Ay erken doğmuş, bütün gece gümüşümsü ışıklarıyla Akdeniz'in Antalya kıyılarını yalayıp duruyordu. Çamaltı karayolları parkının denize inen merdivenleri, kaya oyukları ve kocaman mağaraları dolduran karanlık sularda kayboluyor...
Gündüzleri gün ışığında, mavinin en güzeli Akdeniz'dedir. İçiçe maviler sarmalıdır Akdeniz, seyrine doyum olmaz. Gözleri dinlendirir, gönülleri doyurur ılık ılık. İçine kendini fırlatıp yitesi gelir insanın. Eğer varsa cennet bu mavilerin içerisinde olmalı. Akdeniz mavisinde, Akdenizin mavi koynunda sonsuzluk uykusuna yatmak, kara toprağın kara bağrına girmekten bin kat daha güzel olsa gerektir!
Geceleri ise ürkütücüdür Akdeniz'i seyretmek. Eğer ay ışığı da yoksa, kapakara bir boşluk, kara bir sonsuzluk içleri karartır ve insanı korkutur ölümle yüzyüze gelmişçesine. Böyle bir duyguya kapılmıştım ay ışıklarını çekince denize inen merdivenlerden. Çıplak ayaklarım sudaydı. Kara boşluk büyüdükçe büyüdü içine beni tutup çekecekmişçesine. Deniz tanrısı Poseidon kükremiş kara suların derinliklerinden çıkarak üç dişli dirgeniyle üstüme geliyor sanki. Bu kara boşluk duygusuyla içim geçmeye başladı. Yok yok istemiyorum kara sulara gömülmeyi, mavilere evet ama. Mutlaka gün ışığı beklenmeli Akdenizin bağrına girmek için. Kazı heyetinin hemen hemen üçte biri yanımda bereket yalnız değilim. Yoksa bu boşluk, kapkara sonsuzluk yutacak beni isteğimin dışında. Yanımda arkamda beton basamaklara tünemiş denizi seyrediyorlardı. Çok önemli bir arkeolojik buluntunun gecikmiş şöleninde tıkabasa yiyip içmiştik. Dans, oyun, müzik ve çeşitli şaka eylemleri yetmemişti sindirmeye. Bazıları odalarına çekilmiş, fakat ben gençler kümesinin denize inme önerisiyle onlara katılmıştım.
Saat sabahın 2.00 siydi. Yarım saatten fazla oluyordu ki basamaklara dizilmiş kızlı erkekli kümeden çıt çıkmıyor. Herkes hayal dünyasındaydı. Ancak Ay, denizin ufkunda gümüş bir çizgi çizip kaybolunca, herkes benim gibi aynı ürküntüyü duymuş olacaktı ki komnuşmasız bir kıpırtı başlamıştı. Hep aynı anda, denize arkamızı dönüp, gayet dikkatli adımlar ve el yordamıyla basamakları tırmanmaya başladık. Göz gözü, gürmüyordu. Gök karanlık, ama deniz on kat daha koyu karanlıktı. En yukarıda olanın ayağının kayması demek, topumuzun mavileri kara renge bulanmış denize yuvarlanmamız demekti. Ay ışığında en güzel duygularla hayal kurarak yarattığımız sessizliği, bu kez korku ve ürküntü duygularıyla paylaşıyorduk. Denizde, uzaklarda balıkçı gemilerinin ve kayıklarının sönük ışıkları, geceleyin koyu bulut arasından tek tük gözüken yıldızları andırıyordu.
Birkaç keskin büküntüyü çıktıktan sonra merdivenin başına geldiğimizde en önde olan Arzu bağırdı derin bir soluk alarak:
“Oh be! Kurtulduk denizin koyu karanlığından! Buraya çıkıncaya dek sırılsıklam ter içinde kaldım. En az iki kilo kaybettim vallahi! Her an ayağım kayacak diye ödüm kopuyordu. Hayvanlar gibi dört ayaklı, ellerimi ayak yerine kullanarak çıktım.”
“Hepimiz de aynı durumdaydık!” mırıltıları arasında o sürdürdü: “Bakın ne diyeceğim, eğer Hoca uyumamışsa ona bir oyun yapalım!” Mozayikçi Sema itiraz etti:
“Olmaz ayıptır, büyük Hocaya da şaka yapılmaz yani!” Perge antik toprak kapları, keramikleri üzerinde doktora hazırlayan Şencan:
“Niçin yapılmaz mış? dedi. Biz birbirimize şaka yaparken o da aramıza oluyor, çok kez taktik veriyor!”
Restoratör Hüseyin atıldı:
“Yahu kadıncağız bizimle kendi yaşını değil, bizim çağımızı yaşıyor. Bal gibi şaka kaldırır. Ama iyi bir şey bulmalı! Siz ne dersiniz?” Bana sormuştu.
“Birşey demez, memnun bile olur, dedim. Ama dozunu kaçırmadan, düzeyine, yaşına uygun bir şaka yapmalısınız. Öyle yatağına plastik torba dolusu su veya yastığının altına ezilmiş sarmısak filan koymayınız!” Arzu bu sözlerime hayret etmiş olacakki, bir "A a a a! çekti. Şaka üreticisi hocamız katılmıyacakmış gibi konuşuyorlar. Artemis’in daha öcünü alamadım. Üstelik akşam yemeğinden önce başımdan aşağı dökülen bir torba suyu unuttum mu sanıyorsunuz?” Hüseyin gülerek,
“Bir öçtür tutturdun dedi. Hep birbirimize şaka yapıyoruz, öç niye? Ayrıca yüzüne güzüne bulaştırıyorsun öç alayım derken. Beş kiloluk koca torbaya su doldurup İhsan beyin yatağına koydum.” Diğerleri koro halinde, “koca torba senin başına geçti!” diye bağırdılar. Arzu kahkahalar arasında “göreceksiniz” dedi, eninde sonunda öyle bir numara yapacağım ki, hepiniz küçük dilinizi ısıracaksınız.”
“Tamam tamam, dedi Hüseyin herkesten önce, alırsın bir gün öcünü! Küçük dilimizi ısırmayız ya, yutarız. Şimdi Büyük Hoca’ya bir oyun için kafamızı yoralım. Bakın ışığı yanıyor, daha yatmamış.”
Konuşarak parktan çıkmıştık. Caddeyi geçip arkeoloji istasyonunun bahçesine girdik. Konyaaltı Caddesinin ışıkları Çamaltı plajına inen yokuşun başında kayboluyordu. Sema yine sürekli yağ çekip, gözüne girmek için fırsat aradığı Hocayı kayırdı: “Sakın korkutucu bir oyun yapmayın. Dolabına molabına çarşaflara sarılıp da kimse girmesin!”
“Üzülme Hoca için Sema, dedim; o öyle kolay kolay korkacak kimse değil. O İkinci dünya savaşını Almanya'da yaşadı; kadın Berlin bombalanırken Üniversitede doktora tezi hazırlıyormuş. Bir yolculuğumuz sırasında kendisi anlattıydı bana. Müttefiklerin yoğun bombardımanı sırasında bir gün, Almanlarla birlikte sığınaktalarmış. Dışarıda kent, gökten yağan yüzlerce ton bombalarla cayır cayır yanıyor, taş üstünde taş kalmıyor; sığınaktakiler ağlıyor sızlıyor, haykırıyor yada toplu halde ilahiler okuyarak Tanrıya yalvarıyorlar, yani ölüme çeyrek kalan anları yaşıyorlarmış. Bizim hoca ise hiç bir şey olmuyormuş gibi, olağan bir anın rahatlığı içinde, daktilo ettirdiği tezi çantasından çıkarıp, sakin sakin düzeltmelerini yapmaya başlamış. Onun bu soğukkanlı ve korkusuzluğuna çevresindekiler ancak biriki dakika dayanabilmişler. En yakınında oturanlar: “Sen hepimize hakaret ediyorsun. Buradaki insanlardan farkın ne senin? Sen taştan mısın? Yoksa olağanüstü bir varlıkmısınki, bizimle aynı duyguları paylaşmıyorsun?” diye bağırark üzerine yürümüşler. Kağıtları çantasına koyarak onları güçlükle yatıştırmış. Kısacası Hocamız öyle “Hööt!” deyince korkacak insanlardan değildir. Hele hele ak çarşaflara dolanıp hortlak donunda görünseniz bile, hiç çekinmeden üstünüze yürür.”
İstasyonun bahçesinin batı yanındaki alçak beton duvarın üstüne oturmuştuk. Ayaklarımız yere değiyordu sıcak sıcak. Arkamızdaki apartmanda tek bir ışık bile yanmıyordu. Yan yana sıralanmıştık. Arzu yanımdaydı. Herkes düşünüyor, ilginç ama seviyeli bir şaka bulmaya çalıyordu. Birbirimizin yüzünü göremiyorduk. Hüseyin birden, “Yahu dedi, Aksu çayının kıyısına sıralanıp. oltalarını suya atmış bir şey takılmasını bekleyen balıkçılara benziyoruz, kimseden çıt çıkmıyor. Bir oyun keşfeden yok mu?” Arzu, “Haydi Hocam, şakacık oyunları üretme yeteneğinizi kayıp mı etttiniz yoksa?” diye sorunca, “yok canım, hiç kaybedermiyim, dedim. Hüseyin'in balıkçı benzetmesi aklıma bir şey getirdi.” Gözlerini görmesem bile başların bana çevrildiğini seçebiliyordum. Aynı anda “Ne getirdi?” diye sordular. Konuşmalarımız yüksek sesle değil, fısıltıdan biraz fazlacaydı. Toplu soruyu yanıtladım:
“Hocanın odasında balık avlayalım! Hüseyin senin oltan ve misinen vardı sanıyorum?”
“Var, hem de en iyisinden. Almanya'dan bir akrabam hediye getirmişti. Ama nasıl ve ne balığı avlayacağız? Hiç bir şey anlamadım!”
“Kendisinin değil canım, diyerek açıklama yaptım; yastığını, yorganını avlayacağız! Takarız oltanın çengelini, misineyi duvar dibinden, kapının altından dışarı çıkarırız. Oltanın çarkını çevirerek çekeriz. Yastığı başının altından yavaş yavaş çekilmeye başlayınca, Hoca'nın tepkisini göreceğiz!” Sema yine karşı çıktı her zamanki bozgunculuğuyla:
“Korkar kadın yahu, başka bir şey düşünelim” dedi, ama düşündüğünü söylemeğe fırsat vermeden, “korkmaz dediler diğerleri. Bu çok yeni birşey hemen uygulayalım.” Ben sürdürdüm:
“Şencan arkadaşımız bir bahane bulup Hocayı, üst kata davet etsin. Örneğin, daha önce yaptığı gibi Perge geceleri adını verdiği kokteylden hazırlayıp,yavaş yavaş yudumlarlarken, biz aşağıda oyunumuzu kurarız. Sakın hissettirecek bir harekette bulunmayınız. Hüseyin sen de oltanı misineni hazırla. Hoca yukarı çıktığında bana haber ver. Ben biraz daha dışarıda kalacağım. Haydi marş marş herkes içeriye!”
Az sonra Hüseyin kapıya çıktı. Yavaş sesle: “Tamam dedi, Büyük Hoca üst kata çıktı, kızlarla birşeyler içiyor. Olta da hazır.” Arzu'yu öbür kızların yanına, Hocayı iyi lafa tutmalarını tembihleyerek yukarıya gönderdik. Hüseyin’le ikimiz, birinci katın koridorunu sessizce aşarak, ellerimizde balıkçı araç ve gereçleriyle Hocanın odasına doğru yürüdük....
Oturma salonuyla Hocanın odası arasında kısa bir koridor vardı ve bir kapıyla bu salona açılıyordu. Saat sabahın 3.00’ü olmuştu. Hoca yukarı kattaki hileli davetten dönmüş ve kızlara iyi geceler dileyerek odasına girmişti. Zaten hepimizin ayakta olması için iki saat vardı. Saat 5.15’de herkes kahvaltı masasında bulunmak zorundaydı. Tam 6.00’ ya 10 kala kazı arabaları hareket ediyordu. Antalya'yı çıktığımızda daha Perge’ye ulaşmadan, her sabah güneşi kıpkızıl rengiyle biz tutup çıkarıyorduk Beydağları’nın ardından. İlk ışıklarını güneş bizim üzerimize serpiyordu uyku sersemliğimizi gidermek için. Belliki bugün uyku sersemliğimiz öğleye kadar da geçmeyecek.
Hoca odasına çekildikten bir on dakika geçmeden, denizden gelen grup oturma salonuna inmişti. Biz Hüseyin'le zaten salona açılan balkonda gizlenmiş oturuyorduk. Üstelik Hoca odasına giderken, “çocuklar yine balkonun kapısını açık bırakmış!” diye söylenerek kapıyı üzerimize kilitlemiş, ama karanlığa çekilmiş olan bizi görememişti. İlk Arzu indi. Salonda göremeyince, balkonu ayıran camekanlı bölmeden dışarıya bakmayı akıl ederek, bizi içeri aldı. Bana dönerek, “odanıza baktım yoktunuz. Ne zaman başlıyoruz karada balık avına?” diye sorunca gülmeye başladılar.
“Susunuz! Gürültü yapmadan sessizce oturunuz! dedim. Kadın yatağına yatıp, uykuya hazırlansın. Işık filan da yakmayın şimdilik.”
Ben oltayı arkasına sakladığım koltuğa oturdum. Profesör’ün odasına giden küçük koridorun karşısındaydı koltuk. Adını “Balıkçı koltuğu!” koyduk. Koridordaki banyo odasının kapısı açılıp kapanmış ve Hoca'nın yattığı kesinlenmişti. Az sonra salonun ışıklarından birini yaktık. Hüseyin sessizce koridora geçerek, anahtar deliğinden gözleyip geldi. Yavaş sesle konuştu:
“Başucundaki gece lambası mavi mavi ışıyor. Sağ kolunu yastığın altından geçirip, kavramış. Anlamış mı ne? Gözleri kapalıydı, herhalde uyuyordu.”
“Deneyelim, göreceğiz! Arzu ile sen kapının önünde durun. Anahtar deliğinden zaman zaman bakarak, kareketlerini izleyin. Sakın kapının alt köşesinden geçirdiğimiz misineye takılmayın ha!” diye uyararak hazırladığım oltanın çarkını çevirmeye başladım. Aracın alt kısmını bacaklarımın arasından geçirip, koltuğun oturak kısmına berkitip, beton tabana dayamıştım. Naylon misine gerilmiş, oltanın çengelli iğnesinin takılı olduğu yastık kareket etmişti. Delikten bakmakta olan Hüseyin fısıldadı:
“Yastığı tuttu çekiyor, düşüyor sandı galiba. Uyanmadı. Durun hiç kıpırdamayın! Yerimi Arzu'ya bırakıyorum. Gidip fotoğraf makinasını getireyim. Koltukta nasıl balık avlanırmış, belgelemek istiyorum.” Hüseyin bunları söyleyerek makinaya almaya gitti.
Oturuş durumumu değiştirdim. Siyah deri kaplı kocaman koltuğun yönünü Hoca'nın odasına doğru çevirmiştim. Koltuğun geniş arkalığı üzerine oturup, ayaklarımı oturak kısmına dayadım. Olta çubuğunu yine bacaklarımın arasından geçirip, alt ucunu koltuğa bastırarak balık avcısı duruşunda poz verdim. Kızlar da arkamda ve iki yanımda yer almışlardı. O geceki şölenin zevki ve eğlencemizi sabaha kadar sürdürmekten başka bir şey yoktu kafamızda. İki saat sonra başlayacak olan yorucu günün nasıl verimsiz olacağı umurumuzda bile değildi şu anda.
Fotoğraf çekildikten sonra, oturuş durumumu bozmadan, oltanın çubuğunu sağlama alıp yeniden çevirmeye başladım. Bu kez Arzu delikten bakarak durumu yönetiyordu. Sözde Hoca durumu anlayıp da kapıyı açmaya yöneldiğinde bizi uyaracak ve herkes kaybolacaktı ortalıktan. Arzu fısıldıyordu:
“Yastık hızlandı. Hoca sağına dönüp, yastığı sıkı sıkı kucakladı. Durunuz! Çekin şimdi. Gözleri kapalı yastığı tutmaya çalışıyor. İşte yastık düştü. Karyolanın bacağıyla arkalık arasına sıkıştı. Dikkat uyandı! Yastığı çıkarmaya çalışıyor.”
Ben oltanın çarkını yavaş yavaş çevirmeyi sürdürüyorum. Şimdi zorlanmaya başlamıştım. Arzu gülmesıini zor tutarak daha alçaktan fısıldadı yeniden:
“Karyola kareket etti. Kalktı karyolanın öbür yanından çekiyor.” Ben kısa aralıklarla çekmeyi sürdürüyorum karşı harakete uygun olarak. Yanımdakiler gülmelerini, ağızlarını elleriyle mendilleriyle kapatarak boğmaya çalışıyorlardı. Arzu artık fısıldamıyor, elleriyle bellik (işaret) veriyordu. Hoca çektiğinde ben yavaşça salıyor, çekmediği zaman ise asılıyordum kolu çevirerek. Böylelikle bir gidip-gelme, sallanma hareketi başlamıştı. Hoca artık kendi kendine yüksek sesle konuşuyordu, duyuyorduk:
“Galiba deprem oluyor; önce yastığım düştü şimdi de karyola gidip gelmeye başladı. Çıkıp çocuklara haber vereyim!” demesiyle, asıldığı karyolayı çekmeye başlamıştım ki, birden o salıverdi. Karyola hızla duvara çarptı onun bırakmasıyla. Aynı anda ben dengemi yitirip koltukla birlikte devrildim. Elimdeki oltanın çubuğu bir yana fırlamış, benim sırtım yerde ve ayaklarım havadaydı. Bir rastlantı olarak duvarın dibindeki, kazı alanından keramik parçaları getirmek için hazırlanmış boş karton kutuları üzerine düşmüştüm.
Artık kahkahalar gırla gidiyordu. Salonun ışıkları yanmıştı Hoca odasından çıktığında. Oradki şakanın işbirlikçileri kendilerini yerlere atmış katıla katıla gülüyorlardı, benim ayaklarım havada sallanırken. Kimse gülmekten kendini alıp da bana yardım etmeği aklından geçirmiyordu. Bir yandan gülerken, öbür yandan karton kutuların arasında çırpınıyordum. Hoca bana yaklaşıp, “Eee İhsan Hoca! Etme bulma dünyası, dedi gülerek. Herkese birşeyler yapmıştınız, sıra bana gelmişti deği mi? Ama başaramadığınız beni korkutmayı. Sadece yanılttınız; deprem oluyor sandım.” Elimden tutup kalkmama yardım ederken, “işte böyle kazdığın kuyuya kendin düşer, sırtını yerde bulursun” dedi.
Profesörün yardımıyla ayağa kalkmıştım.
“Önce teşekkür ederim Hocam, dedim yardımınızdan dolayı. Sonra da sizden özür diliyorum; şu kahkahalarla yerlerde sürünenler beni kışkırttılar, baştan çıkardılar. Yoksa niyetim yoktu size şaka yapmaya!” Koltuğu yerinden kaldırıp oturduktan sonra, “Ah belim! Belim ağrıyor! Bereket şu boş kutuların üzerine düştüm. Vallahi hastahanelik olacaktım.” Hoca yerde oltayı görünce, onu kaldırıp, naylon misineyi buldu ve “bununla mı çekiyordunuz yastığımı, karyola mı?” dedi. Yüksek sesle gülerek bana dönüp, “beni balık mı sandın? Bak şu çevrendeki taze balıklara, onlara oltanı atsaydın ya” diye gırgırını geçti...
Gülmeler hala sürüyordu ki baş asistan Faruk, küçük radyosu elinde telaşla salona girdi:
“Susun da dinleyin dedi. Asker darbe yapmış, yönetimi eline almış!” Bıçak gibi kesti bu haber kahkahalarımızı. Hepimiz koltuklara oturduk. Faruk radyosunun diğmesini sonuna dek çevirmişti. Askeri bildirinin ortalarına gelmiş, gümbür gümbür bağırıyordu radyo spikeri:
“...baskı altında tutularak yurttaşlarımız bölünme ve iç harbin eşiğine getirilmişlerdi. Kısaca devlet güçsüz bırakılmış ve acze düşürülmüştür. Aziz Türk Milleti! İşte bu ortam içinde Türk silahlı Kuvetleri, İç Hizmetler Kanununun verdiği ‘Türkiye Cumhuriyetini kollama ve koruma görevini” Yüce Türk Milleti adına, emir ve kumanda zinciri içinde ve bu emirleri yerine getirme kararını almış; ülke yönetimine bütünüyle el koymuştur...”
Ben mırıldandım:
“On yıl önce de aynı nedenleri ileri sürerek, bütünüyle el koymuştunuz! Neyi değiştirdiniz zindanları doldurmaktan başka?” Hoca “sus!” diye işaret etti.
“...Girişilen hareketin amacı, ülke bütünlüğünü korumak, milli birlik ve beraberliğini sağlamak, muhtemel bir iç savaşı ve kardeş kavgasını önlemek, devlet otoritesini yeniden tesis etmek ve demokratik düzenin işlemesine mani olan sebepleri ortadan kaldırmaktır.
“Parlamento ve hükümet feshedilmiştir. Parlamento üyelerinin dokunulmazlıkları kaldırılmıştır. Bütün yurtta sıkıyönetim ilan edilmiş ve yurt dışına çıkışlar yasaklanmıştır. Vatandaşların can ve mal güvenlğini süratle korumak bakımından saat 05.00 den itibaren, yeni bir emre kadar, sokağa çıkma yasağı konmuştur.
“Bu kollama ve koruma harekatı hakkında teferruatlı açıklama bugün saat 13.00 deki Türkiye radyoları ve televizyonunun haber bülteninde tarafımdan yapılacaktır.
“Vatandaşların sükunet içinde radyo ve televizyonları başında yayınlanancak bildirileri izlemelerini ve bunlara harfiyen uymalarını ve bağrından çıkan Türk silahlı kuvvetlerine güvenmelerini beklerim. Kenan Evren Orgeneral, Genelkurmay ve Milli Güvenlik Konseyi Başkanı.”
Bildirinin arkasından “Türk İleri!” marşı çalmaya başladı. Faruk kapattı radyoyu. Birkaç saniye sessizlikten sonra Profesör:
“Sonunda akılları başlarına geldi, diye girişi yaptı: Silahlı kuvvetler zaten geç kalmışlardı. Sağ-sol çatışmasından her gün yirmi kişi ölüyordu neredeyse. Geceleri sokaklarımız Teksas'a dönüşmüştü. Tabanca ve bomba seslerinden uyuyamıyorduk. Artık rahat soluk arlabiliriz!” Son cümlesini uygularcasına koltuğundan, geriye doğru kaykılarak derin derin soluklandı.
Profesör'ün bu sözleri ve olayı böylesine basite indirgeyici davranışına doğrusu şaşırmamıştım. Ben yüksek sesle ve kendikendime konuşur gibi “Demek dedim, sevgili Nato müttefikimiz ve büyük dostumuz Amerika darbeye bu sabah izin verdi. Kısa bir süre önce Hava kuvvetleri komutanının işi neydi Amerika'da? İzin almaya gitmiş olmalıydı!”
Faruk birden, "Amerika dedin de anımsadım, diye sözü aldı ağzımdan. Merdivenden iniş çıkışlar ve patırtıdan uyanmış. Yine bir şaka yapıldığını anlamıştım ya, dışarı çıkıp katılmadım. BBC’yi bulmuş dinliyordum, saat 03 ü 10 geçiyor ya da 03.20’ydi. ‘Bu dakikalarda Türkiye Silahlı kuvvetleri yönetimi ele geçirmişlerdi!’ haberini geçti. Sonra Türkiye’deki anarşik ortamdan ayrıntılar vermeye başladı. Hemen Ankara radyosunu aradım, ses yok! İstanbul'u açtım, tıs yok! Şaşırmıştım, ne demekti bu? Bütün dünya, Türkiye'de bir askeri darbe olduğunu öğreniyor, ama bizim haberimiz yok! Neler oluyordu Ankara'da? Bu şaşkınlık içerisinde hep istasyonları karıştırıyordum, bir daha da yakalayamadım BBC’yi.”
Hoca: “Haydi canım sen de! dedi, bir yanlışlık olacak. Belki de saatın geriydi ne bileyim.”
Faruk, Hoca'nın beklenmedik güvensizliğine içerledi:
“Aşkolsun Hocam! dedi, saatım tam tersine birkaç dakika ileri. Çocuk değilim ben. Özellikle dikkatli bir şekilde arayıp bekledim Türk istasyonlarını...” Ben Hoca'nın itirazını duymamışçasına araya girdim:
“Kısacası, demin söylediğim gibi ABD darbenin hangi saatte yapılacağını biliyordu. Öyleyse Ankara’da birşeyler oldu generallar arasında; darbe duyurusu yarım saat geri alındığına göre, belki de karşı-darbeciler vardı, onlar susturuldu!..”
(Bu tarihten yıllar sonra gazeteci-yazar M. Ali Birand, 12 Eylül adlı kitabının 286-87 sayfalarında , ne şiş yansın ne kebap cinsinde şu açıklamayı yapacaktı:
“...Türkiye saatıyla 03’ü biraz geçiyordu. Başkan Carter Kenedy Center'da Damdaki Kemancı Müzikali’ni seyrediyordu. Locasının koridoru dışındaki telefonlar sinyal verdi. Beyaz saray santralı, dışişleri bakanı Mushie'nin görüşmek istediğini haber verdi. Başkan telefona geldi. Bakan:
“Türk Ordusunun komuta heyeti Ankara'da yönetime el koydu. Herhangibir kuşku ve kaygıya gerek yoktur. Müdahele etmesi gerekenler etti...” dedi. ...Aynı anda, ABD Dışişleri Bakanlığı nöbetçi sözcüsüne ardıardına Associated Press, Reuter ve UPI'nin muhabirleri telefonla sordular. "Evet dedi sözcü, Komuta heyeti yönetime el koydu Ankara'da; ABD vatandaşlarının hayatı tehlikede değil!"
İngiliz BBC radyosu, ajanslarla birlikte dünyaya ilk haberi, ABD Dışişleri bakanlığı sözcüsüne atfen veriyordu. Ankara'da ise, radyonun anteninin ısınıp devreye girmesi ve darbeyi açıklayan bildirinin okunması için stüdyolarda hala bekleşiyorlardı.")
Hiç kuşkusuz ki ABD’ne danışılmıştı. CIA ile birlikte tezgahlanmıştı 12 Mart darbesi bir yana, bazı solcular ve ilericilerin ihtilal olarak benimsedikleri ve Ortadoğudaki Baas Harekatıyla eşleştirdikleri 27 Mayıs müdahelesinin zamanlaması da ABD’nin bilgisi dahilindeydi. Son zamanlarda bu konuda eski ve emekli bir ABD büyükelçisi, bir Los Angelos barında viskisini yudumlayarak Türk gazetecilerinden birine ‘CIA dünyanın her yerinde, özellike Latin Amerika ülkelerinde yapıyor bunu sık sık; hükümetler düşürüyor ve hükümetler kuruyor” biçiminde bir açıklama yapmıştı.
Büyük Hoca ben hiç konuşmamışım gibi, bu arada, asistanına sordu:
“Yani ihtilal bildirisi bizim radyolardan yarım saat sonra mı anons edildi diyorsun?” Sanki onca konuşulanlar boşa gitmişti. Belliki kadın uyuyordu, dinlememişti. Ya da her işine gelmeyen şeylerde yaptığı gibi davranıyordu. Faruk biraz hırsla yanıtladı:
“Evet efendim, evet! Ankara radyosunu ikinci kez açıp bekledim ve tam saat 04.00’de bildiri okunmaya başladı.” Arzu sordu:
“N'olacak şimdi Hocam? Yarın çalışmayacak mıyız?” Hoca:
“Bir kere dedi, yarın değil bugün, çünkü saat 4.30’u geçiyor. Az önce radyoyu dinlemedin mi? Saat 5.00’de sokağa çıkma yaşağı başlıyor, nasıl çalışırız? Şölen gecesini güle oynaya sabaha dek sürdürüp bir ihtilalle noktaladık, artık yatabiliriz çocuklar.”
Baş asistan Faruk: “Doğru efendim dedi, inşallah millet devlet için hayırlı olur. Askerler bir hükümet kurduracaklarına göre, acaba kimi başbakan yapacaklar? Gerçi bunu tartışmak çık erken ama...”
“Bence dedi Hoca, tutucu bir iktidara karşı yapıldığına göre; herhalde ılımlı sola yatkın birini bulurlar. Son altı ay içnde genelkurmay başkanı iki kez mektup yolladı, muhtıra sundu başbakan Demirel'e..” Faruk:
“Belki de 12 Mart'ta olduğu gibi yine teknokratlar hükümeti kurulur!” Restoratör Hüseyin:
“Bu kez yine Karaosmanoğlu'yu IMF’den getirtip, Başbakan yaparlar ekonomiyi düzeltsin diye. Ama devlet yönetmek, banka yönetmeye hiç benzemiyor” deyince, Arzu söze karıştı:
“Doğru, adam hiç birşey yapamamış ve tasını tarağını tpladığı gibi dönmüştü bankasındaki görevine. Wall-street'de bir apartmanda oturuyor. Babamın yakın ahbabıdır hep mektuplaşırlar. Müsaade ederseniz ben de tasımı tarağımı toplayıp odama yatmaya gidiyorum. Askeri darbe bana yaradı. Yoksa bugün kazı alanında açma başında uyurdum vallahi.” Arkasında Sema kalktı. “Ben de çıkayım efendim, biraz çalışmak istiyorum,dedi, mozayikli caddenin çizimlerini tamamlayacağım.”
İkisi birlikte çıktılar. Keramikçi Şencan herzamanki sessizliğiyle oturuyor ve söze pek karışmıyor, sadece dinlemeyi tercih ediyordu. Hoca bana döndü:
“Sustun İhsan bey, az önce atıp tutuyordun yine Amerika’ya, dedi. Nasıl bir hükümet kurduracak askerler dersin? Belki de ılımlı bir sol lider olarak Ecevit'e hükümeti kurdururlar, yahut da Hüseyin'in dediği gibi bir teknokratlar kabinesi oluştururlar!”
Kafam karmakarışıktı. Bu soruya karşılık olarak söyleyebileceğim bir kimse vardı ki adını bir türlü bulamıyordum. Ama öyle Hocanın ve diğer arkadaşların düşündüğü ve tahmin edeceği biri değildi. Adını bulup söylesem, bana güleceklerdi ama gülsünlerdi! O adı ararken ağzımdan başka sözcükler çıktı:
“Hüseyin'in haklı olarak söylediği gibi, devlet bir bankaymış gibi yönetilemez. Ne de bir hastahane veya fabrikadır. Yani ekonomist, doktor veya mühendis de olsa her bakan devlet gemisi yürümez. Gemiyi yürütecek gerçek güç, çoğunluğun yararına uygulanacak bir politika ve bu politikanın ekonomik düzenidir...” Profesör ısrar ediyordu:
“Bırak şimdi laf salatası yapmayı! Sence kime kurduracaklar hükümeti? Onu söyle.” Faruk:
“Herhalde, dedi, alaşağı ettikleri başbakan Demirel,in baş müsteşarı Turgut Özal'a değil!” Hepsi güldüler verdiği bu isme. Bense, anımsamaya çalıştığım kişi olduğu için tam tersine atıldım:
“Bir dakika bir dakika Hocam, arkadaşlar dedim; Faruk bey dalga olsun diye söyledi ve sizler gülüyorsunuz, ama doğrusu budur. Deminden beri kafamda aradığım isim buydu!” Hoca ve diğerleri hayretle sordular: “Ne yani, Özal'ı mı başbakan yaparlar?” . “Çok büyük olasılıkla, evet! Siz ne sanıyorsunuz? Asker yönetimi ele alınca, demokrasi mi yoksa sosyalizmi mi gelecek sanıyorsunuz? Bir kere adını doğru koyalım; asker müdahelesi bir ihtilal değil, darbedir, Faşist düşüncenin pratiğe gecirilmesidir. Ordu daima sertlik ve baskı yandaşıdır; emir kumanda zincirinin gerektirdiği ve savaş halindeki mutlak itaatı ister!.” Hoca:
“Türk Ordusu Atatürkçüdür, dedi. Üstelik genelkurmay başkanı da ılımlı görünüyordu. Muhtıralarında bile Ecevit yandaşı gibi davranıyordu. Onun, hükümeti eleştirirken kullandığı ifadelere benzeyen sözler etmişti. Olamaz bence, devirdikleri bir başbakanın müsteşarına asla hükümet kurdurtmazlar! Bütün bu bozukluklar, terör ve anarşi onların kötü yönetiminden kaynaklanıyordu.”
“Görünüşteki nedenlerden biri” diyerek sözü yine ben aldım. “Gerçekte ise ekonomik düzenin, politik sistemin bozukluğundan; gelir dağılımının adaletsiz üleşiminden kaynaklanıyor. Ama çoğunluk ve halk yararına, yani gelir dağılımından en az pay alanlar yararına düzenin değişmesi askeri darbelerle olmaz. Tam tersine kurulu düzeni ayakta tutan sermayeyi korumak için darbe yapar asker. Turgut Özal'ı, asla başabakan yapmazlar diyorsunuz! Niçin? Ben de bal gibi yaparlar, yapmak zorundalar diyorum. Biliyor musunuz? Bu adam 1970 yılından beri Türkiye'de para ekonomisinin mimarıdır; IMF den gelmiştir ama Karaosmanoğlu'ndan çok farklıdır. ABD de yetişmiş ve Türkiye'de sanayi ve işveren çevrelerinin bir numaralı adamı ve temsilcisidir ve işçi sendikalarının karşısındadır. Kapitalist çevrelerce desteklenmekte...” Profesör’ün hiç aklı yatmadı bu sözlere. Ve “Atatürk milliyetçisi ordumuzun böyle bir adamı nasıl başbakan yapabileceğini düşünebiliyorsun?” diyerek kınadı beni.
“Yapmayınız Hocam. Atatürkçü de değil, kendilerini Atatürk sanan büyük komutanlar hiç bir zaman onun yolundan gitmezler. Atatürk kendi zamanında memleket ve ulus için gerçekten yararlı olacağına inandiği eylemi hiçbir engel tanımadan uygulardı. Kişisel çıkarlarının dışında bir liderdi O. Oysa bu komutanlardan çoğu emekli olduklarında bir büyük bankada ya da büyük Holdıng kuruluşlarında yer kapmak için, güçlüyken yani silah ellerindeyken yatırımlarını yapıyor ve onların eğilimlerine göre davranıyorlar.
Hüseyin araya girdi, “doğru efendim diyerek, Örneğin nişanlımın kardeşinin mühendislik ve müteahhitlik şirketinde emekli bir Korgeneral var. Gürünüşte şirketin müdür yardımcısı. Tek yaptığı şey; şirketle ordu arasında aracılık yapmak. İlişki kurduğu kişiler vaktiyle emrindeki ve şimdi yüksek rütbelere ulaşmış subaylar ya da komutan arkadaşları. Böylece on yıla yakındır, çeşitli yerlerdeki subay lojmanlarından tutunuz da plaj kampinglerine, kışlalara ve hapishaneler değin hepsinin müteahhitliğini bu şirket yapmaktadır. Açık artırma ile ihalelere katılan diğer şirketler hep havasını alıyorlar! Nışanlımın kardeşinin şirketi milyonlar üstüne milyonlar kazanırken Paşa da komıiyonunu alıp oturuyor masanın başında. Sizden ayıp Hoca'm, adam yetmişin üzerinde; 20-25 yaşlarındaki genç kızlarla gece kulüplerinde sabahlıyor!”
O bunları anlatırken, ben salonun bir köşesindeki çantamdan eski gazetelerden birini çıkartıp, “evet, ne demiştim, diye sürdürdüm: İşte Hüseyin canlı tanığı; paşaların arkasında kaitalist çevre var, dolar var ve tüm kocamanlığıyla ABD var. Özal’ı bu çevrelerin adamı olarak neden başbakan yapmasınlar? Daha da önemlisi, 24 Ocak kararlarının mimarı Özal'dır. Avrupa ve ABD'de ekonomik alandaki moneterist sistemin Türkiyede bir çeşit uygulaması olan bu kararların amacı, borçlanarak ekonomik büyümeyi sağlamaktır. Bu bir sonuca bağlanmalıydı. Birkaç ay önce hükümetin parlamenter girişimlerle düşürülmesi gündemdeydi. Bakınız, bir devlet memuru olarak politika yapması yasak olduğu halde baş müsteşar Özal neler diyordu? İlhan Selçuk'un bir yazısı bu: Özal'dan alıntılar yapmış. Hüseyin, gözlüğüm yanımda değil, okurmusun şunu. Şurayı, altını çizdiğim satırı. Hüseyin gösterdiğim yeri okumaya başladı:
“...Biz ekonomik tedbirleri alırken planımızı ilk bir buçuk yıl ve buna ek olarak 4 yıl sürecek bir dönem için yaptık! Böyle her gün hükümet düşürüldü, düşürülecek denen bir ortamda Türkiye'ye ne yabancı sermaye ve ne de kredi gelir.”
“Görüyorsunuz ya, diye araya girdim. Müsteşar yabancı sermayenin temsilcisi ağzıyla konuşuyor. Formülü de 1.5 artı 4 eşit 5.5 yıl. Yani 24 Ocak kararlarının tam 5.5 yıl kesintisiz uygulanması gerekiyor.” Baş asistan Faruk “göreyim şunu” diyerek, gazeteyi Hüseyin'den aldı. Ben, “sadece son paragrafı oku, dedim. Hoca'yı daha fazla uykusundan etmeyelim.”
“Bu 1 Eylül'ün Cumhuriyet’i, gözümden kaçmış yazı deyip, gösterdiğim yeri yüksek sesle okumaya başladı:
“...Turgut Ozal'ın bir yöntemi var. 10 Ağustos 1970 devalüasyonunun da mimarı odur. Devletin maliyesi elindeydi. O zaman devalüasyonun oranı %66 ve doların karşılığı 9 lirayken 15 lira oldu; derin bir operasyon! 1980 devalüasyonunda ise 47 liradan (karaborsada 57 idi) 70 liraya çıkardı. Bu çıkışla birlikte yapılan zamlarla enflasyon hızı sıçrıyor, paranın dış değerinin dengelemek için, ABD dolarını normalin üstünde hesaplamak bir kurnazlık mıydı? Yoksa başkalarının hesabına mı çalışmaktır? 1970 Türkiyesini 12 Mart'a götürmüştü. Bakalım bu kez nereye götürecek?”
"Görüyorsunuz ya diye ekledim, işte getirdi 12 Eylül’e. Türkiye Cumhuriyetini ve demokrasiyi gözleme ve kollama görevini üstlendiklerini iddia eden komutanlar, madem öyle, üç ay önce Demirel hükümetinin parlamenter sistem içinde düşürülmesine yardım etselerdi! Ama hayır, kurulu düzeni ve sermayeyi koruma görevini yerine getirmek zorundaydı. Çünkü Özal'ın ağzından Dünya Bankası konuşuyordu ve ABD konuşuyordu: Bu plan 5.5 yıl sürecektir! Türk parasının değeri düşecek; dış borçlar ise bu düşüş oranındaki artışla ödenecekti. Demokratik hükümetler bu işi dünyada yürütemezlerdi. Çünkü baskı grupları var; işçi sendikaları, demokratik meslek kuruluşları, dernekler var. Anarşi iyice körüklenmeli, terör eylemleri artıp insanlar ölmeli, sokaklarda tarlalarda kanlı saldırılar olmalı ki, öngörülen sistemi uygulatacak olan askeri güç gelsin! Kuşkusuz üç-dört yıl sonra Dolar 500 TL sını aşacak. Gümrükler kalkacak ve Liberal kaitalizm'in ekonomik yanı seçeneksiz uygulama alanına konulacak. Yabancı mallarla yerli ürünlerimiz zor rekabet eder!
“24 Ocak kararalarıyla Liberalizm adına ellerine tutuşturulan ve aslında dış alacaklıların borçlarını ve yabancı sermayeyi korumaktı. Birşeye yaramayan büyüme reçetelerini iktisat politikası diye uygulamaya başlamışlardır, ama ülke halklarına zarar verecek sonuçlar çok yakında ortaya çıkacaktır. Asker bu uygulamaya zindanları doldurarak, düşünen beyinleri susturarak ve tüm özgürlükleri ortadan kaldırarak yardımcı olacak, daha doğrusu gerçekleşmesini sağlıyacaktır. İşte bütün bu nedenlerden dolayı Turgut Özal'ı başbakan yapacaklar diye iddia ediyorum. Seçimler mi? Demokrasi mi? Zor gelir bunlar. Gelse de vesayet demokrasisi olacaktır çünkü arkasında hep militarizm duracaktır.”
Kafamda oluşup dilime gelenleri kimseye fırsat vermeksizin konuşuyordum. Soluk aldığımda baş asistan:
“Yeter İhsan hoca dedi, kapkara bir tablo çizdin önümüzdeki yıllar için. İnşallah dediklerinin hiçbiri olmaz.”
“Gelen ağam giden paşam” kafasına sahip olan Profesör çoktan uyumuştu koltuğunda. Faruk'un bu sözlerine karşı, “yanılmayı çok isterim” diye mırıldanırken O, radyoyou açmıştı ve darbe bildirisi yineleniyordu. Dışarıda, tepeden tırnağa silahlı askerlerle dolu kamyonlar ve zırhlı araçlar yerleri tıtreterek Akdeniz Caddesinden geçmeye başlamışlardı istasyon binasının hemen önündeki. Binanın camları zangırdıyordu. Hoca yerinden sıçrayarak uyandı ve çevresine bakınıp: “N'oluyor, ne bu gürültü? Deprem mi oluyor yine?” diye sordu uyku şaşkınlığı içinde.
“Korkmayınız efendim, uyumanıza bakın, dedim yüksek sesle. Silahlı kuvvetlerimizin sarsılmaz güvencesi altındasınız, binanın sarsıntısından korkmayınız.”
Hava ağarmıştı, birkaçımız zırhlı araçların geçişini seyretmeye başladık balkona çıkarak. Askerlerimiz çok ciddiydi, görünmez düşmanın üstüne üstüne gidiyorlardı...