Damperli araba stabilize yolda yükünün ağırlığı altında inleye inleye çıkıyor yokuşu. Temmuz sıcağının akşam güneşi de ne çok parıltılı. Aşağıdaki dereyi dolduran kavak ve söğüt ağaçlarının dışında çevrede yeşillik kalmamış. Biçilmiş tarlaların anızı sarı renge bulamış her yanı.
Araba mıcır taşıyor taşocağından. Oniki saatlik dağ ve orman yürüyüşünden sonra bir taşocağına ulaştığımızda “İşte uygarlık” diye sessiz bir çığlık atmıştık. O çığlığın karşılığı olarak (!) sürücü bizi arabasına, üstte mıcırların arasında oturmamız koşuluyla almıştı. Yüzümüz ellerimiz, üstümüz başımız apak toza bulunmuş durumda. Sanki un çuvalına girip çıkmısız. Onca yorgunluğun üstüne bu yoğun toz çekilmiyor. Bir haftalık sakalımız, kaşımız kirpiklerimiz bile bembeyaz. Ben makinayı çıkartıp, kamyonun ağır gitmesinden yararlanarak, karşıdaki yamaca serpilmiş köyün fotografını çekmeye çalışıyorum. Gözleri bile tozdan kaybolmuş yol arkadaşım İsmail Özkök;
“Bu köyün adı Hanköy. Burada da bir yazılı taş var biliyor musun?”
“Evet dedim, biliyorum. Geçen yıl Çankırı Zirai Mücadele arabasıyla gelmiştim. Mühendis arkadaşlar tarımsal görevlerini yerine getirirken, ben de oradaki yazıtı incelemiştim.”
“Caminin öyküsünü de öğrendin mi?” Başımı salladım.
Gerçekten Hanköy camisinin öyküsü ilginçti. Öğle namazına bir saat kala camide imamla buluşmuştum. Kıbrıs savaşına katılmış bu genç imam oldukça anlayışlı davranmış, caminin içindeki yazıtı incelememe yardımcı olmuştu. Camide kadınlar için ayrılmış asma katın, kalın ardıç ağacından kirişinin altına destek direği konulmuş yuvarlak sunak tipinde bir mezar yazıtıydı. Yazıtın içeriğini anlamak olası değildi. Okunamıyordu. Cami yapılalıdanberi orada duruyor. Hatta kutsanmış taş; camiyi ziyarete gelenler ya da namazdan sonra derdine derman bulmak isteyenler tarafından el sürülmekten dokunmaktan aşınmış, yazı kaybolmuş. Seçilebilen harf özelliklerinden İ.S. 3.4 yüz yıllara tarihlenebilen bu yazıtın; çok tanrılı inanca sahip insanların mezar taşının cami içinde kutsanması hayli ilginçti. Anlaşılıyordu ki vaktiyle harf devrimine karşı çıkanlar, kırsal kesimin bu temiz insanları değildi. Bunlar 15-16 yüzyıl önceki Anadolu insanını yadsımıyor, bağrına basıyor ve birlikte yaşatıyorlardı.
Köy imanına yazıt hakkında bilgi verirken, yanımıza gelen Hanköylü yaşlı “Bu cami çevrenin en eski camisidir. Tam yediyüz yıllıktır begim. Caminin taşlarını kudretten gelen iki geyik taşımış. Allahın gönderdiği bu iki geyiği Hızır mı desem Ali mi desem, arabaya koşup bir gecede caminin bütün bu kesme taşları, yuvarlak direk taşlarını taşımışlar” dedi. Bir solukta bunları anlattıktan sonra, “hey begim hey!, şimdi din iman mı kaldı? Her şey o zamanlardaydı…” yargısını da vermeden edememişti.
Ben bunları düşünürken köyü çoktan geçmiş bulunuyorduk, İsmail Özkök bağırdı:
“Heyy şoför kardeş! İnecek var, indir bizi burada.”
Homurtuyla duran araba ağır bir toz bulutu kaldırdı. Adama teşekkür edip çıktık toz bulutundan.
“Bak abi dedi Özkök, şu sağdaki köye Aslanlı derler. Köy çeşmesinin yanındaki evin duvarında da bir yazılı taş vardı.”
“Aslanlı'dakini de biliyorum dedim, onun kağıtçıkartma kalıbını almıştım. Oraya değil, senin daha önce söylediğin N. Köyüne gidelim.”
“Tamam. N.köyüne şu küçük tepeyi aşınca ulaşacağız. Orada caminin bahçesinde bir yazılı taş var. Mayıs ayında inek almak için gitmiştim, o zaman gördüm. İyicene baktım. Üstü de yosunlanmış; harfler tek tük belli oluyor.
“Eh artık usta oldun bu işte; yazılı taş gördünmü, yunan harfleri mi yoksa Latin harfleri midir? Hemen tanıyorsun.”
“Tanımazsak ayıp olmaz mı yani? Dört yıldır seninle tanışıyor ve geziyoruz. Ama bu gezimiz hepsinden yorucu oldu değil mi?”
“Öyle ya, sen olmasaydın na yapardım? Bilim uğruna bilgi üretme uğruna, yayan yapıldak yollara düşmüşüz. Bulduğumuz ve bulacağımız yazıtları çözdüğümüzde, bu bölgenin eski çağ kültür tarihine yeni katkılarda bulunacak ve yeni bilgiler ekleyeceğiz. Hazırlamakta olduğum tez bu amaca yönelik; neyse kafanı karıştırmayayım.”
Omuzumdaki kot kumaşından yapılma, içi kitap, defter kağıt dolu askılı çantamı omuz değiştirdim. Özkök durdu.
“Bak ne diyeceğim, dedi. Şu aşağıdaki çalılar arasında yuvarlak bir taş var, ona baktıktan sonra köye çıkalım.”
Gösterdiği yanı gözledim; anız tarlanın ortasında çalı kümelerinden oluşan küçücük bir ada yeşilleniyordu. Ben çalılığı gözlerken İsmail Özkök ileride koyun otlatan çobana seslendi. Zaten bizi gören çoban, havlamakta olan köpeği yaklaşıyordu. Çoban, köpeğini susturup sürünün yanına yolladı. Sonra “İsmail ağa hoşgeldin” dedi. İsmail Özkök: "Hoşbulduk Bekir, dedi. Hüseyin ağa evde mi?” Arkasından bana dönerek, “bu akşam köyde kalabiliriz, Hüseyin ağa benim adamımdır”dedi. Çoban: “Evet Hüseyin ağa, dün Eskipazar'a gitmişti ama döndü” diye yanıtlarken, ben “iyi olur dedim. Sofular köyünden beri yoldayız. Yarım saatlik mıcır kamyonu yolcıluğu dışında, on dört saattır taban tepiyoruz. Kımıldayacak halimiz kalmadı.” Özkök karşılık verdi:
"Sana bir şey diyeyimmi, çok iyi dayandın; Kışla'nın derin derelerinden geçip, onca tepeleri tırmandın; kestirme ama güç yürünen orman patikalarında bile ııhh! demedin ya, Fizan'a bile bile giderim seninle.” Biz birbirimize söz yetiştirmeğe çalışırken Çoban, kendisi gibi ellerimizde sopa, sırtımızdaki çantalar ve fotoğraf makinasıyla toza bulanmış bize şaşkın şaşkın bakıyordu. İsmail Özkök:
“Bak dedi çobana, bu arkadaş ta İstanbul'dan, İstanbul Üniversitesinden geliyor.” Adam anlamadı sordu:
“İstanbul üstünden mi? Hoş geldin abi!” dedi, elini uzattı, sıktım. “Hoşbulduk!” dedim. İsmail Özkök:
Şu ilerideki çalılıkta, bir taş vardı ya!” deyince, çoban hemen atıldı:
“Şu evliyanın taşını mı diyorsun?” Bu kez ben girdim konuşmanın arasına:
“Evliyanın taşı mı?” diye sordum. Tamam dedim içimden de, Hanköy’deki caminin içinde dertlere derman bir yazılı taş, burada tarlanın ortasında da evliyanın taşı! Çoban yanıtladı:
“He ya evliyanın taşı! Ama gelin taşı da deriz. Oraya bir taş dikmiş evliyanın biri. Çevresindeki çalılara çaput bağlar, çocuk elbiseeri korlar.” İsmail Özkök:
“Abi dedi, biliyorsun cahil köylüler işte!” Kendisini dışlamaya çalıştı cahil köylülerden(!). Ben aldırmadan çobana sormayı sürdürdüm:
“Niye taşın çevresindeki çalılara çocuk giysileri asıyorlar. Orayı kimler ziyarete gidiyor, kadınlar mı erkeler mi?”
“Kadınlar abi, çocuksuz kadınlar.” Daha çok meraklandım ve sordum:
“Nasıl yani? Çocuğu olmayanlar mı?”
“He ya, çocuğu olmayanlar, kısır olanlar.” Adam birden kıs kıs gülmeye başladı; bir yandan da yüzünü saklıyordu. Çalılık kümesine yaklaşmıştık. Koca bir küme böğürtlen çalısının ortasında taş, batmaya yakın güneşin ışıkları altında parlamaya başlamıştı. Henüz biçimi de seçilmiyordu. Durduk, İsmail Özkök benden önce davrandı:
“Ne gülüyorsun lan Bekir?” diye sordu. Bekir orta yaşlı, biraz safça görünüşüyle “Utanırım söyleyemem İsmail ağa” dedi.
“Haydi dedim, söyle canım üçümüz de erkeğiz, neden utanıyorsun? Orada birşey mi gördün?” Aslında anlatmak için çırpınıyordu. Soluk soluğa başladı konuşmaya:
“Gördüm ya, hem de kaç kere! Geçenlerde aha şu böğürtlenin içine girmiştim. Gübegündüz iki gelin geldi. İkisi de önce evliyanın taşının çevresindeki çalılara biriki çocuk urbası, çorap morap astılar. Yüksek sesle üç kulhüvallah, bir elham okudular…” Ben hala durumu kavrayamamıştım ne olacağı konusunda, kafamda bası tasınlamalar girişmiştim o kadar.
“Eee sonra, diye sordum, sonra ne yaptılar? Gelinlerin çocuğu yokmuydu?”
“Elbette yoktu. Çocuğu olanlar niye gelsinler ki? İki üç yıllık gelindi ikisi de. Biri ayağa kalkıp, yolu gözetlemeye başladı. Öbürü de, aboo!, donunu çıkarıp, bir çalının üstüne attı. Fistanının eteklerını toplayıp kuşağına soktu. Aboo! cıscıbıldak kalmıştı.”
“Öyle cıscıbıldak ayakta mı duruyordu, niçin? Seni görmüyorlar mıydı?”
“Ayakta dururlur mu? Gelin taşının tepesine oturdu. Ben beş altı adım gerideki böğürtlenin içindeydim. Çalıları çiğneyip, dallarını birbirinden ayırarak kendime gizli bir yuva yapmıştım orada; Hüseyin ağa beni azarladığında da oraya saklanırdım. Bu gelinler üç gün önce gördüklerimdi. Aboo! Ben burada neler gördüm neler, ne götler, aboo! İsmail ağa bak seni unuttum. Sakın bizim köylülere söylemeyesin, vallaha billaha beni öldürürler.” Zaten biraz aptalımsı olan adam, korkmaya başladı. Ağlamaklı oldu, sustu yürüdü. Ona güvence vermek için:
“Bekir korkma dedim, İsmail ağa kimseye birşey söylemez!” O da söylemem anlamında başıyla onayladı. Belli ki bu gizi adam epeydir içinde saklıyordu. Güç alınca durdu ve sürdürdü anlatmasını:
“Taşın üstüne oturup, evliyanın taşı evliyanın taşı! N'olursun bana acı! Üç yıldır çocuğum olmuyor, bana bir çocuk ver! dedi, kalktı donunu giydi. Öbürü de aynısını yaptı.” Sordum:
“Gördüklerinin hepsi aynısını mı yaparlar?” İsmail ağa boynunu büküp duruyor, “Cahillik, cahillik işte” diye söyleniyordu. Çoban Bekir yeniden başladı anlatmaya:
“Evliyanın taşına oturup çocuk sahibi olmuş olanlar da gelip kurban keserler. Kurban kesiminden sonra erkekler ve çocuklar taşın başından uzaklaşırlar. Kadınlar gelin taşına oturacak kadının çevresini fırdolayı sarar ve üstüne örtü örterler. Dualar okurlar.. O zaman hiç birşey göremezdim.” Ylllardır belki içinde sakladığı bu gizi dışarı vurmaktan rahatlamıştı. Ama kafasını kaldırıp da İsmail Özkök’le gözgöze gelince, yüzü sarardı ve bu kez adamın ayaklarına kapandı:
“Aman İsmail ağa bokun yiyem, sakın bizim köylülere söylemeyesin. Hele Hüseyın ağa duyarsa benim kemiklerimi kırar, yataklara düşürür sopadan; öldürür öldürür beni o.” Yine araya girdim: “Bak İsmail abi dedim-ikimiz de birbirimize abi diyorduk-, sakın ha! Bu konuşulanlar aramızda kalsın. Ama eminim çoban bu işte yalnız değildir. Başkaları da yapıyordur bu rötgenciliği.”
İsmail Özkök'den söz aldık. Bunun üzerine çoban yanımızdan uzaklaşmış ve sürüsünün başına ulaşmıştı bile. Olasıdır kendini oldukça hafiflemiş hüssediyordu. Tarlanın ortasında böğürtlen ve diğer çalılardın kümeleşmesinden oluşan çalılık adasının kıvrılan yolundan güçlükle ilerleyip taşı bulduk. Yaklaşık 2-3 m. çapındaki yuvarlak bir boşluğun ortasındaydı. Çevresinde bir adam boyunu aşan böğürtlen çalıları, alıç ağaçları ve dikenli sarmaşıklar öylesine birbirine dolanmış ki, gerçekten bir metre ötede gizlenen birini görmek olanaksızdı. Üstelik o denli çok çocuk zıbını, entari, kazak ve çorap parçaları var ki çalılar üzerinde, sanki paçavradan bir duvar oluşmuş.
Arkadaşım benden önce varıp taşın çevresini araştırmaya başlamıştı. Ben taşı yakından görünce bir çığlık attım:
“Aman Tanrım, bu bir fallus (phallos-fallos)!” Çığlığıma İsmail Özkök şaşırdı ve bulunduğu yerden bakakaldı. Taştan gözümü ayıramıyordum; gerçekten baş kısmının birazı kırılmış ve tepesi oturmaktan çukurlaşmış fallus taşından başkası değildi. “Evliyanın taşı, evliyanın taşı, gelin taş!” diye söylenerek gülmeye başladım bu kez de. Yanıma gelen İsmail Özkök:
“Abi n'olur söyle! Seni önce şaşırtan, sonra da güldüren bu taş nedir? Ne demek fallus?” Bu soru üzerine gülmem dudaklarımda dondu. Bir an eski antik söyenceleri düşündüm:
Şarap ve bağbozumu eğlenceleri tanrısı Dionysos'la (Dionusos) bir su perisinin oğlu Priapos'un (Priapos) heykelleri gözümün önüne geldi. Bugün Çanakkale'nin Karabiga'sının yakınlarındaki antik kente de adı verilmiş Priapos, bir bereket ve döl artırma tanrısıydı. Tanrı, nerdeyse kendi boyuna yakına erkeklik organı ve onun üstündeki meyvalar ve sebzeler dolu bir sepetle bereketi, verimi simgeler. Dionysos şenliklerinde sarhoş ve kendinden geçmiş durumda ormanlara doğru koşmakta olan kadınlar, ellerinde birer fallus heykelciği taşıdıkları bilinir. Ve Delos adasındaki göğe doğru yükselen, yarısı kırılmış dev fallus ve Pisidia bölgesinde (Burdur ve Tefenni'de) dağ başlarında bulunan ve mezar taşı olarak kullanılmış kırık veya sağlam fallus heykelleri gözlerimin önünden geçti. O çevrede uygun bir de ad bulmuşlar: Mantar Taşı
Tamam, antik çağın bereket yağdıran, döllendiren, verim artıran Priapos'un simgesi fallus, tüm doğallığıyla o dönemlerin kalıtı olarak yaşamakta. Ama ya yirminci yüzyılda, N. köyünün arazisinde aynı kültün, binlerce yıl ötelerden gelip işlevini Gelin Taşı olarak sürdürmesine ne buyurulur? Nasıl açıklanabilirdi? Köyde araştırsam hiç kuşkusuz, Bekir'in anlattıklarını doğrulayacak pek çok kanıt bulacaktım. Yani taşın üzerine oturup dua etmiş, adak adamış ya da kurban kesmiş bir çok kadın, onun sayesinde çocuk sahibi olduğunu rahatlıkla anlatacaktır.
Ben iyiden dalmış olacağım ki, Özkök yineledi sorusunu. Ona nasıl anlatacaktım? Nasıl yanıtlayabilirim bu soruyu? Kuşkusuz doğrusunu anlatmalıydım, ama anlayabileceği bir biçimde.
“Bu taş nedir? Neden söylemek istemiyorsun? Fallus ne demek oluyor?”
Gelin taşının bulunduğu çalılık adasından çıktık. Taşın büyük bir kısmı toprağa gömülüydü, görünürde yazıtı da yoktu. Özkök habire yineliyor. Ben ise sürekli kaçamak sözlerle, onun konudan uzaklaştırmak çabasındaydım. Aslında uygun, onun anlayacağı ve inanacağı bir yanıt arıyordum. Köye doğru çıkarken birden İsmail Özkök'e döndüm:
“Bak abi, sizin köye üç saatlık yolumuz var. Güneş de battı. Eğer Hüseyin ağada kalmayıp, yola çıkmayı göze alırsan, yolda anlatırım. Bana sorarsan bitkin durumdayım; üç saat göze alamam. Ama sen salt taşın ne olduğunu söylemem için, yürümekten çekinmezsen, başa gelen çekilir der, yola düşerim.”
“Yok olmaz, dedi, burada kalalım. Saat sabah beşten beri yol yürüyoruz, şimdi de akşamın yedisi. Hüseyin ağaya konuklayacağız, benim iyi adamımdır. Sabahleyin erkenden yola çıkarız.”
“Ben de o zaman anlatırım” dedim. Tatlıya bağladık. Ona ilk ağızda söylüyemezdim, “sizin evliyanın taşı bir erkeklik organı heykelidir” diye. İsmaili Özkök arkadaşım güvenilir biri, ama Hüseyin ağanın evinde ya ağzından kaçırırsa, halim nic'olur? Kendimi güvencede duymadan göze alamazdım. Sözü değiştirip, yürüdük. Ona antik dönemlerden cinsellikle iligli bazı öyküler anlatarak, ertesi güne hazırlamayı denedim. İyi de oldu. Meğer onda da bir sürü cinsellik fıkraları varmış, anlatıp durdu.
O gece N.köyünde yatıp bir iyi dinlendik. Ertesi sabah erkenden yola çıktığımızda, taşın ne olduğunu anlattığım zaman yadırgamadı. Önce uzun uzun güldü. Gülmesi kesilince, bir daha o konuya dönmedi.
Birkaç yıl geçmişti aradan, yüzey araştırmasına çıktığımız bir grup öğrenciyle Tamışlarlı İsmail Özkök dostuma konuk olmuştuk. Öğrencilerime daha önce anlatmış olduğum bu konuyu açtı ve: “Biliyor musun abi dedi, oraya yalnız çocuğu olmıyan gelinler gitmezmiş. O çevrede gelenekmiş; her düğünde ata bindirilmiş olan gelin, damadın evine gitmeden önce, o taşın bulunduğu çalılığın çevresini üç kez dönermiş düğün alayıyla birlikte!” Ne varki, köylülere gerçeği söyleyip söylemediğini açıklamadı. Ben de sormadım. Ama eminim ki cesaret edememiştir...