Enez küçük bir sınır kasabası. Meriç Enez'de Yunanistan'la sınır çizer. Çok yavaş, nazlı nazlı akar Meriç ırmağı, Enez kalesinden bakıldıkta. Bir nazlıdır ki, akmaz durur; bir türlü karar veremez akmaya sanki. Ege, Meriç'e akıyor sanırsınız. Ve Ainos Kalesinden herkes Meriç'i seyreder, Yunan topraklarını seyreder. Enez, Meriç'le bu denli koyun koyunayken, kilometrelerce ötelerde tek bir ev görünmeyen Yunan topraklarına bakar bakar da şaşarlar. Sonra korkaklıklarına (!) verirler ve çekilip giderler.
Kalenin içinde sur duvarlarından birinin dibinde, sazlardan yapılma bir çardağın gölgesinde oturuyorum. Önümdeki açılır-kapanır küçük masanın üzerinde damgalı üç amphora kulpu var yeni çıkarılmış. Üç amphora (iki kulplu, uzun boyunlu ve dar karınlı şarap küpü) da Thasos (Taşoz adası) kökenli. Birinin üzerinde “Heraklitos'un” yazılı. Heraklitos, üretici ya da dışsatımcı tüccarın adı. Olasıdırki şarap tüccarının küpçü atölyesine verdiği sipariş üzerine damgası basılmış. Sonra şarap doldurularak yüklenmiş gemilere ve Ainos’a (Enez) boşaltılmış, depolanmış. Öyle yakın zamana ait değil aşağı yukarı 2500 yıllık bu damgalar. Sonra küçük gemiler Hebros’dan (Meriç) Trakya içlerine, Makedonya ve Dacia'ya; Dardanalles’den (Çanakkale boğazı) Marmaraya, Karadenize açılmışlar. Kıyı kentlerine amphoralar dolusu şarap bırakarak. Heraklitos, Skymnos, Theompomps, Kleostratos, Aristophanes, Heraklides v.s. gibi yüzlerce Thasoslu tüccar adlarını ve simgelerini taşıyan damgaları basa basa antik dünyanın dört bucağına yaymışlar, Thasos üzümlerinden elde edilen kankırmızı şarabı akıtmışlar ılık ılık. Hep Ainos olmuş ilk durakları. Önce Ainos'un mahzenlerini doldurmuşlar. Thasoslu ve Rhodoslu tüccarlar ödedikleri navlunlarla, Hebros'un denize döküldüğü bu önemli limana varlık zenginlik getirmişler.
Enez, Ainos adıyla ilk, Homeros destanlarında (İlias, IV 570) geçmektedir. Ama kentin gerçek kurucuları İ.Ö.8.yüzyılın sonlarında Lespos’dan (Midilli) gelen Kyme’li gözüpek yayılmacılardır. Ainos İ.Ö.513 de Darius'un İskit seferi sırasında Perslerin egemenliği altında girdi. 60 yıl sonra Attika-Delos birliğine katılarak, tüm kazancını Atinadaki bu deniz birliğinin kasalarına akıtmaya başladı. Mısır ve Makedonya egemenlikleri derken İ.Ö. 190 da Romalılar el atmış Ainos'a. Ainos hep başkaları için varlığını sürdürmüş ve varsıllığını harcamış sanki. Gönüllü veya gönülsüz kendi güzelliğinden doğal varlığından ve zenginliğinden herkesi yararlandırmış. Eski Çağın bu çok önemli liman kenti geçiş yeri olmuş hep; dolmuş dolmuş boşalmış, surlar tapınaklar yapılmış. Pan, mağarasında nympha’lar (kaynak ve ırmak perileri) ile dansederken, Hermes sopası (kerykaion) elinde çarşı-pazarı (agora) denetleyerek gümüş Ainos sikkelerinde boy göstermiş. Dionysos, adına kurulan tiyatrolarda insanlarla birlikte şenliklere katılmış ve onları zevkten sefadan sarhoş etmiş. Derken Bizans dönemi gelip çatmış: Göz dikilen kent Ainos; aralıksız işleyen limanı, zenginliği ve görkemli güzelliğiyle, ırmağıyla ve deniziyle düşmanlarının iştahını kabartmış. Onu kendi kendisi için yaşamaya bırakmamışlar. Korsanlar saldırmış adalardan gelen, barbarlar saldırmış Trakya’dan inen. Ve İustinianus (527-565) kentin surlarını yükseltmiş, sağlamlaştırmış. Bir de askeri vali gönderip Güney Trakya'nın merkezi yapmış. Bu “çok ünlü vali Flavius Valerius Stephanius ve yardımcısı Marcianus dillere destan bir saray kondurup” buradan Ainos'dan yönetmişler Trakya'yı. Dün bulduğumuz bir mermer yazıttan bu son bilgiler…
Ve önümden bir grup yerli turist geçiyor. Yok yok! Bunlar ilerideki İstanbul Üniversitesi kampında dinlenen öğretim elemanlarının aileleri, bazılarını gözüm ısırıyor. Ama çardak altında yazıtların kağıt çıkarma kalıplarını ve amphora kulplarını incelemekte olan ben ve ne de soldaki kazı alanı onları ilgilendirmiyor. Yüzlerini çevirmeden çekip gittiler kalenin en uç notasına. Oradan yarısı bizim olan Meriç ırmağına bakıyorlar. Yunan topraklarını gözlüyor ve buralar eskiden bizimdi diye iç çekiyorlar. Sınıra ulaşmışlığın, en uçta bulunmanın yabansı tuhaflığını yaşıyorlar. Birden arkalarını çevirip dizildiler kale ucuna; “şak!” diye anı fotoğrafı çektiriyorlar işte. Yunanistan sınırını görmüşlüklerini belgeledikten sonra çekip gidiyorlar, kazıya karşı aynı ilgisizlikle. Zorla değil ya! Yerimden kalkıp kollarından tutuarak, 14 metre derinliktre kazı yapan arkeologları gösterecek değildim ya kendilerine.
Tam on gündür günün çeşitli saatlerinde bu çardağın altında çalışıyorum. “Ne yapıyorsunuz siz burada?” diye soran ve “Buraları böyle ne diye kazıyorsunuz?” diyen bir Allahın kulu çıkmadı. Aha biri yaklaşıyor, bu genç galiba beni utandıracak böyle düşündüğüm için. Gerçekten meraklıymış O sordu, ben de anlattım:
1972 yılında Prof. Dr. Afif Erzen'in başkanlığında başlayıp, bazı kesintilerle bugüne dek sürdürülen arkeolojik kazıları anlattım; Osmanlı, Bizans ve hellenistik katlardan; 14 metre derinliğe inildiğinde miosen kalkerden oluşmuş doğal oyukların nasıl şarap mahzeni olarak yararlanılmış olduklarından söz ettim. Siyah renk üzerinde kırmızı figürlü klasik keramikleri, hellenistik dediğimiz kantharos (şarap kupası), krater (şarap karıştırma çanağı) ve damgalı amphora kulp parçalarını; arkhaik çağın yalancı gülümsemeli kore (genç kız) pişmiş toprak heykelciklerini gösterdim, zorla ellettim. İ.Ö. 8.yüzyıla tarihlenen ve Homeros'u kanıtlayan doğu tipi ithal keramiklerinin çarpıcı çizgisel renkliliğine övgüler düzdüm. Bu örneklerin kentin tarihini nasıl 2750 yıl eskilere götürdüğünü ağzım kulaklarıma vara vara anlattım. Yeni bulunmuş pişmiş topraktan tragedia (trajedi) maskecikleri üzerinde pathos’un (acı çekme duygusu) nasıl dışa vurulduğunu ayrıntılarıyla sözetmeden geçemedim. Farkında değildim, çevremde bir çember oluşmuştu. Açma başındaki öğrenciler işlerini bırakıp beni dinliyorlarmış. Sınıfta dersteymişim gibi dalıp herşeyi unutmuş, hocalık durumuna girmiş, anlatmayı sürdürüyordum. Birden Erdoğan’ın sesini duydum:
“Bakınız hocam diyor, benim açmadan güzel bir figürlü keramik çıktı.”
“Çok güzel bir Herakles (Herkül) başı!” Haydi bu kez yarı-tanrı Herakles, Herakles sopası, Herakles düğümü ve Herakles'in 12 görevi..yine bir söylevdir tutturdum. Öğrencilerden bazıları not da alıyorlar. Birden kesip soruyorum:
“Ziyaretçi genç arkadaş nerede?”
“Aman Hocam diyor dört öğrenci birden, anlatmaya devam ediniz! O arkadaş çoktan çekip gitti.”
Sustum, artık konuşmuyorum. Gözlerim, kaçarcasına kalenin köşesini dönen gence takılıyor, utanıyorum.
“Haydi çocuklar, dönün aç malarınızın başına!” Yine çardağın altına dönüyorum, notlarımla başbaşayım yine. Bir yandan da düşünüyorum:
Bu işin neden ortası olmasın? Daha basit anlatamaz mıydım? Anlayamadığı dille konuştum, mal bulmuş magribi gibi sarıldım oğlana. Düzeyine inmesini bilemedim. Sıktım çocuğu, çaktırmadan çekip gitti.
Ben bunları kafamdan geçiririken Tuncer geldi soluk soluğa. Havayı değiştirerek kendimi suçlamayı sürdürmekten kurtardı.
“Hocam, diye başladı anlatmaya, bahçe sahibi adamın anlattığı yeri kazdık. Üç çarpı dörtlük ilk açmadan, daha bir metre derine inmeden bir taban mozayiği çıktı.” Şakacı ve güleç havasını bırakıp, seyrek sakallı yüzünü buruşturarak, “ama Hocam biliyor musunuz?” dedi. “Mozayiğin göbeği ve büyük bir bölümü yüznumaranın altında, ne yapacağız, devam edecek miyiz?” Ben gülerek, "elbette devam edeceksiniz dedim. Şu halde lağım çukurunun altında bir tarih yatıyor. Vatandaş görevini yaptı; evinin bahçesinin altında mozaik bulunduğunu haber verdi, bokun pisliğin içinde olsa da temizleyip açacağız.” Bir yandan da kendikendime, “lağım çıkurunun altında bir tarih yatıyor, açmalı, çıkarmalı onu. Ama, ne olduğunu halka anlatamadıktan sonra neye yarar?” diyordum.
İnsan gülerken de, konuşurken de düşünebiliyordu.
“Peki Afif Hoca ne diyor Tuncer?” diye sordum.
“Ne desin? Kıs kıs gülüyor, her zamanki gibi.” Herhalde o da gülerken düşünüyordur...
Aha bir grup yine gelip geçti önümüzden. Biriki çocuktan başka kafasını dönüp bakan olmadı. Onları da anneleri ellerinden çekiştirerek uzaklaştılar. Surun ucuna dizildiler; Meriç ve Yunan topraklarının arkalarına alıp fotoğraf çektirmeye hazırlanıyorlar…