Ekibi oluşturan arkeolog, araştırmacı, uzman ve ayrıcalıklı arkeoloji öğrencileri iki arabaya doluşmuş kazı alanına gidiyoruz. Sabahın bu erken saatlerinde herkesin gözünden uyku akıyor. Yine güneşi Aksu ayırımına yaklaştığımızda, Beydağlarının doruklarından biz çekip çıkardık; ışıkları iğne iğne gözlerimizi dağlıyor. Kimsenin konuşmaya gücü yok. Çoğumuzun gözleri kapalı, uyuyanlar da var. Bereket versin sürücülerimize güvenimiz sonsuz. Herkes susuyor, sadece arabaların motorları konuşuyor homurtularla ve dönen tekerleklerin çıkardığı cızırtılar da birşeyler anlatıyor bizim anlayamadığımız. Belki de son hızla dönerlerken çektikleri korkunç acıları dile getiriyorlardır kimbilir!
Aksu ayırımında büyük asfalt yoldan, İhsani’ye giden yarı asfalt şoseye saptık. Üç beş dakika sonra kazı alanında olacağız. Küçük bir boyunu dönünce antik ören bekçisi Ali’nin evi görünüyordu. Bekçi şaşmaz bir memur davranışı içinde her sabah silahını takınmış ve resmi kılığıyla; ceketi düğmeli, ayakkabları boyalı kapının önüne çıkmış olurdu bizleri geçerken selamlamak için. Bu sabah kapının önünde yalnız değildi. O yolun ortasında tek başına ileri geri yürüyordu, ama evin önünde kadınlı erkekli hiç de olağan sayılmayacak bir kalabalık vardı.
Arabayı kullanmakta olan baş asistan arkadaş:
“Bekçi Ali iri bacaklarıyla yolu arşınlayıp duruyor ya, dedi. Ama eve girip çıkan bu kalabalık da neyin nesi?” Arabanın hızını kesmişti. “Burdur’dan yaşlı anası gelmişti, biraz rahatsızdı. Öldü mü yoksa?’’ diye tahmin yürüttü.
“Belki de!’’ diyerek onu onayladım.
Bekçi Ali’nin oturduğu ev tiyatro binasının yakınındaydı. Onbeş bin kişilik antik tiyatronun yerlerde yatan büyük yapı taşları, mimari mermer parçaları arasında kaybolmuş gibiydi. Aslında bu bina, antik kalıntının bekçisi yada bir başka görevlisi için yapılmış değildi. Bu antik kenti, Perge’yi ziyarete gelen yerli yabancı turistler için devlet tarafından yaptırılan ve kadınlara ve erkeklere ayrılmış iki bölümlük bir WC binasıydı. Kayıtlarda yüznumaraydı, ama hangi yetkilinin buyruğuyla gerçekleşmişse, lojman olarak Bekçi Ali’ ye tahsis edilmişti. Uzun boylu ve iri yapılı Burdurlu Ali, yarısı boyundaki kınalı saçlı karısı, iki oğlu ve bir kızıyla burasını mutlu bir yuva olarak şenlendiriyordu. İki yüznumarayı birleştirip, kabineleri ortadan kaldırarak, üç odalı bir konuta çevirmişti kendi elleriyle.
Antik ören yerinin diğer bekçisi Toparlar köyünden, en varlıklı bir ailenin çocuğuydu. Evi hemen doğu surlarının yakınındaydı, aradan bir küçük su kanalı geçiyordu o kadar. Araları hiç de iyi değildi. Üstelik kazı yönetimi öbür bekçinin kardeşini, makinist kadrosuyla ekibe katmış ve böylece bütün bütüne Ali’nin aleyhine deng bozulmuştu. Ama buna karşılık her kazı mevsiminde karısı ve oğlu kazı ekibinin suyunu sağlıyor ve öğle yemeklerinde masasını hazırlayıp kaldırıyor ve barakanın temizliğini yaparak para kazanıyorlardı. Özellikle bu yıl onsekizine basmış olan oğlu İbo, tam oniki yaşından beri ekibin bir parçası olmuştu. Sucumuzdu İbo. Tatlı dilli, saygılı, şeker gibi bir çocuktu. Onu sevmeyen yoktu. Ancak İbo bu yıl fazla çalışmadı. Kazı başladıktan bir hafta sonra kazı başkanı büyük Hoca’nın huzuruna çıkıp:
“Hocam, demişti sevinçle, Belediyede açılan elektrik teknisyeni yardımcılığı sınavına girmiştim ya, bugün haber geldi, kazanmışım. Hemen yarın başlayacağım.’’ Mektubu gösterip Hocanın elini öptü. Ekip elemanlarını görevleri başında ziyaret ederek, hellalık istemiş, küçükten büyüğe ellerini öperek veda edip gitti. Arada bir boş kaldığında, izinli olduğu günlerde yine gelip, işini devrettiği annesi ve kardeşine yardım ediyor, biz de kendisine ‘’mühendis bey!’’ diyerek şakalaşıyorduk. Hiç unutmam ayrılışını, sevinçten uçuyordu. Devamlı bir iş bulmuş ve ekonomik özgürlüğüne kavuşmuş olmanın mutluluğuydu bu. Kendisi bilmiyordu, ama Antalya’da altı ay devam edip aldığı elektrikçilik kursu Milli Eğitim onaylı diploması, Hoca işe karışmasaydı pek öyle işe yaramayacaktı. Bir yıldır başvurmadığı yer kalmamıştı. Hoca işe el koyup Belediye başkanıyla görüşmüş ve usülen bir sınav yaptırılarak işe alınmıştı.
Bekçi Ali’nin evinin önüne yaklaşınca, arabaları durdurup indik. Asistan Faruk’la aynı anda sorduk bekçiye, “Ne oldu Ali? Ne bu kalabalık?’’ Bekçi Ali’nin gözleri kan çanağına dönüşmüş, yorgunluk ve uykusuzluk akıyordu. Yüzü sapsarıydı. Korkunç bir direniş ve gerilim içinde alışkanlığını sürdürerek hazırola geçti ve bütün soğukkanlılığıyla:
“Oğlum İbo’yu kaybettik, başımız sağolsun!’’
Şaşırmıştık, sarsılmıştık. Nasıl olduğunu, ne olup bittiğini bir türlü soramıyorduk. Mutlaka bir kaza idi. Dün saat beş buçuğa doğru işe son vermiş, araç gereçlerimizi barakaya yerleştirirken yanımıza uğramış, iyi akşamlar dilemişti her zamanki güleç yüzüyle. İhsaniye elektrik hattında bir telin koptuğunu ve onu onarmakla görevlendirildiğini, iki kişi olduklarını, ama arkadaşının evi uzak olduğundan onu gönderip işi tek başına üstlendiğini ayak üstü bir çabuk anlatmıştı. Elektrik onarım araç gereç çantasını yüklenirken,“güneşin batmasına daha birkaç saat var. Uzakta değil direk batı nekropolünün hemen önünde. On dakikada orada olurum, yarım saatlik işim var’’ diye konuşarak çekip gittiydi. Yine Faruk’la ikimiz birden arkasından bağırmıştık:
“İbo aman dikkat et yüksek voltajlı ana hat direklerine çıkarken. Lastik çizmelerin sağlam olsun!’’ Uzaktan dönüp yanıtlamıştı:
“Lastik çizmlerim de eldivenlerim de yepyeni. Daha önce de iki üç kez onbin voltluk teller bağladım.’’
İkimizin kafasından da bunlar geçerken, Ali anlatmaya başlamıştı bile:
“Dün İhsaniye hattındaki bir kopuk teli onarırken elektrik çarptı; çizmesinin tabanına bir çalı dikeni mi yoksa direkten küçük bir kıymık mı batmış ne! Kimse bir şey anlamadı ya, iğnenin yıldızından küçük bir delik yüzünden mi gitti oğlum? Ne yapalım eceli bu yoldaymış, kadere karşı gelinmez. Allah verdi Allah aldı. Allah onu bizden çok seviyormuş!’’
“Başınız sağolsun Ali!’’ dedik. Çok üzülmüştük, kendimizi zor tutuyorduk ağlamamak için. Gözlerimiz iri iri yaşlarla dolmaya başlamıştı. Ama Ali’deki direnç, yorgun ama kupkuru gözleri bizleri şaşırtmıştı.
“Sağolun, dostlar sağolsun! Siz de ağlamadığıma hayret ediyorsunuz, diye sürdürdü; bir damla bir yaş dökmeyeceğim, oğlumun cennetteki yerini ıslatamam. Onun yerini yaş yapmam ben. Babaların gözyaşları seldir; oğlumu bir de selde boğamam. Onu bizden çok sevdiği için Allah elimizden aldı, Allaha asi gelemem ben. Elektrik melektrik bahane, eceli bu yoldaymış, alnının yazısı!’’
İkimiz de adama bakakalmış, kıpırdıyamıyorduk. Büyük Hoca henüz gelmemişti. Ekipten kızlar içeriye girdiler. İbo’nun annesi haykıra haykıra ağlıyordu. Bir yandan da yanık sesiyle ağıt yakıyordu oğlunun gençliği ve zamansız ölümü üzerine. Bekçi Ali kupkuruydu. Aslında içinden kan ağlıyordu. Ancak günah duygusuyla girmiş olduğu psikolojik telkin altında bulunduğundan, gözyaşlarını dışarı dökemiyordu. Habire konuşuyor, kupkuru bir ağaçtan ses geliyordu sanki:
“Kasaba doktoru akşamdan gelip raporunu yazdı savcıyla birlikte. Bereket otopsiye gerek duymadılar. Eğer ölüsünü kesip biçselerdi, işte o zaman ben de ölürdüm. Oğlumu kendi ellerimle yıkayıp kefenleyeceğim. Bir damla gözyaşı abdesti bozar, oğlumu abdestsiz gönderemem öbür dünyaya, fasık gönderemem!’’ Son cümleyi yineleyerek, bir robot gibi yine yolun ortasında gidip gelmeye başladı.
Öğrendik ki, araba tutulmuş 12 bin liraya, cenazeyi Burdur’a götürmek için. Faruk’a baktım, anlamıştı ne demek istediğimi. Kulağıma eğilip:
“ Yapamam dedi, ben cenazeden korkarım. Yoksa arka koltuğu kaldırdıkmı tabut arabaya sığar!’’
“Hiç değilse parasal yardım!’’ dedim yavaşça.
“Bak bunu yapabiliriz. Zaten kadın çalışıyor. Hoca ile konuşalım da onbin liralık bir yardım yapalım. Rahmetlinin kazıya çok emeği geçmiştir. Annesini biraz fala çalışmış gösterir, kitabına uydururum ödemeyi..’’
Üç gün sonra Oğuz’dan öğrenecektim İbo’nun ölümünün nasıl olduğunu. Onun en yakın arkadaşıydı. Kazı süresince benimle çalışır, yazılı taşların kağıt çıkartma kalıplarını almama yardım ederdi Oğuz. Ben kağıda kopya ederken, yada yazıtı çözme denemesi yaparken o yıkar temizlerdi. Grek harflerini öğrenmiş, bazen harf harf söyleyerek kopya etmeme yardımcı olurdu. Epigrafi konusunda öğrencilerimden ileriydi benimle sürekli pratik yaptığından. Öyle ki üç kazı mevsimi içinde, yazıtlara baktığında harf özelliklerini, tek tek açıklayıp, hangi yüzyıllara ait olduğunu söyleyebiliyordu.
Üç gündür can-ciğer arkadaşı İbo’ya ağlamaktan, gözleri şişmiş kıpkırmızı olmuştu. Antik kentin batı surlarının dışındaki nekropol (mezarlık) alanında çalışıyorduk. Bir anıtsal mezarın yazıtının kağıt çıkartmasını yaptık. Yazıt 60’lı yıllarda Prof. Mansel tarafından yayınlanmış ve yorumu yapılmıştı. Kırık satırlar onun tarafından tamamlanmıştı. Ancak parçalar halinde bulunan Gnaius Postumius Cornutus yazıtını çözdükten sonra, onunla bir ilişkisi olabileceğini düşünerek yeniden gözden geçirmek istemiştim. Taşın üzerindeki, büyük harflerle ve sözcükler ayrılmadan yazılmış yazıtın transkripsiyonunu yaptım, yani küçük harflerle kağıda geçirdim sözcükleri saptayıp ayırarak. Sonra yayınlanmış metinle karşılaştırdım. Yeni bulunan yazıtta adı geçen kişiyle akrabalığı söz konusuydu. Böyle olunca Mansel’in, mezar sahibinin kırık olan birinci adını Iulius olarak tamamlaması doğru değildi, Gnaius olacaktı. Kesindi bu. Büyük hamama bitişik gymnasionunun ek soyunma binasını yaptıran Gnaius Postumius Cornutus’un oğluydu. Bu ilişkiyi saptayınca sevinçten haykırmıştım. Oğuz ise sevincime katılmamış, üzgün üzgün 15-20 m. ileride tarladaki elektrik hattının geçtiği direğe bakıyordu. Bu direğin tepesinde İbo elektrik akımına kapılarak can vermişti.
“Oğuz dedim, ölenle ölünmez. Onu ne kadar sevdiğini ve şu kasabada tek ve biricik arkadaşının o olduğunu biliyorum. Üzülmekle ağlamakla geri gelmez artık İbo. Bir dikkatsizliğin, tedbirsizliğin kurbanı oldu. Sen de anımsarsın belki, aynı gün kendisini uyarmıştık çizmelerine dikkat et diye! Hiç delik çizmelerle onbin voltluk akım taşıyan tellere dokunulur mu? Kurs sırasında kimse kendine anlatmamış mıydı? Hiç elektrikle ilgili kitap okumamış mıydı?’’
“Yok Hocam, dedi Oğuz ağlamaklı. Çizmeleri de eldivenleri de yepyeniydi.’’
Ne demekti bu? Bu delikanlı, elektrik direğine çıplak ayakla tırmanmadı ya, ağaca çıkar gibi?
“Sen yanındaymışsın, dedim, savcıya tanık olarak olup bitenleri sen anlatmışsın!’’
“Bazı şeyleri söyleyemedim, utandım. Kuşkudan öleceğim vallahi, belki de ondan değildir.’’ Şaşırmıştım. Merak içinde sordum:
“Ne oldu? Nasıl olup bitti o korkunç olay? Anlat bana ayrıntılarıyla, hiç kimseye söylemem.’’
“Biliyorsunuz, diye başladı, aynı gün kazı barakasına uğramıştı. Kaş-göz aramızda anlaştık; batı surlarının dibinde beni bekleyecekti. Sizden ayrılınca, İbo’yu dediğim yerde bekler buldum. Şakalaşarak, güle oynaya bir yarım saat daha geçirdik. İlk aylığını almış ve çok sevinçliydi. Ben direğin altında oturarak onu izlemeye koyuldum. Bir yandan konuşuyor, bir yandan da direğin tepesinde kullanacağı araçları beline bağlıyordu. Yeni almış olduğu çizmeleri ayağına, eldivenleri ellerine geçirdi. Sonra direğe tırmandı. Bir maymun çevikliğiyle bir dakika içerisinde direğin tepesine çıkmıştı. Sarkan teli iki eliyle tutup kaldırdı ve:
“Rayından çıkmış! Diye bağırdı. Şimdi yerine takıp vidasını sıkıştırdımmı, tamamdır.’’ Teli rayına yerleştirirken bir kıvılcım çıktı, korkuyla irkilerek bağırdım:
“İbo dikkatli ol! Sen orada çalışırken ben burada ecel terleri döküyorum.’’ Kahkahayla gülerek, “Korkma oğlum diye karşılık verdi. Tehlikesini biliyorum, önlemimi almışım ben. Tamam teli yerine yerleştirdim. Sanki sırası şimdi nasıl da sıkıştım. Neredeyse kasıklarım çatlayacak, geri dur işeyeceğim! Yukarı doğru da bakma.’’ Bu kez ben gülmeye başlamıştım.
“Buna korku sidiği denir, dedim. İnsanın korkudan kaçacağı yerde sıçacağı gelir.’’ Cümlenin sonunu henüz getirmiştim bir çatırtıdır koptu. Anında ateşten bir sicim gördüm. Aynı anda acı bir haykırış. Ve İbo dolu bir tahıl çuvalı gibi, pat diye önüme düştü. Ağlayarak tutup kaldırdım, sarstım. Cansızdı, ölmüştü. Sağ ayağından başlayarak bacağı baştanbaşa kasığıyla birlikte kömüre kesmişti. Elini yavaşça kaldırıp, önünün fermuarını çektim. Nereden düşündüysem o korkunç anda, ayıp yerlerinin dışarıda kalmasını istememiştim. Tellerin üzerine işediği için mi ölmüştü? Ölüm nedeni bu olabilir mi Hocam? Söyleyiniz Allah aşkına!’’ Yine hıçkıra hıçkıra ağlamaya başlamıştı.
Elimi omuzuna koydum.
“Ağlama artık, dedim. Anlattığın gibiyse, gerçekten ölüm nedeni bu. Sıvıların akım geçirdiğini biliyorsun...’’ Oğuz acı dolu bir mırıltıyla son cümlesini söyleyip işine devam etti:
“Demek ki ona kimse, elektrik direğinin tepesinden işenmez, dememişti’’