Salonun camlı bölmesini kapatarak çalışma odası hazırlamış. Buzlu camlı bölmenin önüne raflar yerleştirerek, kitaplarımı koyacak basit bir kitaplık yapmıştım. Pencerenin önünde bir küçük çalışma masam vardı. Üzerindeki daktiloya bir kağıt geçirmiş, sözde yeni bir makale üzerinde çalışıyordum. Çocuklar yatmağa gittiği sırada bir kaç cümle yazıp bırakmıştım. Öylesine bir gün geçirmiştim ki, olayları kafamdan atıp da kendimi yazıya veremiyordum. Dün sabahın sekizinde başlayan tedirgin edici, akılalmaz onca olayların bir güne nasıl sığdığına inanamıyorum bir türlü. Üstelik sığmamış, devam ediyordu hala. Saat sabahın ikisi. Yeniden silahlar patladı, ardından bir bomba! Pencereden dışarı bakıyorum perdeyi hafif aralayarak. Patlamalar yakından değil, çok uzaklarden geliyor, azıcık ferahladım.
Fatih’de Havlucu sokağının iki ucunda, Bozkır Hanı ve kalmakta olduğum Ferah apartmanının önünde nöbet bekleyen gençler, üçerli dörderli kümeler oluşturmuş geziniyor. Karartılarını görüyordum. Hepsinin koltuklarının arasına sıkıştırılmış özel sopalar dışında, her kümede en az iki tabanca vardı. Pencerenin perdesini aralayıp dışarı baktığımda, hanın köşesinde bulunan küme, “durum sakin!” anlamında bir işaret verdi sokak lambasının ışığına çıkarak. İçlerinden biri de elini yanağına yaslayarak, yatıp uyumamı betimledi.
Onların hepsi de köylülerimdi. Handa kalıyorlardı. Eylül ayının başında köyden gelmiş, kimi sırtında pantolon satıyor; kimileri de gazoz fabrikaları ve inşaatlarda çalışan mevsimlik işçilerdi. Öl dediğiniz yerde ölecek mertlikte, sırım gibi köy delikanlılarıydılar. Yaz başında köye dönerek hasatlarını indirecek ve ağız tadıyla yiyemeden yeniden gurbet yollarına düşüp, kısır döngüyü sürdüreceklerdi. Herbirinin bu yaşta üç-beş seferi vardı İstanbul’a. Bir “Köyü güzelleştirme Derneği”miz vardı. Altı yedi yıl önce, İstanbul’a yerleşmiş olan köylülerden birkaçı modaya uyarak kurmuşlardı. İstanbul’da oturup, Malatya’daki köyün nasıl güzelleştirileceğini pek kavrayamadığım için önce uzak durmuştum. Uzak kalmanın, katılmamanın daha büyük hata olduğunu düşünerek yeniden dernekde görev yüklendim. Hanı işleten köylümüzün bitişikteki Çay-kahve salonunun yarısını dernek merkezi olarak kullanıyor ve gençler için haftada biriki gün okuma ve sohbetleri düzenliyorduk. Bu sohbet toplantılarımızda sosyal ve siyasal konular konuşuluyor; bu konuları içeren kitap okunup tartışılıyordu. Hepsi de sınıflarının bilincindeydiler. Ortak çalışma, ortak kazan kaynatma eşitlik; ortak üretim ve kazancın üleşimi; Hak lokmasının her can’ın kursağına düşmesi ilkeleri Alevi inaç toplumu geleneğimizde yüzlerce yıldır mevcuttu. Yüzyılardır onca baskı ve zulümlere rağmen bütün bunlar, küçük toplumsal birimler olan köylerimizde yaşama geçirilmişti. Alevi inanç ve gelenek birikimleri içerisinde büyümüş bu gençlerin bilinç kazanması zor değildi. Eğitim çalışmalarını köye gönderdiğimiz kitapları okuyup, okutarak sürdürmekten geri kalmıyorlardı.
İşte bu bilinçli gençler, hem handaki hemşehrilerini hem de beni, bu gece yapılacağını öğrendiklerı faşist-komando baskınından korumayı üstlenmişlerdi. Saat bire doğru karım gelmiş; neden yatmadığımı ve böyle karanlıkta oturduğumu ısrarla sormuşsa da “karanlıkta daha iyi düşünüyorum, zaten uykum yok” gibisinden sudan cevaplarla onu kızdırmış ve homurdanarak gitmesine neden olmuştum.
Ülkeyi yönetenlerin anarşiyi tek yönlü görmeleri; sağdaki ülkücü-komondoların arkasını sıvazlayarak, onları devletin-cumhuriyetin koruyucuları (!) gibi göstermeleri yüzünden bu kişiler, devlet güçlerini de arkalarına alarak saldırıyorlardı. Saldırı ve baskınlar giderek genişlemişti. Hükümet ortağı Türkeş’in çeşitli yerlerdeki özel kamplarda eğittirdiği sağ komandolar, onun meclisteki konuşmaları ve basındaki demeçlerinde verdiği gizli buyruklarla toplu saldırılar ve kıyımlar yapmaya başlamış, ortalığa dehşet saçıyorlardı. Üniversitelerde, kent sokaklarında ve köylerde saldırganlıklarını alabildiğine artırmışlardı. Devlet güçleri ise saldırganları değil, kendilerini savunmak zorunda kalanları toplayıp, içeri tıkıyordu. Sıkıyönetim çoktan ilan edilmiş ve askeri müdaheleye çağrı hazırlanıyordu. Alevilerin çokca bulundukları kentlerde, Malatya, Maraş ve Çorum’da camilerden çıkan Sünni bağnazlar belediye ses yükselteçleriyle ve aralarına girmiş faşist komondaların ajitasyonuyla, kolluk kuvvetlerinin önünde korkunç cinayetler işlenmişti. Gazetelerde seksen yaşlarında bir bağnazın, bir alevi çocuğunun kafasını kılıçla kestiğini gösteren resim ve yazılar unutulur gibilerden değildi. Tarih boyu sürüp gelen kin ve düşmanlık su yüzüne çıkarılmıştı olancağıyla. Aleviler çeşitli kanallarla elde ettikleri silahlarla kendilerini savunma durumuna geçmişlerdi. Çorum ve Malatya’da ise çarşılardaki dükkanları yakılıp yıkılmış fakat alevi mahallelerine girilememişti. Örneğin Malatya’da Haçova mahallesinde, ayrı yerlerde oturan Aleviler geçici olarak oraya taşınıp, savaş düzeninde tam bir savunma durumuna girmişler. Böylelikle elleri silahlı, baltalı, kılıçlı kudurmuş kalabalıkların saldırılarından kendilerini kurtarabilmişlerdi. Alevileri müslüman saymayan; önce Musevi olup Havraya gidecek, sonra Hristiyan dinine dönerek Kiliseden geçtikten sonra müslüman olabileceklerini söyleyen ve onların kestikleri eti murdar diye yemeyen sünni bağnazları kışkırtıp silahlandırarak, “Alevi kıyımı provaları” yapıldığında seyirci kalan devlet güçleri, onların da silahlanıp savunmaya geçmeleri sırasında araya girmişti. Demekki denemeler başarılı olsaydı, yani zamanında kışkırtmaların ciddiyetini kavrayıp savunmaya geçmeselerdi, kan gövdeyi götürecekti alevi kesiminde. En küçük birimlere kadar indirilmişti bu kıyım denemeleri. Örneğin, çevresi sünni köylerle çevrili tek alevi köyü olan bizim köy bile! Kasabadaki dinci ve milliyetçi faşist derneklerde yapılan gizli toplantıların birinde, silahlı bir saldırı için tartışılırken, köye sık sık gelip giden biri karşı çıkmış. Gerekçesi ise pek öyle insalcıl ve komşuluk duyguları taşımıyor:
“Siz çıldırdınız mı? diyor, (O) köyünün önündeki mağaraların herbirinde bir mitralyöz var. Nişangah ve Dikmataş’da gözcüler var, köye girip çıkanları gözlüyorlar; hepsi kaleşnikoflu(!) Hiç birinizi sağ bırakmazlar, çayır biçer gibi biçerler vallahi hepinizi. Meşhur kaçakcı Kara Osman köyü silah deposu yaptı. İstanbul’daki varlıklı aileler milyonlar akıttılar köylerine silah alınması için!”
Aslında hiç de doğru değildi. Değil makineli tüfek, doğru dürüst tabanca bile yoktu kimsede. İstanbul’da ticaretle varsıllaşıp han-apartman sahibi olanlar, geçtikleri sınıfta yerlerini almış, kanbağlarından başka ilişkileri kalmamıştı köylülerle, değil milyonlar göndermek. Kaçakçı olarak tanımladıkları kişinin köyle akrabalık ilişkisini ve sıkça gelip gittiğini bildiklerinden, adamın yaptığı uyarıya inanarak cesaret edememişler!..
Oturduğumuz mahallede, Vatan caddesinde bulunan Milliyetçi İşçiler Sendikası (MİSK) faşist komondoların karargahı durumundaydı. Mahalledeki alevi apartmanlarına ve köylülerin mevsimlik kaldığı hanın duvarlarına Bozkurt işaretleri koymuşlardı. Benim bulunduğum apartmanın sadece dış duvarına değil, kirayla oturduğum katın kapısının yanıbaşına kocaman bir kurt başı çizmişlerdi. Dün Fakülteden döndüğümde bıçakla kazıyarak zor çıkarmıştım.
Bu akşam ise eve döndüğümde, kapıdan içeri girip kapatmış, çantamı sinirli sinirli bir yana fırlatmıştım ki kapı çalındıydı. Handaki gençlerden biri beni dışarı çağırarak:
“Hocam, yerinden aldığımız habere göre, dedi, MİSK’li faşistler bu gece bizim hana ve bu apartmana baskın düzenleyeceklermiş. Özellikle senin adın geçmiş. Gelmeni bekledik haber vermek için. Sana da bir silah getirdim” dedi. Askerlik dışında elime silah almamıştım. Küçücük bir tabancayı cebime sokuşturdu.
“Emniyeti kapalı korkma! Bir kaç gün sende kalsın, sonra gelir alırım. Yengeye de gösterme. İnşallah hiçbirimizin kullanmasına gerek kalmaz bu mereti. Gereken önlemleri aldık, hiç endişe etme. Ama, uyuma ve zaman zaman pencereden bizi izlersin. Çocuklara da sakın haber verme, korkmasınlar.”
Bütün bunları bir çırpıda söyleyip, merdivenlerden aşağı koşar adım indiğinde, sadece arkasından bakakalmıştım. Ne sorular yönelterek ayrıntı isteyebilmiş ve ne de bir öneride bulunabilmiştim...
Düşünüyorumda, bugün daha fakülteye ayak bastığım andan itibaren, olumsuz bir günün kucağına atılmıştım: Öğrenciler Fakültenin girişinde, üç sıralı arama kuyruğundaydı. Haklı olarak homurdanıp duruyorlardı. Polis kimlik yoklaması yapıyordu. Tek tek ve ceplerde çantalarda tabanca bıçak aranıyordu.
Her sabah değişik polis yüzleriyle karşılaşıyordum. Askerler ise geri planda duruyor, salonlarda geziniyorlardı omuzlarındaki makinalı tabancalarla tüfeklerle. Erler, onbaşılar çavuşlar hepsi de kırsal kesimdendi ve Üniversitenin sadece adını duymuşlardı köylerinde. Kafalarında ise çok kötü yankılanmalar vardı Üniversiteler için: Kendilerinden daha yaşlı kızların erkeklerin birarada okudukları ve yanyana oturdukları yerde neler olmazdı ki! Ateş ile barut hiç birarada durur muydu? Bunları düşünerek şaşkın ve arzuyla genç kızların kalçalarını bacaklarını seyrediyorlardı. Bunun farkına varan bazı zıpkın kızlar, yanlarında kasten eteklerini hafif kaldırarak çorap düzeltiyormuş gibi bacak gösteriyorlardı. Öyleki bazan derse gitmek için koridorlarden geçerken, silahı başka yana gözleri başka yana bakan şaşkın Mehmetçiğin makinalısının namlusunun yönünü iterek değiştirmek zorunda kalıyorduk.
Hızla polislerin arasından sıyrılıp merdivenleri çıkmaya başlamıştım. Arkamdan genç bir polisin “Hey sen! Nereye gidiyorsun öyle koşarak aranmadan?” diye bağırdığını duydum. Ben aldırmadan aynı hızla merdivenin başına çıkmıştım, uyarı bana değilmiş gibi. Polis bana yetişmeden, iç kapının önündeki iki asker mekanizmalarını şakırdatarak makinalı tabancalarını bana çevirip: “Eller yukarı! Koy ellerini başına!” diye bağırdılar. Ben “Hocayım!” filan diye mırıldanırken, kuyruktaki ve yakında bulunan ve olayı gören öğrencilerden “yuh!” sesleri gelmeye başladı uğultu halinde. Askerin birisi “Susun ulan! .ikerim ananızı, yakarım hepinizi!” diye bağırıp, havaya ateş etmesinmi! Çocuklar sustu, yakın olanlardan bazıları kendini yere atmışlardı. Öfke içinde kitap dolu plastik torba ve çantamı yere atıp, çaresiz ellerimi başıma koydum. Arkamdan bağıran polis gelmiş, cebimi başımı aramaya başlamıştı bile. O aramasını sürdürürken:
“Yahu ne arıyorsunuz? Hocayım ben, derse geç kalıyorum. Hasan’ın işaretini almadınız mı?” diye söyleniyordum. Birden, kimliğime bakan genç polisle gözgöze geldim. Bir yerden tanıyordum bu genci. Ansızın havada tutmak zorunda bırakıldığım kolumu indirerek, elime sarıldı. “Bağışla beni hocam, diyordu, Allah belasını versin bu mesleğin! Benim Liseden atılmamı önleyen, geleceğimi borçlu olduğum hocama ben ne yapıyorum?” diye mırıldanarak içini çeke çeke ağlamaya başlamıştı.
O sırada Fakülte Dekanı yanımdan geçiyordu. Askerler de çekilmişti. Olayları dış kapıdan girerken görmüş olması gereken Dekanın, elleri başına kaldırılıp aranmakta olan bir öğretim üyesiyle ilgilenmesi, “Hoca! Hep bir takım olaylara neden oluyorsunuz” dediği tek bir cümleyle olmuştu. Genç polis diğer iki arkadaşının zorla çekmesiyle beni bırakmıştı. Ellerim ıpıslak kesilmişti gözyaşlarından. Anımsamıştım onu; 6-7 yıl önce Eyüp Lisesinde öğrencim olmuştu. Bir işçinin oğluydu Silahtarağa’dan tanıyordum. Tek kuruş almadan özel İngilizce dersleri vererek, Lise’yi bitirmesini sağlamıştım. Hüngür hüngür ağlıyordu, boşanmıştı. Onu polis kulübesine aldılar. Meğer bizim kapıcı Hasan o anda orada yokmuş, işaret eden olmamış. Ben de onlara aldırmadan, doludizgin içeri dalınca, delikanlının polislik otoritesini göstermek tutkusu kabarmıştı. Bizim Hasan dedim ya, doğruydu; aynı köyden oluyoruz. O benden iki yıl önce ilkokulu bitirmişti. Bir rastlantı, aynı Fakültede çalışıyorduk. O benden çok önce, ben daha öğretmen okulu son sınıfında öğrenciyken başlamıştı Fakülte hizmetlisi görevine. İstanbuldaki köylüler, onun yüksekten atan, fakültede bir yüksek sorumluymuşçasına davranışları yüzünden “Dekan Hasan!” diye çağırıyorlardı dalga olsun diye. Öğrencilerin tümünü tanıyordu. O da polisle birlikte Fakülte adına kimlik yoklaması yapıyordu, ama öğrencinin yüzüne bakması yetiyordu Edebiyattan olup olmadığını söylemesi için. İşte küllük-gübreliklerde birlikte oynadığım çocukluk arkadaşım Hasan Özdemir’in bir yarım saat orada olmayışı yüzünden yaşadım bu tatsız sabahı.
Ne varki tatsızlık bir başka tatsız olayı izleyecekti. Süratle odama çıktım. Kapıdaki bu aranma olayı yüzünden derse geç kalmıştım. Üstümdeki pardösüyü çıkardım. Kitapları ve çantamı masanın üzerine koyup, gramer kitabıyla iki tebeşir alarak yeniden zemin kata indim. Dersim 10 no’lu amfideydi, yani Türkeşçi komondoların toplandığı, forumlar yapıp, saldırı-eylem kararları aldığı salondu. Bu amfide dersi olan hocaların çoğu gitmiyordu, hep onların işgalleri altında bulunduğundan. Ben burada biraz da Kıvırcık Bircan ile Fahri’nin sayesinde ders yapabiliyordum. Nasıl yapıyorlardı bilmiyordum ama her dersim olduğunda milliyetçi komonda arakadaşlarını ders salonundan çıkarmayı başarıyor ve gelip bana, amfinin boşalttığını ve öğrencilerimin beklediklerini bana haber veriyorlardı. Üstelik bu amfide, diğer bazılarında olduğu gibi bir polisle bir asker de öğrencilerle birlikte giriyordu eğer sivil polisleri saymazsak.
Ben baştan o iki öğrenciyi çağırıp, “Kafanızda taşıdığınız düşünce ve siyasetiniz beni ilgilendirmez. Her eyilimdeki öğrenciler dersimde benim için eşittir, bunu anlamış olmalısınız. Arkadaşlarınıza söyleyiniz, ben derse girmeden amfiyi terketsinler. Ben polisi askerle silahların gölgesinde ders yapmam. Ve hangi görüşten olurlarsa olsunlar, dersimde bir hoca olarak yanıma asker veya polis alıp sınıftan öğrenci kovalatmam. Arkadaşlarınız da orada kalmayı sürdürürlerse ders yapmam ama konuyu işlemiş kabul ederek hepinizi sorumlu tutarım o günkü konudan. Tehditlere de kulak asmam, ölümden ötede köy yok!” diyerek kesin tavrımı belirtmiştim. Öğrencilerimin arasından ikisinden başka milliyetçi komondo varmıydı bilmiyordum, ama sözlerim onları harekete geçirdi gerçekten. Sınıfta kalmak, yıl kaybetmek korkusuyla liderlerini arkadaşlarını ikna etmiş olacaklar ki, girdiğim zaman amfide sadece kendi öğrencilerimi buluyordum. Zatan Arkeoloji, Klasik filoloji ve Eskiçağ’dan toplam 50 öğrenciden ancak 15-20 kişi gelebiliyordu.
10 numaralı amfinin kapısında Kıvırcık Bircan, takmış takıştırmış bekliyordu. Kırıtarak:
“Hocam herkesi çıkardık, yabancı kimse kalmadı. Odanıza da çıktım haber vermek için, yoktunuz. Geciktiniz, uykuda mı kalmıştınız yoksa?” dedi.
Ben yüksek sesle yanıtladım orada bulunan polis ve askerlere işittirmek için:
“Erken geldim ama polisler emir almış olmalılar ki silahlarını bana çevirip, ellerimi havaya kaldırtarak tepeden tırnağa aradılar beni!” diyerek içeri girdim.
Birkaç yüz kişilik amfinin sadece önden ilk sırasında 20 kadar öğrenci vardı. Bir ölüm sessizliğine gömülmüşlerdi sanki. Acaba içeride birkaç silahlı polis mi vardı? Hayır. Soluk almadan bekleşiyorlardı, hayra alamet değil bu! Yoksa komondolar çocukları tehdit mi etmişti? Elimdeki kitabı kürsüye koyup, tebeşiri alarak tahtaya geçtim. Birşeyler söyleyerek bu havayı dağıtmak istiyordum. Hala şaşkın ve suskun bana bakıyorlardı. Bir olay veya birşey karşısında hocanın tepkisini bekler bir durumdaydılar. Öyle bir izlenim vermişlerdi ki, tepki nasıl olursa olsun sonuç onları korkutuyordu. Ama kimsenin bir şey dediği yoktu. Örnek bir Grekçe alıştırma cümlesi yazmaya başladığımda, tahtada kocaman bir Türkeş tablosu gördüm. Bir duyuru afişiydi. Bir yerde konferans vereceği ve bütün milliyetçilerin davetli olduğu yazılıydı. Yazı tahtasına kasıtlı asıldığı belliydi. Demek ki öğrencilerimin derin kaygısı buydu; acaba Hoca Türkeş tablosunun altında mı ders yapacak yoksa indirecek mi? İndirirsem, hemen kapının önünde yığılmış duran komandoların hücumuna uğrayacağımız korkusu içindeydiler. İndirmezsem, hocalarının kişiliğinin güvenirliği ortadan kalkacak; inandığı ve savunduğu ilkelerini ödlekliğine feda eden bir hiç durumuna düşecekti. Kısacası tercihimi bekliyorlardı endişe içinde.
Durumun tehlikesinin bilincindeydim. Ama gerçekten öleceğimi bilsem, o kafatasçının tahtayı kaplayan posteri altında ders yapamazdım. Belki en kolay yol, kapının dışında bekleyen polisi veya askeri çağırıp onlara indirtmekti. Ama bunu da yapamazdım çünkü kaç kez polis ve askeri bizzat dışarı çıkartmıştım, onlar içerdeyken ders yapmayacağımı söyleyerek! Sakin bir biçimde, mırıltıyla resmin altındaki yazıyı okudum. Her zamanki gibi önde oturmuş baygın gözlerle bakan Kıvırcık Bircan ciddileşerek sordu: “Bekliyoruz Hocam, gelir misiniz Başbuğu dinlemeye?”
Kafam döndü bu soruyla. İçimden en kötü küfürleri savurdum. Erinde gecinde bu küfürleri Kıvırcık’da gerçekleştirmeye andiçtim. Bu kaçıncıydı ya! “Hayır dedim, gelmeyeceğim. Düşünce ve görüşlerini paylaşmadığım bir kimsenin konuşmasını dinleyerek, kendi özkişiliğime işkence edemem ve ne de ders yapmakta olduğum bir sınıfta onun posterinin, yazı tahtasını işgal etmesine göz yumarım. Bu davranışımdan rahatsız olanlar çıksın dışarı. İstiyorlarsa ülküdaşlarına haber versinler!”
Bu sözleri elbetteki Kıvırcık Bircan’a söylemiştim. Yanıtlamadı ve yerinden de kalkmadı. Afişi tahtadan söküp bir kenara koydum ve dersimi sürdürdüm. Gözucuyla baktığımda Kıvırcık yine eski baygın halini almış, gözleriyle hocasını yiyordu. Mutlaka kafasında heyecanlı sahneler yaşıyordu. Acaba O da benim gibi aynı amaç için yemin mi ediyordu?
Tatsız bir ders geçirmiştim 10 numaralı amfide. Çıktığımda kapının önünde ve hemen yakınındaki çay ocağına toplanmış milliyetçi komandolar bana çok fena bakmaya başlamışlardı. Arada “Kızıl köpekler! Moskof uşağı! Allahsız komunistler!” cinsinden atılan lafları üzerime almadan, öğrencilerimle birlikte, öndeki Kıvırcık Bircan ve Fahri’nin açtığı yoldan, aralarından çıktık. Anlaşılan liderlerinin resmini indirdiğimi öğrenmişler ve bu yüzden kurtlar homurdanıyorlardı…
Asansörden çıkıp odama doğru yöneldiğim anda, arkeoloji koridorunun hizmetlilerinden Halil, “Hocam!, diye seslendi, iki kişi sizi bekliyor kapınızın önünde.”
Gerçekten iki kişi odamın kapısına yakın koridorda geziniyorlardı. Ben kapıyı açarken yaklasıp, adımla seslendiler.“Benim dedim, buyurunuz içeride konuşalım!” İçeri girdik, kır saçlısı uzattı elini.
“Ben dedi, sabık Siirt valisi B. Miroğlu, bu bey de bacanağım. Evsahibiniz Feride Hanımın damatlarıyız!” Adam birden dikeldi:
“Kadıncağız size çıkmanızı, bir ay önce söyledi. O eve ben taşınacağım Hoca! Hanım, çocuklar, eşyalarım hep bacanağımın evinde. Şimdi Ankara’da merkez valiliği yapıyorum. Size güzellikle iki kez haber saldık, kılınızı bile kıpırdatmıyorsunuz.”
“Siz ne diyorsunuz vali bey diye karşılık verdim, bir ay değil tam üç aydan beri ev arıyorum, yok. Bulamıyorum ne yapayım? Sokağa mı çıkayım?” Adam oturduğu yerden ayağa kalktı. Daha da dikelmişti, yüksek sesle:
“Çıkmamakta ısrar ederseniz onu da yaptırırım. Polis-asker gücüyle sizi dışarı attırırım, dedi. Ama istemiyorum, ne de also devlet memurusunuz.”
Adam gücünü göstermek istiyor, devlet memurluğumu bile zar-zor kabul etmiş görünüyordu. Sinirlenmiştim. Ben de ayağa kalktım:
“Sayın vali bey,dedim, yaparsınız, devlet de, devletin polisi, askeri de arkanızda. Gücünüz kuvvetiniz yerinde maşallah! Herşeye sahipsiniz, ama iki önemli şeyden nasibinizi almamışsınız; terbiye ve insanlık!”
Öbürü hiç konuşmuyor, uysal bir kedi gibi bacanağını izliyordu. Mutlaka aile çevresinde büyük bacanağının, bir üniversite hocasının odasında nasıl bağırıp çağırdığı ve güç gösterisinde bulunduğunu allayıp pullayıp anlatacaktı.
Adam bağırmaya başlamıştı:
“Sizden mi öğreneceğiz insanlığı? Siz Üniversite hocalarının yüzünden memlekete anarşi geldi, bölücülük girdi. Halkın arasında yüzünüz kalmadı be! Anarşist yetiştiriyorsunuz, komünist yetiştiriyorsunuz fakültelerde. Siz nasıl devletin valisine terbiyesiz diyebiliyorsunuz? Sizi süründürürüm be!”
Sakin olmaya çalışarak, alaylı konuştum:
“Ben demedim kendiniz, kendiniz diyorsunuz. Devletin yüce valisi, size öfkelenmek pek yaraşıyor ya, bağırmayın lütfen, çıkınız dışarıya! Yoksa sizi anarşist yapar Ankara’ya gönderirim, devlet merkezinde bir yerleri bombalatmak için!”
Dışarıdan tartışmayı işiten, yemeğe gitmek için giyinmiş hizmetli Halil ve iki arkadaşı kapıyı açıp içeri girdiler. Halil onlara kızgın gözlerle bakarak:
“N’oluyor burada Hocam, birşey diyen mi var size?” diye sordu. Adamları kollarından tutup atmaya hazırdılar.
“Yok birşey Halil, dedim. Beyefendiler çıkıyorlardı, yol gösterir misiniz onlara?” Çıkarken vali bey söyleniyordu:
“Bir haftaya kadar evi terketmezsen ben sana gösteririm! Sen kim oluyorsun da develetin valisine terbiyesiz demeye cesaret…” Hiç bir şey söylemeden kapıyı kapatmıştım, dinledim kulağımı yapıştırıp. Dışarı çıkınca sesi birden kesilmişti. Halil nasıl susturdu bilmiyorum.
Arkasından bir sigara yakıp, pencereden Marmara denizine doğru bakmaya başladım hiç bir şey düşünmemeyi deneyerek. Güz güneşinin soluk ışıklarının deniz üzerinde oluşturduğu yakomaz adacıklarının arasında irili ufaklı gemiler seyir halindeydi. Ama kımıldamıyorlardı sanki. Deniz ufku ise koyu sisler içindeydi. O sisler içinde yitmeyi düşündüm. Günlük yaşamımın çekilmezliği içerisinde Üniversitede çalışmak, bilimsel araştırma çabasına girmek delilikten başka birşey değildi benim için. Bu deliliği de seve seve yapıyordum. Yaşamımın sıkıntılarını ve ailevi mutsuzluğumu, kendimi bilimsel araştırma ve çalışmalarıma vererek mi unutuyordum ne?
Aç olmama rağmen canım artık birşey yemek istemiyordu. Bir valinin davranışları ve üniversite öğretim üyeleri hakkında düşündükleri, beni çok üzmüştü. Böyle bir kafa taşıyan insandan herşey beklenirdi. En kısa zamanda bir ev bulup çıkmalıydım. Dün komşularımdan Turgutlu İhsan bey söylemişti, Aile sokaktaki ‘Parlak’ apartmanında bir kiralık daire varmış. Oturduğum sokağın arkasındaydı bu apartman, sahibinin oğlunu tanıyordum. Saygılı ve sevimli bir delikanlıydı. Babasını da görmüşlüğüm vardı ama hiç konuşmamıştım. Huyunu-suyunu bilmiyordum.
Açlığımı öğle yemeğimi falan unutmuştum. Çantamı kaptığım gibi, kapıyı kilitleyip çıktım. Saat biri geçiyordu. Nasıl olsa öğleden sonra dersim yoktu bugün. ‘Parlak’ aparmanının sahibi, genellikle öğleden sonraları evde bulunurmuş, öyle demişti İhsan bey. Üçüncü katı onbeş güne kadar boşalıyormuş. Biraz pahalıcaymış, ama bize uygunmuş. Ama özellikle “Eğer benim gönderdiğimi söylerseniz, size uygun bir fiyatla evini kiraya verebilir!” diye belirtmeyi de ihmal etmemişti. İhsan beyin de aynı sokakta altı katlı bir apartmanı vardı. Yakınlıkları apartman sahipliğinden, varsıllığından geliyordu. Sivas’ın Turgutlu’dan gelip İstanbul’a yerleşmiş bir alevi vatandaştı. Ve zenginler kulubünün adamıydı. Demokrat parti döneminde her mahallede yetişen milyonerlerden biriydi. Bizim köylülerden gençler ona çok kızıyorlardı, ama koyu alevi oluşu, kaldıkları hanın kahvesinden çıkmayışı yüzünden kırmıyorlardı. Hiç politika konuşmaz. Hep konuşanları dinler ve haklı olduklarını söyler ve kesinlikle karşı çıkmazdı. Sürekli de Cumhuriyet okurdu. Ancak AP’ye oy verdiğini bilmeyen yoktu aslında onun. Sınıfının bilincinde bir kimse olduğunu bizimkiler anlamak istemiyorlardı. Ortak mezhep ve inançlar bir yere değin bütünleştirici ve birleştiricidir. Toplumsal sınıfları belirleyen emek-sermaye ilişkisi açısından bireyin yerini tanıması gerektiği gerçeğini unutuyorlardı.
Yarım saat sonra ‘Aile Sokak’taydım. Ev sahibi giriş katta oturuyordu. Kapıyı oğlu açtı ve “Vay Hocam siz de buralara gelir miydiniz? Buyurunuz!” diyerek büyük bir sevinçle karşıladı beni:
“Baban evde mi Çetin? Onunla konuşmak istiyordum. Galiba üçüncü kat boşalıyormuş!” deyince:
“Evet dedi, yeni ev almışlar, yakında taşınacaklar. Ah ne iyi olur siz tutsanız! İki yıldır Lise son sınıfta bekliyorum Edebiyat ve İngilizce yüzünden; sizden ders alırdım. Babam içeride, siz geçin oturma odasına oturunuz. Ben kendisini çağırayım.” O içeriye girerken:
“Sen de bana yardımcı ol, madem istiyorsun!” diye belli belirsiz mırıldandım.
Zengin ama zevksiz döşenmiş oturma odasında bir koltuğa ilişmiştim. Birkaç dakika sonra göbeğini devirerek geldi adam ve yarım ağız bir “hoşgeldiniz!” dedi. Ona, İhsan bey tarafından gönderildiğimi ve boşalacak katını kiralamak istediğimi ve gerekirse, İhsan beyin bana kefil olacağını bir bir anlattım.
“Vallahi diye başladı, bir aydır hep çıkacağız diyorlar ama hala içerideler. Bilmem ki...” Çetin atıldı:
“Baba, dün hanımı bana evin badanasının kurumasını beklediklerini söyledi. On güne kadar çıkacaklarmış!” deyince adam bağırdı:
“Karışma sen eşşek oğlu eşşek! Büyük eşek varken, sıpaya laf düşmez! Zaman bozulmuş Hoca efendi zaman. Bunlar zamane çocukları. Biz babamızın yanında dilimizin ucunu bile yaşlayamazdık. Ağızımızı açsak şaplağı yerdik ensemizin köküne.” Oğlan boynunu bükerek oturdu bir koltuğa. Adam sürdürdü:
“İhsan beyi çok takdir ederim; işini iyi bilen, planlı, düzeni intizamı yerinde bir adam. Madem o gönderdi, kirada anlaşırsak veririm size.” Derin bir soluk alıp göbeğini oynattı ve: “İhsan bey iyi adam, hoş adam! Ama bir gün olsun, evinin hemen bitişiğindeki camiye ayak attığını görmedim. İyi adam, hoş adam. Büyük kusuru Alevi olması. Arka sokaktaki Kızılbaşların kaldığı hanın kahvesinden çıkmıyor!..” Oğlu Çetin, babasının bu densizce sözlerinden dolayı kahroluyor ve renkten renge giriyordu. Çünkü benim handakilerle ilişkimi, yakınlığımı bildiği gibi, oradaki gençlerden düşüncelerini paylaştığı arkadaşları vardı.
“Söyler misiniz? diye sordum adamın sözünü keserek, İhsan beyin Aleviliğinden ya da handaki Kızılbaşlardan bir zarar gördün mü şimdiye dek? Onların çoğu benim köylülerim ve senin deyiminle ben de Kızılbaşım!” Adam bozuldu:
“Yok canım hiçbirinden bir zarar görmedim. Yani demem o ki, çevredeki diğer müslümanlar gibi olsalar, namazlarını oruçlarını tutsa Allahın emirlerini yerine getirseler!”
Çetin yine duramadı karışmadan. Babasının bu densizce konuşmalarını önlemek için olacak:
“Baba lütfen,dedi, ben hocamı iyi tanıyorum. Kendisi Üniversitede çalışıyor. Edebiyat Fakültesinde…” Az önceki konuşmaları yetmiyormuş gibi adam birden parlamaz mı!
“Ne? Üniversite hocası mı? Üniversite hocası benim evimde oturacak, benim apartmanımı kiralayacak? Daha dün İskenderpaşa camisinin imamını dinledim. Hala kulaklarımda vaızı: Üniversite hocaları kızlarımızı orospu, oğullarımızı anarşist yaptılar! Onun için dini bütün ve milleyetçi gençlerimiz bu komünist hocaları bir bir temizliyorlar evlerine bomba koyarak, kurşunlayarak!..” Çetin bu kez:
“Sus Allahaşkına baba!, diye bağırdı. Ne biçim konuşuyorsun sen? Ablam da Eczacılık fakültesinde öğrenci, orospu mu oldu yani? Bırak şu cahil, satılmış cami hocalarının zırvalarını. Hocam senin evini tutarsa bundan gurur duymalısın. Bırak artık Kastomonu kafasını, orada değil İstanbul’da yaşıyorsun.”
Kafam atmış, kendimi zor tutuyordum. Çetin benim yerime gerekli çıkışı yapmıştı. Bu sözler üzerine yerinden zorla kalkarak oğlunun üzerine yürüyen adamın kolundan tutup:
“Durunuz! Ben sizin evinizi istemiyorum, dedim. Sokakta bile kalsam, sizin kafadaki bir adamın evini kiralamam. Benim yüzümden kavga etmeyiniz oğlunuzla. Çetin gibi bir oğlum olmasını da çok isterdim.” Durmuştu adam, ama hala söyleniyordu:
“Bir üniversite hocasına evimi kiraya vereyim de, apartmanımı başıma mı yıksınlar bombalayarak?”
Çetin kahrolmuştu. Çıkarken, babası adına defalarca özür diledi. Demek ki Üniversitede çalıştığım için kiralık ev de bulamayacaktım? Gülmeye çalışarak:
“Keşke İlkokul öğretmeni olduğumu söyleseydin babana, dedim Çetin’e. Beni üç dört yıl önce İskenderpaşa İlkokulu öğretmeni olarak tanımıştın. Evi kiraladıktan sonra ikimiz bir olup belki babanın kafasını değiştirirdik.” Zoraki bir gülümsemeyle:
“O, Kastomonu’nun Parlak köyü kafasını taşıyor, dünyada değişmez!” dedi karşılık olarak….
Kafam allak bullak dışarı çıktım. İskenderpaşa mahallesinden başlayarak, Karagümrük’e dek sokak be sokak kiralık ev aradım. İki yerde “Kiralık Daire” yazılı apartmanın zilini çalıp sordum. Birincisinde, sordukları için gerçek mesleğimi söyledim. Kadın içeriye girip kocasıyla konuştu mu kavga mı etti anlayamadım. Patırtı gürültüler geldi kulağıma. Arkasından kadın telaşla çıkıp, “Kocam birine söz vermiş dedi, çabuk çıkıp gidiniz!” Üçüncü kattan aşağı merdivenleri ikişer atlayarak dışarı attım kendimi. Pek birşey anlamamıştım kadının beni iterek hemen çıkmamı istemesinden. Ama kulağıma “Üniversite..anarşist..komünist..!” sözcükleri çalınınca, durumu kavramıştım. Adam evini vermiyeceği gibi, bana da saldıracaktı galiba. İkincisinde ise İlkokul öğretmenliği yaptığımı söylemiştim. Adam kabaca kapıyı kapatırken yüzüme karşı: “İlkokul öğretmenlerinin ne maaş aldığını biliyorum, o parayla benim kiramı ödeyemezsiniz. Mahkemelerde uğraşacak halim yok benim, haydi başka kapıya!” diye konuşmuştu. Saat akşamın yedisini geçiyordu eve geldiğimde…
Şimdi sabahın 2,30 u. Dışarısı hala sakin. Sanki bana ev vermiyen adamları haklı çıkarırcasına, eve gireliden beri saldırı bekliyoruz.
Akşam onca ısrarlarına rağmen karımın, Battal’ın beni kapıya çağırıp ne dediğini söylememiştim. Bu kez yine bir kavga nedeni buldu:
“Köylülerin yanından çıkmıyorsun, ama varlıklıların değil senin gibi baldırıçıplakların yanından… İlkokul öğretmeniydin, bir başka iş daha yapıp para kazansaydın. Öğleden sonraları Üniversiteye devam edeceğine, iki tane pantolon gömlek satsaydın pazarlarda, şimdi zengin olmuştuk; paramız olur, ev alıp otururduk rahatça. Fakülteyi bitirdin yapacak bir iş yoktu meslek olarak, ilkokul öğretmenliğini sürdürdün. Sürdürdün, ama yine akıllanıp, ticaret yapmadın. Senin yaşındakiler, ilkokul arkadaşların dükkan, han apartman sahibi oldular. Özel arabalarla gidip geliyorlar işlerine. Sen ne yaptın? Seni kapıdan dışarı attılar, pencereden-bacadan girip doktora yaptın. Sonunda görev aldın Fakültede, Ama söyler misin, ne fark oldu yaşamımızda? Benim ilkokul öğretmenliği maaşımdan beş altı yüz lira fazla alıyorsun. Bu birkaç yüzlira için mi Üniversite okudun, doktora yaptın? Zaten bu fazlalığı da kitaplara yatırıyorsun? Pazarcı olsaydın bizim için daha hayırlı olurdu öğretim üyesi olacağına, bilim adamı olacağına…”diye biteviye konuşmuş. Her zamanki gibi, sıkıntılarımızın, sorunlarımızın nedenlerini yine bana yüklemiş ve bağırıp çağırmalarını gözyaşlarıyla noktalamıştı.
Saat tam 3.00 de sokaktan öksürük sesiyle işaret gönderildi. Pencereden baktım aşağı çağırıyorlardı. Sessizce kapıyı açıp aşağı indim. İki kişi yakalamışlardı. Havlucu sokağının başında. Sıkıştırmışlar, daha doğrusu şakağına tabancayı dayayınca, MİSK’ten kendilerini çevreyi kolaçan etmek için gönderildiklerini itiraf etmişler. Kendilerinden haber bekliyorlarmış. Bir kısmı “Ağızlarını burunlarını kırıp, pestillerini çıkarıp atalım MİSK’in kapısı önüne!” diyor. Bazıları ise: “Bırakalım gitsinler, silahlarını aldık zaten. Gitsin haber versinler; Han’ın sokağa bakan odalarından birinde makinalı (!) var. Hepimiz de silahlıyız. Sokağı savaş meydanına çevirmek istiyorlarsa, sokağı kanlarıyla sulamak istiyorlarsa gelsinler. Gelecekleri varsa görecekleri de vardır!…” diyor ve benim düşüncemi de almak istiyorlardı. Ne diyebilirdim? Makinalı tüfek bir gözdağıydı, ama gerçekten çoğunda tabanca vardı. Eğer gerçekten baskın yapma çılgınlığında bulunurlarsa, çok kişi ölebilirdi. Polise haber verilse, MİSK’in militanlarıyla, polis kılığına sokup birlikte gelecek Han’dakilerin çoğunu toplayıp içeri atarlardı. İkinci öneri kabul edildi. Bıraktılar. Ben de nasıl indimse yine bir uyurgezer gibi yukarı çıktım.
Üç kişiyi izlemişler, MİSK binasına girinceye dek. Uzun süre kimse çıkmamış. Binayı belirli yerlerden gözleyip izleyenlerin anlattıklarına göre, az bir süre sonra on beş kişiye yakın faşist militan yine belirli aralıklarla binadan ikişer ikişer çıkıp dağılmışlar. Kısacası MİSK militanları hazırlıkları öğrenince ne hana ve ne de benim apartmana saldırmaya, bomba veya molotof kokteyli atmaya cesaret edememişlerdi.
Handakilere ve bana haber gönderildi rahat uyumamız için. Herşeye rağmen köşelerde ve kapılarda bekleyenlere nöbet değiştokuşu yaptırıldı önceden kararlaştırdıkları düzen ve sessizlik içinde. Masamın üzerine başımı koymuş bir saat uyudum veya uyumadım ki saatın zili çaldı; 6’ya çeyrek vardı. Lise son sınıfta okuyan kızımı uyandırdım. Sabahçıydı, dersi 7’de başlıyordu. Kahvaltısını yaptırıp onu okula gönderdim. Benim dersim ise saat 8.30 da başlıyordu. Karım ve çalıştığı ilkokulda okuyan küçük kızım öğlenciydiler, ben evden çıktığımda uyuyorlardı.
Yine İstanbul sisler içindeydi. Yine sisler içinde yitip yokolmak duygusu kapladı içimi. Yeni başlayan günün dünküne benzememesini candan dileyerek yürüdüm sisler arasından Fakülteye doğru…