlık. Ne insan severlik ve ulu yüreklilikti! Böylece nefretle andığım Kızılbaşların insanlık anlayışları ve inançları bir başka, bizden çok başka olduğunu anlamıştım. Araştırmaya karar verdim. Aleviliğe ilişkin kitaplar bulup, gizli gizli okumaya öğrenmeye başladım. Büyük Alevi ozanlarını okudum, okudum denmez hatmettim Kuran gibi. Ama çevreme, oğlum dahil ne karıma ne yakınlarına ve ne de eski arkadaşlarıma Alevi kökenli olduğumu hiç söylemedim. Elbetteki aslıma dönüş sürecine girdiğimden de kesinlikle söz edemiyordum.
Veli dayım düşündüğü gibi altı yedi ay değil, bir yıl yaşadı. Ona mektuplar yazdım, cevaplandırıp beni aydınlattı ve yol gösterdi. Ondan sonra da öğretmen kuzenimle mektuplaşmayı sürdürdüm. Bu arada iki kez de köye gittim. Seninle Lisede olsun ve daha sonra İskenderpaşa ilkokulu ve Fakültede olsun konuşmalarımızda, sorduğum her soruyu çekincesiz yanıtlıyordun. Eski alışkanlıkla Cuma namazlarına gidişim ve ismim dolayısıyla benim Alevi olacağımı düşünmediğin için sormuyordun. Aydın bir dindar gözüyle bakıyordun sezinlediğim kadarıyla.Oysa hep bekledim bir gün sorasın ve ben de sana açılayım diye. Bugün sabahleyin verdiğim kesin kararımı, çok şükür burada uyguladım. Elli yıldır yitirmiş olduğum kimliğime kavuştum. Artık herkesin yanında söylüyorum ve söyleyebilirim; ben Aleviyim Aleviii!”
Son sözleri, anlattıklarından daha yüksek sesle söylemişti Ali Osman amca. Sanki duyuru yapıyordu. Az ilerdeki masaya yeni oturmuş olanlardan, orta yaşlı biri, kara uzun bıyıklarını bükerek seslendi:
“Aleviyim demek hüner değil gurban. Musahibin var mı? Her yıl görülüp soruluyor, özün dara çekiyor musun? Muhammed Ali’nin yolu nazenindir gurban!”
Aliosman efendi ne karşılık vereceğini bilemedi. Hiç söze karışmamış olan tüccar Lütfi sinsice gülüyordu şimdi. Dr.Hüseyin Aldemir’in yüzüne baktı Ali Osman yardım istercesine. O da, Aliosman’ın yerine adamın sorularını alevice bir söylemle yanıtladı:
“Yetiştirebildiğimizce imanım!” Adam beklediği yanıtı almıştı.
“Allah, eyvallah, sultanım, işte niyazın!” dedi, sağ elinin iki parmağını dudaklarına götürüp, sonra göğsüne bastırdı elini. Kalktılar üçü de, Huzur Çayevi’nin kapısından çıkarlarken Hüseyin Aldemir Hoca:
“Donun kutlu olsun, Aliosman amca! Bizde öyle derler,” dedi. “Şimdi bir Dede bulup talip olmalısın. Kabul ederse, musahib tutup Muhammed Ali yoluna girersin. Ama, yola girerken elli yıllık yaptığını, ettiğini sorarlar. İyiliklerinin değil, kötülüklerinin hesabı sorulur. Onları tek tek ortaya döküp saçacak, özeleştirini yapacaksın. Kusur ve kabahatlarından arınıp kuş gibi hafifleyeceksin.”
Doç Hüseyin Aldemir az durdu ve Lütfi Hocaoğlu’ya doğru bakarak son sözünü söyledi: “Ne yazık ki bir kişi öz kimliğine kavuşurken, bir başkası yitiriyor!.”
İstasyona doğru hızlı adımlarla yürümeye başlamışlardı. Tüccar Lütfi Hocaoğlu, bu söz kendisine değilmiş gibi, “ağdan karadan” tek söz etmedi...