Oku, bilgilen, fikir sahibi ol; zihnin ve gönül dünyan zenginleşsin! Dr. Ismail Kaygusuz

Arzu Kıza Bir Artemis Sevinci

Yılların asistanı Faruk kazının ikinci başkanıydı. Parasal sorumluluk hep onun üzerınde; harcamaları, girdileri çıktıları o yapıyordu. Kültür bakanlığı, Fakülte, özel kuruluş veya özel kişilerin Antalya bölgesi arkeolojik kazıları için verdikleri paralar kazı başkanı adına geliyorsa da, baş asistanını yetkili kılmıştı bu konuda. İki imza ile çekilen paraları asistan harcıyordu; yani kazı araç gereçlerini sağlıyor, işçi ücretlerini ödüyor, kazıya katılan uzmanların yiyecek yatacak ve para işlerini de o ayarlıyordu. Bu tür çalışma elbette ki kolay değildi. Üç ay boyunca 100’e yakın işçinin, uzman arkeolog, stajer öğrenci, asistan, öğretim görevlisi ve üyelerinin puvantaj cetvelleri ve bordolarını günü gününe işleyip, milim kaydırmadan bu işi başarıyordu. İşi gücü hesaplarla uğraşmak mal müdürlüğü, defterdarlık, valilik ve banka, PTT arasında mekik dokumaktı. İstediği an İstanbul veya Ankara'ya uçuyordu. Uçak yolculuğu ayrıcalığı kazı başkanı ve ona tanınmış olmalıydı ki, diğer bütün elemanlara otobüs parası ödeniyordu. Her şey onun elindeydi. Aslında bu başarısının sırrını bilenler yok değildi; kazıya katılan uzman ve diğer görevlilere verilen ücretten iki üç kat fazla ödeyerek, yani pazarlıkla bir muhasebeci tutuyormuş..

Kendisi arkeologdu, doktorasını kazı yapılmakta olan antik kentin mimarisinin yapı elemanlarından bilmem ne frizlerini inceleyerek yapmıştı. Doçentlik tezi de aynı kentin hamam yapıları üzerineydi ve yıllardır üzerinde çalışmaktaydı. Tez yapmak malzeme, zaman ve para gerektirir; bu arkadaş için herşey hazırdı. Gerçekten armut çoktan pişmiş, düşmek için ağzını arıyordu. Ama o, hesap kitap yapmak, altındaki kazı arabalarıyla oradan oraya koşuşturmaktan, bilimsel çalışmaya zaman ayıramıyordu ki! Her yıl en az bir ay boyunca hamam ve çevresinde kazı yaptırıyor kendisi için, ama sadece kazı raporlarını toplayıp yığıyor yığıyordu. Onları tetkik edip de, hiç kimsenin eline geçmiyen böyle bir fırsattan yararlanarak, bu verilerden bir  makale bile üretmiyordu. Gerçekten baş asistan bir işyeri müdürü, bir yönetici olarak oldukça yetenkliydi. Gerçi kazı ile ilgili bir yayının yapılması kazı başkanının yüksek izinlerine bağlıydı; kendi ilgi alanının çok dışında bile olsa, öyle kolay izin vermezdi. Ama baş asisitan, mimar yada yazıt uzmanı değildi ki çeşitli hakaretlerle engellensin, yardımcısı ve sağ koluydu…

Öğleye doğru malmüdürlüğünden kazı istasyonuna geldi. Mr. Davit’in armağanı aile boyu Chevroleyi sokağın başında bırakmıştı. Binanın önündeki bahçede, duvarın dibinde kazıdan çıkmış olan keramikler yığılıydı. Orada su dolu birkaç plastik leğen içinde keramikler, hortum, fırça ve diğer keramik temizleme araçları duruyordu. Arzu ise ortalıkta görülmüyordu. Kazıya katılma mutluluğuna ermiş arkeoloji öğrencilerinden biri olan Arzu dün akşam odasına gelmiş “Hocam demişti, kendimi pek iyi hissetmiyorum; rahatsızım biraz, yarın istasyonda kalabilirmiyim? Boş oturmam keramikleri yıkar temizlerim.” Kazılar sırasında çıkarılan üzeri figürlü, antik önemi olan renkli ve tarih belirleyen keramik parçaları, değerlendirmek üzere buraya getiriliyordu. Faruk izin vermişti bu gün için. Zaten onun torpiliyle gelmişti kız. Arkeolojik kazılara katılmak için ya kazı başkanı yada yardımcısının gözde adamı olmak gerekiyordu. Edebiyat Fakültesi Arkeoloji Bölümünde düzenli kazı pratiği dersleri olmadığı için, eğitimsel bir ölçüt yoktu kazıya katılım için. Kazılarda çalışan ekibi oluşturan uzmanlar, başkana hizmet ediyor ve onun ününü artırmakla yükümlüydüler sanki. Kazı ekibine katılmak için de, profesör, genel müdür, dekan yada bakan vb.kızı olmak, büyük yerlerden tavsiye getirmek gerekiyordu. Çok güzel, alımlı kız olmak da seçim için ölçüt olabilirdi. Erkek öğrenciye gelince, yukarıdaki özelliklerin dışında özel arabası olanlar, kolej eğitiminden geçmiş yabancı dil bilenler tercih ediliyordu. Dört yıllık arkeoloji öğretimini genellikle 6 yılda bitiren öğrencilerin çoğu, hiç arkeolojik kazı görmeden arkeolog oluyorlardı. Bunun en güzel esprisini bir hafta önce Fuat hoca yapmıştı kazı başkanına gönderdiği bir mektupla. Fuat hoca, kazı başkanının yaşlarında vardı. Yaşamının yarısı arkeoloji öğrencisi olarak geçmişti abartmasız. Tek başına yaşayan, toplumun sakıncasız deli, yarı kaçık olarak dışladığı bir kişiydi. Beş altı yıl önce Prof. Mansel'in odasında pencereye çıkıp “yirmi yılım bu fakültenin öğrencisi olarak geçti. Arkeolojiyle yakından ve uzaktan ilgisi olan bütün ders ve kursları izledim, sizler kadar arkeoloji bilgim var. Ama mezun alamıyorum. Eğer beni mezun etmezseniz kendimi pencereden atacağım!” diyerek diplomayı almıştı. Onca yıl boyunca asla kazıya katılamamış. Arkeoloji, adamın hayatıydı, bilmdiği konu yoktu. Eline para geçtikçe de yurdun dört bir yanındaki antik kalıntıları tek başına gider dolaşırdı. Onca yıldır da,  bıkıp usanmadan Antalya bölgesi kazı başkanlığına, kazıya katılmak için başvuruyordu, mektuplar yazıyordu. Bu kazı mevsimi başında yine başvurusuna gülünüp geçilmişti. Bir akşam yemeğinde kazı başkanı, solunda oturan yazıt uzmanına bir zarf uzattı:

“Bu mektup Fuad'dan dedi, oku da dinleyelim. Bakalım ne yazmış bizim deli yine!” Yemeğe yeni başlamış kazı ekibi gülmek için, kaşıklarını bırakıp mektuba kulak kesildiler.

“Sayın Perge Tanrıçası Diana”, diye başlıyordu başkana hitaben. “Önce selam-kelam, sonra okumaya devam. Arka sayfaya geçin. Katlanmış kağıdı açın  ve bir göl var içinden geçin!” Yazıt uzmanı ciddi ciddi okurken, herkes gülmekten kırılıyordu.

“Bakın bakın gölde neler var? Kıyıdaki kazı gördün mü, kazı? Yirmi yılda arkeolog oldum. Beş dilden haykırarak söylüyorum: Ben bir arkeoloğum, Ego sum archeologus, eimi arkheologos (eimi  arceologos), I'm an archeologist, Je suis un archeologue! Bana sorarlarsa, ‘madem arkeologsun hiç kazı gördünmü?’ El cevap: Kazı gölde gördüm. İmza: Fuad” Kazıya katılanların hepsi yüksek bürokrat yada Levent - Kadıköy burjuvasının çocuklarıydı, Fuad'ın espirisini ne diye anlamaya çalışacaklardı? Kahakaha gırla gidiyordu...

Baş asistan Faruk'un bu saatte kazı istasyonuna uğramasının nedeni Arzu'nın keramikleri yıkayıp yıkamadığını gözlemekti. Arka kapıya çıkan merdivenleri ikişer atlayıp, kapıdan içeri süzüldü. Keramik yıkama yerinde olmadığına göre, odasındaydı belliki. Belki de binada kimse olmadığından yararlanarak içeride çırılçıplak dolaşıyordur. Öğrenciliğinden beri, on yılı aşkın bir zamandır bu kazıya katılıyordu, nelere tanık olmamıştı ki! Birinci kata çıktığında Arzu'nun kaldığı odanın yarı açık olan kapısından  anlaşılmaz heyecanlı sesler geldiğini farketti.

Faruk'un onu paylamak için sadece bir tek nedeni vardı; görevini yapmamış, yani ne keremikleri yıkamış ve ne de birbirine benzeyenleri gruplara ayırmıştı.“Arzu! diye bağırdı, Neredesin? Dünkü keramikler olduğu gibi duruyor!” Yukarı çıkar gibi yaptı birkaç basamağa ayaklarıyla vurarak. Dinledi. Yukarıdan patırıtlar oldu. Bir yandan da “Geliyorum hocam, diye karşılık verdi kız, siz zahmet edip de yukarıya çıkmayınız!” Bir genç ile birlikte indiler. Aralarında hiç birşey olmamışçasına yakın akrabalık havasına bürünmüşlerdi. Ama kızın çala-tarak taradığı saçları ve sadece göğüslerini kapatan bluzunun düğmelerini birer atlayarak iliklemiş olması aralarında bir altüst oyunu geçtiğini belli ediyordu. Kırıtarak, “ne zaman geldiniz hocam? Arabanın sesini bile duymadık. Yukarıda Okan’la eve mektup yazıyorduk, diye usturuplu bir yalan kıvırdı. İki üç kağıt değiştirdim şunu yazalım, şunu yazmayalım derken.” Gerçekten bir kanıt gibi elinde tuttuğu mektubu arkadaşına verdi. O da yavaş bir sesle:

“Hocam Allahaısmarladık dedi, öğleden sonra İzmir'e gideceğim. Üç gün sonra da İstanbuldayım!” Faruk duymazlıktan gelip, uzattığı elini bile sıkmadan Arzu'ya gönerek konuştu:

“Akşama geldiğimde bu keramikleri yıkanıp temizlenmiş ve gruplanmış göreceğim anladın mı?” diye öfkeli bir buyruk verdi. Sonra gözlerini kızın gözlerine dikerek; “Ne bu halin kız?, dedi. Mektup yazarken çok heyecanlanmış olmalısın, saçların darmadağınık. Bluzunun düğmelerini bile yanlış iliklere geçirmişsin!..”

Faruk Akdenizin koyu lacivert bir gecesinde, kazı istasyonu binasının denize bakan balkonunda, elindeki bergamut kokteylini yudumlarken anlatıyordu olayı, çok daha fazlasını görmüştü. Kendi yaşlarındaki yazıt uzmanıyla birlikteydiler. Diğer odalardan birinden kahakaha sesleri geliyordu. Faruk hafif çakırkeyif olmuştu.

“Bu konularda dedi, cesur ve yetenekli değilim ki...” Cümlesini tamamlayamadı. O sırada diğer asistan balkona girdi. Sedat birkaç yıllık doktora öğrencisi ve bölümün ikinci asistanıydı. Gençliğinden beklenmiyen bir hocalık ciddiyeti taşıyordu. Oldukça öfkeliydi.

“Faruk bey sizi arıyordum, diye konuştu sinirli sinirli. Bu Arzu kız da çok oluyor. Henüz üçüncü sınıf öğrencisi, hocalarına karşı nasıl davranacağını bilmiyor. Ben onun muhatabı değilim, böyle şakalara gelemem. Yatağıma kaplumbağa yavrusu koymuş!”

Diğer ikisi kahkahayla gülmeye başlamışlardı. Elinde tuttuğu kır kaplumbağası yavrusunu ışığa tutup göstererek sürdürdü:

“Yatağıma yattıktan az sonra bacaklarıma doğru birşeyin tırmandığını hissettim. Yılan sandım, öyle bir korktum ki! Şiddetle yorganı üstümden fırlatıp, ayağa kalktım. ‘Tak!’ diye bir ses çıktı. Avluda gülüşmeler başlamıştı. Işığı yaktığımda, sırtüstü yere düşmüş debelenen zavallı yavru kaplumbağayı gördüm. Onu kaptığım gibi kapıya koştum bağırarak. Kimse yoktu salonda, ama fısıltılarını duyuyordum Arzu’nun odasından. Ben ona ne yapacapımı biliyorum; yatağına kocaman bir hıyar ya da patlıcan koyacağım!”

Faruk ayağa kalkmıştı. Elini babacan tavırla onun omuzuna koyarak, “arkadaşım dedi, daha gençsin, alışacaksın. Sonra hıyarı patlıcanı ne yapsın? Salata mı yapacak kız? Onun yatağına seni koyalım, olsun bitsin. Biz de düğününüzü yaparız” Hafif sallanarak içeri girdi. Yeni asistan ne diyeceğini şaşırmıştı...

Aradan tam beş gün geçmişti. Öğle paydosundan kazı işçileri işlerini yeni bırakmış, harabenin içinde bir sur veya bir anıtsal yapının gölgesine çekilmişler. Orada evlerinden getirdikleri yemeklerini, her zamanki düzen, yani küçük kümeler halinde yeme hazırlığı içindeydiler. Kazı uzmanları ise, içinde çalıştıkları kazı barakasının taraçasına konulmuş uzun yemek masasındaki yerlerini almış, kazı başkanı  Bayan Prof.ü bekliyorlardı. O, barakaya en uzak ve mozayikli caddede çalışmakta olan postaya uğramıştı. Orada, Bizans dönemi mozayikli caddesi üzerindeki dükkanlar açılıyordu. Bir kaç mozayik yazıtı bulunmuştu. Onları incelediği için geçikmişti. Barakanın ünündekiler bu gecikme anında kimisi tartışmaya girmiş, bazıları ise barakaya girip çıkarak tedirginliğni açığa vuruyordu. Arzu’nun ise çok heyecanlı olduğu görülüyordu. Fısıltılara bakılırsa, kazı açmasında çok önemli bir buluntu ele geçirmişti. Bazıları onun sevincine katılıyor, bir kısmıysa çocuksu heyecanına gülümsüyorlardı.

Sonunda Profesör, antik yapı taşları arasında antika giysileriyle göründü. Kısacık boyuyla taşlar arasında bir koybolup bir ortaya çıkıyordu. Kazı başkanı, dünyaca tanınmış bir arkeologdu. Antik heykeller konusunda otoriteydi. Şansından da her kazı mevsiminde bir düzüne heykel bulunuyordu. Bu konuda bir kaç yabancı dilde kitapları çıkmıştı. Yaşı yetmişe dayanmıştı, ama antik kalıntılar arasında dinçleşyor, yeni buluntular tutkusu içinde güçleniyordu. Her hazırladığı makalede arkeoloji bilimine yeni bilgiler katmanın mutluluğuyla canlanıp gençleşiyordu sanki. Ama hiçbir zaman gerçek bilim adamı alçak gönüllülüğüne sahip değildi. Yanıldığını asla kabul etmeyen ve kendini beğenmişlik, kişiliğinin özünü oluşturuyordu. Yirmi- otuz metre uzaktaki bir taşa dayanıp seslendi:

“Hey epigraf bey! Bu gün çıkan mozaik yazıtlarını gördün mü? İki satırını çözmeyi başardım, mesleğini elinden alacağım haberin olsun!”

Şaka yapıyordu büyük Hoca ya, kendi ilgi ve bilgi alanının dışında da iddialarda bulunmaktan çekinmeyen biriydi Bu yüzden çok kere gülünç durumlara düştüğünün farkında olmuyordu. Yazıt uzmanı karşılık verdi:

“Gördüm efendim, yazıtı okudum. Bir işyeri panosu özelliğini taşıyor. Yemekten sonra açıklarım.” Israr ediyordu:

“Hangi yüzyıla ait? Bana göre Geç Bizans!”

“Hayır efendim, tam tersine  erken Bizans, 4.5. yüzyıllara ait. Theodotos adında bir hekimin işyeri.” diye açıklama yaptı. Yazıt uzmanı kısaca önemini de vurguladı. Ama o önemsememiş görünerek, sadece okuyabildiğini göstermek için “Birinci satır, Erasteron, değil mi? dedi, ne demek bu kelime?”

“Erasteron değil efendim, Ergasterion ve tam Türkçe karşılığı İşyeri”

Hocanın yanlarına gelmesini sabırsızlıkla bekleyen Arzu, fazla dayanamadı yürümeye başladığında gidip onu karşıladı. Koluna girerek çıkarlarken ilgisi değişmişti. Genç asistan Arzu'da önce davranarak seslendi:

“Hocam, Arzu'nun size çok büyük bir sürprizi var! Başörtüsüne sarılı, çok çok önemli birşey taşıyor. Ama kimseye göstermiyor!”

Hafıf bir yokuşun başında olan barakaya çıkarlarken Arzu:

“Evet efendim dedi sevinçliyim. Çok, çok, çok değerli bir buluntu. Bu akşam bir şölen istiyoruz!” Hoca masadaki yerine otururken, “heyecanlanma kızım, beni de heyecanlandırıyorsun! Bu sıcakta heyecan çekilmez. Söyle bakalım şimdi, ne buldun o kadar önemli?”

“Şölen için söz verin göstereyim, dedi Arzu kararlı bir biçimde, benim postamda çalışanlara da çıfte gündelik! Öyle bir buluntu ki küçücük, ama çok, çok, çok yüksek tarihsel değeri var; görseniz havalara çıkarsınız vallahi. Küçücük kaidesinde adı bile yazılı Tanrıçanın. Ayy! Neredeyse adını söyleyecektim.”

Hoca'nın ilgisi iyice artmış ve her yeni buluntuda olduğu gibi gerçekten heyecanlanmıştı. Israrla sormağa başladı:

“Küçük bir heykel mi? Hangi Tanrıça?” Oturmuş masaya, antik kentin bekçisi Ali'nin oğlu İbo'nun servis yapmasını bekleyen kazı ekibi toplu halde “Şölen isteriz! Şölen isteriz!” diye bağırdılar.

Kazının geleneğiydi bu. Çok önemli buluntular, özellikle heykel buluntuları ele geçtiğinde akşamları kaldıkları kazı istasyonu binasında şölen veriliyordu. Ne varki kazı başkanı son yıllarda geleneği kendi lehinde bozmuştu; çok çok önemli bir yazıt, bir bina, geniş bir mozaikli alan ya da başka bir değerli antik obje onu fazlaca ilgilendirmiyordu, sanki kazıya ait değilmiş gibi. Çünkü kendi alanı dışındaydı, varsa yoksa heykel!

“Durun bakalım,dedi, önce görmem gerek; gerçekten değerse…” Arzu atıldı:

“Elbette değer hocam. Yazıtını İhsan beye gösterdim, İ.Ö. 7.yüzyıla tarihledi!..”

“Ne diyor bu kız Allahaşkına?, diyerek ayağa fırladı bu kez Hoca ve yazıt uzmanına doğru baktı. O da:

“Arzu yarım saat önce bana geldi, diye başladı anlatmaya ağır ağır: Barakanın içerisinde yeni bulunan mozaik yazıtı üzerinde çalışıyordum. Bir kağıt parçasına kopya edilmiş iki kelimelik bir yazıt gösterdi. Arkhaik özellikle taşıyan grek harfleriyle yazılmış, Perge Artemisi'nin yerli Pamphylia dilindeki adıydı. Bana böyle bir yazıtın hangi yüzyıllara tarihlenebileceğini sordu. Ben de haftanın başında, Kazı alanında “Yazıtbilimde harf özellikleri ve önemi” konusunda yapmış olduğum küçük seminere ilişkin sanmıştım. Bana on dakikadan fazla nutuk çektirdi, sonra da kahkaha atarak çekip gitti.”

Arzu'nun ağzı kulaklarına varıyordu. “Siz de herkese şaka yapıp kandırıyorsunuz, dedi kırıtarak. Ben de size oyun yaptım işte, seminerle ilgiliymiş gibi davrandım…” Hoca ciddileşti bu kez:

“Kızım dedi, böyle önemli bir buluntu saklanmaz, çıkar şunu!”

“Olmaz diye ısrarını sürdürdü Arzu, lütfen şölen için söz veriniz. Artemis Pergaia'nın figürünü bu! Üzerinde Wanassa Preiia yazılı. Özellikle Anadolu ana tanrıçası Kybele figürünlerini andırıyor.” İyice heyecanlanan kazı başkanı, “ne diyorsun sen? Ver şunu artık!” diyerek Arzu'ya doğru gidince hep birden bağırmaya başladılar:

“İsteriz, İsteriz! Büyük şölen isteriz! İsteriz! Çerkez tavuğu isteriz! İsteriz, bu akşam isteriz!”

Büyük Hoca ile Arzu yemek masasının çevresinde birinci turu atmışlardı ki asistan Sedat, yazıt uzmanı ve restoratör gülmeye başlamışlardı. Hoca soluklanıp onlara dönerek, “niçin gülüyorsunuz? diye payladı. Eğer dediği gibiyse, çok önemli bir olay!” Sedat dudaklarını kemirerek kahkahasını önledi ve “Arzu'nun göstermemekteki ısrarına gülüyorum dedi, elbette çok önemli!”

“Ama diye ekledi yazıt uzmanı, ne siz şölen için evet diyorsunuz, ne de o vazgeçip heykeli gösteriyor. Haksız da değil. Yani şölen için ille de Traianus ya da Hadrianus'unkiler gibi dev mermer heykeller mi bulmak gerekiyor? Kentin tanrıçasının figürünü şölene layık değil mi?” Arzu vazgeçti ısrarından ve anlatmaya koyuldu, bir yandan da başörtüsünün katlarını açarak heykelciği ortaya çıkarmaya uğraşıyordu.

“Efendim heykelcik, üstelik çok değişik bir maddeden, renkli cam mı desem, çakmak taşı mı desem? Yarısaydam bir havası var. Saat tam 11.30 a doğru bulundu. Toprağa öylesine sıkışmıştı ki parmaklarımla zorla söküp çıkardım, tırnaklarımın hepsi kırıldı vallahi. Açmadaki yerini tanımladım, çizim ve ölçümünü yapıp bitirdim. İşçilere iki gündelik isteklerini size ileteceğime söz verdiğim için, onlar da kimseye söylemediler. Babama mektup yazıyordum; İhsan beyle görüştükten sonra önemini daha iyi anladığım için, ona da uzun uzun anlattım. Faruk bey Antalya'ya iniyordu. Postaya atması için verdim bile…”

Heykelciği çıkarmıştı, Hoca’ya sundu onu ince bir reveransla. Hoca eline aldı, sessizce yerine geçti. Kimsede çıt yoktu. Ama az önce asistan Sedat’ın kalkıp barakaya girerek, içeride bir sezlonga uzanmış kahkaha atmamak için ağzında mendilini çiğnediğinin kimse farkında değildi. Yazıt uzmanı ise masadakilere uysun diye, alt dudağını kemirerek büyük bir çaba harcıyordu.

Hoca elindeki15 - 20 cm. yüksekliğindeki heykelciği evirip çeviriyordu. Yazıt uzmanının kendini zor tuttuğunu ve Sedat'ın da masada olmadığını artık farketmişti. başusunda heyecanla bekleyen Arzu'yu süzerek konuştu: “Ne bu kızım? Gerçekten prehistorik bir havası var, bir figürin sanki? Ancak o dönemde yazı yoktu, bir. Güneşte kurutularak yada  pişirilerek kil topraktan yapılırdı, ikiii! Heykel sanatının bu ilkel döneminde böyle kaide filan yapılmazdı. İlkel figürinler idol'dur; tapınmak, yakarmak için barınakların kutsal yerlerine konurdu.” Gülmeler başlamıştı. Restoratör Hüseyin “Bakabilir miyim şu yarısaydam heykelciğe Hocam?, deyip dokunduktan sonra gülerek; araldit, akeme yapıştırıcılarıyla elenmiş kum karıştırılarak yapılmış bu! Önce macun yapılmış arkasından biçim verilmiş! Demek bunun için dün Sedat benden mermer yapıştırıcıları istemişti!” Asistan Sedat artık içeride kahkaha nöbetlerini saklamıyordu. Herkes gülüyordu Hoca dahil. Arzu neye uğradığını şaşırmıştı. Ağlamaya başladı ve bir yandan da “Rezil oldum babama diyordu hıçkırarak, inşallah Faruk bey mektubu postalamayı unutmuştur.”

Sedat dışarı gelerek olup bitenleri anlattı. Arzu'nun, yatağına kaplumbağa koymasının öcüydü bu. Fikir ise yazıt uzmanınındı, birlikte hazırlanmışlardı. Dün akşama doğru, paydosa henüz bir saat varken, Arzu postasının başından ayrılıp bir yerlere gitmişti. Sedat kazı açmasını tetkik etmek için inmiş ve iki güvendiği işçinin bilgisi altında, bugün kazılacak yere gömmüştü. Arzu hıçkırıklar arasında durmadan konuşuyordu:

“Siz ikiniz de görürsünüz! Öcümü acı bir şekilde alacağım. Rezil oldum herkese. Üstelik mektubu verirken Faruk beye de haberi çıtlatmıştım; onun da mutlaka haberi vardı, ama hiç bir şey söylemedi. Sedat beyin yatağına koyduğum kaplumbağaya karşı, o da başka bir sey, ne bileyim, bir kertenkele koysaydı! Beni işçilere de rezil ettiniz.”

O sırada Sedat, yazıt uzmanına bakarak hıyar işareti yapıyordu bir yandan da. Büyük Hoca, kafasını masaya koymuş ağlayan ve arada bir yaşlarla dolu iri yeşil gözlerinden, tertipçilere kızgın bakışlar fırlatan Arzu'nun saçlarını okşayarak “Ay benim Arzu kızım! Acılı tarafından bir Artemis sevinciydi bu. Böyle şakalar için ağlanmaz” diye onu avutmaya çalıştı.  O arada İhsan bey barakaya girip çıktı ve öbürlerine gözederek, “ağlama be Arzu kız, bak şansın yardım etti; Faruk bey mektubu aceleden almayı unutmuş” dedi. Cebinden çıkardığı zarfı, hemen ağlamayı kesen Arzu’nun önüne attı. Bu kez hep bir ağızdan:

“Ay benim Arzu kızım, Arzu kızım

Gönülde sızı kızım, sızı kızım

Bu gece kaç bana gel, bana gel

Ay anan razı kızım Arzu kızım” türküsünü söyleyerek yıkıntıyı çınlattılar. Sıcaktan gölgelere sığınmış yemeğini yemekte olan veya bitirmiş dinlenen işçiler, kafalarını antik taşların arasından çıkarmış, “Ne keyif be!” dercesine imrenerek onlara bakıyorlardı…