Sosyoloji ve felsefe bölümlerinin bulunduğu kattaki 240 numaralı odadaydı dersim. Çoğu kez olduğu gibi yine kendimi odamda unutmuşum, dalmış çalışıyorum. Amasya'dan bir ilköğretim müfettişinin çekip gönderdiği yazıt fotoğrafını inceliyordum. Fotoğraf net, yazıt okunaklı. Ancak belirsiz harflerin üzerinde mürekkepli kalemle oynamış olduğundan güçlük çekiyorum. Üstelik müfettiş bey yazıt üzerinde uzunca bir yorumu içeren mektubun içine koyup, göndermiş fotoğrafı. Benden de yorum ve açıklamalarının onayını bekliyor: “…Mutlaka bu yazı, ya karşımda ya duşumda, ya da birkaç adım sağımda veya solumda anlamındadır. Yani bir definenin habercisidir. Bir mağaranın kapısının üstüne çizilmiş iki kulplu bir tepsi içinde bu yazı. Yani anlayan insana defineyi tepsi içinde takdim ediyorlar..” Ne hayal gücü, ne yorum doğrusu. Onaylasak mı acaba?(!) Bu bomboş mağaranın sağında solunda tarihsel yıkıntılar varmış, ama mümkünatı yokmuş hepsini kazmaya. Cahil köylüler yazının ne demek istediğini anlamadıkları için her yanı delik deşik etmişlermiş, onları durdurmuş. Kendisi çok iyi anlamış ya, ne diye bana göndermiş? Definenin gizemi bu yazıtın içindeymiş. “Yazıtı okuyarak Türkçeye çevirip gönderirseniz diyordu mektubunun sonuna doğru; defineyi mutlaka bulacağım, Allah'ıma inanır gibi inanıyorum. Ben beş vaktimi şaşırmam, dini bütün bir insanım; Allahım üzerine yemin ediyorum, çözün definenin sırrını, hakkınızı fazlasıyla ödeyeceğim."
Mektubu okurken bir yandan da yazıta bakıyorum ve kendi kendime gülüyor, küfür ediyor söyleniyorum. Daha ilk bakışta yazı karakterinden 2.yüzyıla, Roma imparatorluk dönemine ait bir kaya mezarı yazıtı olduğu anlaşılıyordu. Elbetteki defineden mefineden de sözetmiyor; bir ailenin bireylerini tanıtıyor ve mezarı yaptıran kişiyi uzun uzun överek köyüne yaptıkları hizmetlerden sözediyordu. Ancak ne varki, bu çok önemli olan antik yerleşme adının başındaki bir kaç harfin üzerinden, akıllı müfettiş bey kendi kafasına göre mürekkep geçtiği için okunması olası değil. Yazıtı mutlaka yerinde görmek gerekiyor. Burada müfettişe yüksek sesle küfür etmeye başlamıştım ki, bastırılmaya çalışılan bir kahkahayla kendime geldim. Kıvırcık Bircan karşımda duruyordu. Kapıyı çalmış ama duymadığımdan içeri girmiş beni seyrediyordu.
“Hocam kime küfrediyordunuz öyle?” diye sordu, ama yanıt beklemeden sürdürdü: “Eğer ders yapmayacaksanız, gitmek istiyoruz!” Arkasından, Diyarbakırlı Fahreddin'in başını gördüm yarı açık kapıdan.
“Elbette yapacağım dedim, hangi saatte dersim olduğunu yine unutmuş çalışıyordum.”
İkisi öğrenci de sağcıydı. Arkeoloji öğrencileri arasında komondo olarak biliniyorlardı. Kendilerini uyarmıştım bu konuda, ama yadsımışlar, bizim siyasetle ilgimiz yok demişlerdi. Bircan dersimi hiç aksatmaz, hem de hep önce otururdu. Saçlarının doğal biçiminden dolayı arkadaşları ona Kıvırcık diyorlardı modern giyimli güzelce bir kızdı. Verdiğim ödevleri hep zamanında yapan Bircan, ders anlatırken gözlerini gözlerime diker hiç kıpırtısız bakar bakardı. Hayallere daldığının elbette farkındaydım. 23 yaşlarında genç bir kızın beğendiği hocasını ayartmaya çalışmasına hiç de yabancısi sayılmazdım. Yadsıması, gizlemesine rağmen militan sağcılarla gezdiğini bir kaç kez görmüştüm. Hele şu Fahreddin? Diyarbakırlı Kürdün ırkçı faşistlerin yanında ne işi vardı? Her ikisi de Çarşamba günleri benimle birlikte sınıfa giriyorlardı. Çünkü dersim solcuların eğemenliğinde bulunan felsefe koridorundaki odadaydı. Hocanın yanında kendilerini güvencede duyuyor olmalıydılar. Türkoloji koridorunda ya da 10 numaralı amfideki derslerime giderken, Komünist olarak bilinen öğrenciler benimle, yanımsıra iniyorlardı anlaşmışcasına. Şimdiye dek çeşitli söz atmalar dışında, bir saldırı olmamasına karşın, asıl tehlikede olan bendim. Sık sık öfkeli, tehdit edici bakışlar ve laf atmalara maruz kalıyordum.
Toparlanıp, kitaplarımı ve notlarımı alarak çıktım. Onlar da yanımdaydı. Kıvırcık Bircan “Ders yapmayalım hocam, ortalık çok gergin. Mutlaka bir olay çıkacak bugün” diye mırıldanıyor ve bir yandan da koşar adım bana ayak uydurmaya çalışıyordu. Sınıf doluydu. Koridorlarda gezen solcu öğrenciler sınıfı hocasız bulunca girip oturmuşlardı. Arkeoloji öğrencilerinin dışındakinin sınıfı terketmelerini söyleyince, sessizce çıktılar. Ama Fahreddin'le Blrcan'a öfkeli bakışlar ve tehdit edici mırıltılar fırlatmadan da geri kalmadılar. Onları koruduğumu düşünerek, bana da söz atanlar oldu. Sağcı ülkücülerden sık sık gelen kaba tehditlere zaten alışır olmuştuk.
Şiddete, anlamsızca sürdürülen sopalı-silahlı zorbalıklara karşı olduğum ve görüş ve düşünceleri demokratik kurallar içerisinde tartışılması gerektiğine inandığımdan, eşit davranmak çabası içindeydim. Gerçek yeri ve zamanı geldiğinde elbetteki kesin tavır koymak gerekliydi. Ortam korkunçtu ve daha da kötüleşiyordu. Devlet eliyle dinci ve ırkçı komonolar silahlandırılmış; solculara karşı onları kullanmak eğilimini benimsemiş Başbakan “bana sağcılar cinayet işliyor dedirtemezsiniz!” diye konuşabiliyordu. Oysa az bir süre önce Üniversite merkez binasının önünde solcu gençler kurşunlanıp öldürülmüştü faşist güçler tarafından. Hocalara da saldırılar gittikçe artıyordu, kesinlikle can güvenliğimiz yoktu.
Çoğunluğu kız olan yirmi kadar öğrenciyle derse başladık. Ölü bir dilin kurallarını öğretmek veya öğrenmek pek öyle kolay bir şey değişdi. Ama Klasik Arkeoloji öğrencileri için gerekli görüldüğünden böllüme eski Yunanca uzmanı olarak alınmıştım. Gramer dersinde mastarların özellikleri ve kullanılışlarını anlatıyorum. Kavratmak çok güçtü, çünkü Türkçe dilbilgisi kurallarını iyi bilmiyorlardı. Bu yüzden önce, dilimizin anlatacağım konuyu ilişkin kurallarını belirleyici örneklerle bir iki kez geçtikten sonra dersime başlamak zorunda kalıyordum hep. Yine aynı şeyi yapmıştım. Bircan hemen önümdeki masada oturuyor yine, gözleri üzerimde, ama çok sinirli ve zaman zaman kapıya bakıyor. Çıkmak mı istiyor acaba?
Dışarıdaki bir yürüyüşün sloganları duyulmaya başladı. Laleli Millet caddesinde yürüyen bir sağcı grup: “Tanrı dağı kadar Türk, Hıra dağı kadar Müslümanız!”diye haykırarak geçiyorlardı. Bir yandan “Allahu Ekber!” temposu tutarken, arkasından “Komünistlere ölüm!”diye çığlık atıyorlardı. “Yine birini öldürmüşler, dedi pencereye yakın öğrencilerden biri; kortejin önünde tabut var.”
Fakültenin önünde durdu yürüyen kalabalık “Türkler, Müslümanlar buraya! Komünistler Rusya'ya!” diye bağırmaya başladılar Üçüncü kattayız biz. Bir öğrenci kalkıp kapıyı sürgüledi. Koridorlarda koşuşmalar ve bağırıp çağırmalar başlamıştı. Dersi sürdürüyordum, ama tedirginliğimiz doruğa doğru tırmanıyordu. Nedendi bu Ölümler? Neyi çözümlüyorlardı? İki el tabanca sesi yankılandı koridorda ve arkasından kapı vuruldu. “Hocam kapıyı açmayın!” diyenler oldu, ama kapı tekmelenmeye başlamıştı. Koşup açtım kapıyı “N'oluyor sunuz? Niçin tekmeliyor sunuz kapıyı?” diye bağırarak. Açmamla birlikte elinde tabanca, tıknaz ve kısa boylu, sarı saçları kısa kesilmiş ve sakallı biri daldı içeri “kesin dersi dedi, ıslık gibi bir sesle. Kesin dersi şehidimiz var! Bugün ders yapılmayacak, herkes dışarı!” Eli tabancalı mabancalı, ama korkunun ecele yararı yoktu. Ben ondan daha fazla bağırarak, “asıl sen dışarı çık, dedim. Ne hakla dersimizi kesiyorsun? Elindeki tabancayı mı güveniyorsun? Bizi mi vuracaksın?” O anda Kıvırcık Bircan'ın oğlana gözüyle kaşıyla işaretler attığının farkına vardım. Öfkem bir iyice artmış ve kıza karşı da nefret bürümüştü içimi. Götten bacak sarı oğlan tabancasını cebine sokup, “özür dilerim hocam dedi yavaş bir sesle, saygısızlık ettim. Sizden rica ediyorum, dersi kesiniz. Komünistler bir ülküdaşımızı vurdular, şehidimiz var; yürüyüşe katılacak arkadaşlar. Bütün sınıflar boşaltıldı!”
Anlamsızdı dersi sürdürmem, direnmem. Doğruydu, zorla sınıflardan çıkarılan öğrenciler öbek öbek koridorlardan geçirilerek, dışarıdaki yürüyüşe götürülüyorlardı eli tabancalı sopalı eskiyalar tarafında. Gürültüsüz partırtısız anlarda ortalığı dolduran polis ve askerlerden kimse görünmüyordu. “Sen çık dedim, konunun sonuna geldim. Biriki dakika içinde bırakırım çocukları.”
Şu çelimsiz götten bacak oğlanın silah elinde içeri girip, bizi dışarı çıkmaya zorlaması çok acı bir olaydı. Ama biliyordum ki benim başıma ilk kez gelmesine rağmen, sık sık oluyordu Üiversitelerde. Öyle anlaşılıyordu ki Bircan'ın işaretiyle davranışını değiştirmişti sarı oğlan. Herhalde kızın aralarında itibari yüksekti. İlk kez içimden batığım küfürlerin en alasını uygulama fırsatını aramak için kendime söz verdim. Mutlaka bir önder militanın yavuklusuydu. Ben bunları içimden geçirerek, derse devam ederken kız ayağa kalkıp, “kusura bakmayın hocam ben bu durumda dersinizi izleyemem, demesin mi? Bir genç öldürülüyor, binlerce insan yürüyüşe geçmiş ve yer yerinden oynuyor. Ama siz ders yapıyorsunuz. Ben çıkmak istiyorum izninizle.” Ayağa kalkmışlardı bile Fahreddin'le. Bir de izin istiyor sürtük. Ben daha karşılık vermeden, kapı yeniden açıldı ve çelimsiz sarı oğlan göründü. Bu kez tabancasını ceketinin cebinde kavramış ve namlusunun yaptığı tümseği göstererek, “Hoca çıkın lütfen dedi, sizden başka kimse kalmadı. Bizi zor kullanmaya mecbur etmeyiniz!” Arkasına yığılmış bir küme ülkücü homurdanmaya başlamıştı. Yapcak birşey yoktu. Karşı koymaya çalışmak sadece bir takım acı olaylara neden olurdu. Bir ton dayak yer, yaralanır ya da öldürülebilirdim. Önceden ayaklanmış olan Kıvırcık Bircan “Hocamız zaten çıkıyordu!”diye araya girmişti bile. Öfke ve sinirden titriyordum. Aynı zamanda bir korku sarmıştı beni. Çünkü sınıfımda komünist öğrenciler vardı, onları Fahreddin'le Bircan'ın tanımaması olanaksızdı. Bütün fakülte koridorlarını ele geçirmiş olan ülkücü komondoların onlara saldırması, öç almak için kuşunlamaları da olasıydı. Öğrencilerim korkudan sapsarı kesilmişlerdi. Kapıdan çıkarlarken onlar bana yanaştılar; üçüncü katın penceresinden atlayıp kaçmaları düşünülemezdi. Gözlerim Bircan'ı aradı. Sınıf arkadaşlarına bu kötülüğü yapabilir miydi? Zaten bize doğru bakıyordu; hafifçe gülerek, ufak bir baş hareketiyle güvence verdi. Aptal değildi, aynı durum bir gün kendisinin başına gelebilirdi. Ülkücüler, öğrencilerimin çevresini sarıp, kendi sloganlarını bağırta bağırta zorla yürüyüşe götürdüler. Hiç bir şey yapamadan, kahrolarak arkalarından bakakaldım.
Ve benim bu, ikinci kez sınıfımdan zorla çıkarılışımdı. Odama çıkarken bunu düşünüyordum:
On beş yıl önce, öğretmenlik mesleğine ilk adım attığım, yani ilk atandığım köyde yaşamıştım. Darende'ye bağlı ve ilçeye katır sırtında tam dokuz buçuk saat süren bir kürt köyüydü. Okul binası yoktu. Benden önce bir yedeksubay öğretmen iki yıl çalışmış bir köy evinde. Ondan sonra bir kaç yıl öğretmensiz geçmiş; atananlar ya gelmemiş ya da güç koşullar karşısında dayanamayıp, geldiklerinin ilk ayında izlerine dönmüşler. Muhtar İbiş ağa, bana Hacıomuş oğlu Rezo'nun evini gösterdi ve:
“Aha öğretmenim sana okul! Ahırın yanında kocaman bir oda var: yarısını sınıf yap çocuklarını okut, yarısına da yatağını ve pılını pırtını yerleştir” dedi. Türkiye Cumhuriyeti devletinin hala okul yaptırmadığı köyden, betonarme bir okul binası isteyecek değilim ya! Önce hemen hepsi kırılmış masa ve sıraları onardım. Toprak tabanlı ve tavanlı koca odayı, iki yatak çarşafını birbirine dikerek ekleyip, direkten direğe gerdim ve ikiye böldüm. Toplam otuz sekiz kişi olan birinci, ikinci ve üçüncü sınıf öğrencilerimi ayrı sıralara yerleştirdim. Çarşafla ayırdığım küçük bölümü ise muhtarın dediği gibi kendime ayırdım, öğretmen odası(!) olarak.
İki ay boyunca kitapsız deftersiz, daha doğrusu eski defterlerimden boş yaprakları çıkartıp dağıtarak yırtık silinmiş kağıtlarla ders yaptık. Tebeşir yerine evleri badana etmek için kullanılan aktoprak ocağından getirdiğim doğal tebeşir, kalker kullanıyordum. Maaş da alamıyordum, ha deyince kasabaya inmek mümkün olmadığından. Hiçbir şeyim yoktu, muhtar çocukları sıraya koşmuş, her gün bir öğrenci evinden yemek getiriyordu bana. Yağmurlar başlayınca, dam akmaya başlamıştı. Yağmur olduğu gibi alta geçti daha ilk günlerde. Derse ara verip dam aktarmaya çıkıyordum sık sık.
Yine yağmurlu bir günde damı loğ taşıyla, bir büyük öğrencimle aktarıp berkiterek sınıfa inmiştim. Sırılsıklam, yedi kişilik üçüncü sınıf öğrencileriyle bir problem üzerinde çalışmaya başlamıştım ki, Rezo kapıyı hızla çarparak içeri girdi. Elinde kocaman bir sopa vardı. İri vücudunu daha da kabartarak bağırdı. Ağzından köpükler saçıyordu:
“Ula Hoca, al şu uşakları çıh dışarı. Boşaltın evimi. Get muhtarın evinde dersini göster! Çıkmamazlık etemeyesin, fena dögerim ha!”
Düşünüyorum da, hiç birşey söylememiştim. Evini bayağı düzene sokmuş duvarını pencerelerini onarmıştım. Neydi Rezo'nun derdi? Öfkesi kimeydi? Yirmi iki yaşında genç delikanlıydım, adamı kargatulumba edip dışarı atabilirdim. Üstelik, nüfus cüzdanlarında onüçünü aşan yoktu, ama 17-18 yaşlarında öğrencilerim vardı; gözümün içine bakıyorlardı, “lekha (vurun)!” demem için. Hatta Mehmet Çalışkan ayağa bile kalkmış kürtçe “Rezo ne istiyorsun sen? Çık dışarı okul burası!” Rezo hala bağırıyordu: “Çıkın dışarı diyerim. Hepinizi çala-satır dögerim haa!”
Sınıfta yapılacak küçük bir dalaşmayla, zar zor onardığım masa ve sıralar paramparça edilebilirdi. Mehmet'e:
“Otur yerine, dedim. Tamam Rezo çıkıyoruz. Haydi çocuklar dışarıda sıra olun! Doğru muhtarın evine gidiyoruz, bir yer bulsun bize.”
Rezo'yu öfkesiyle başbaşa bırakıp, kavakların dibinden çamurları dallayarak İbiş ağanın evinin avlusunda toplandık. Çok hoşsohbet biri olan Muhtar, Rezo'nun bizi evinden kovduğunu söylediğimde çok kızdı. Meğer kaptıkaçtı oynarlarken, “hile yapıyorsun diyerek” İbiş’e çıkışmış; dil azarı etmiş, kavgalaşmışlar. İbiş ağaya kızan Rezo öfkesini bizden çıkarmıştı. Bunu öğrenince gülmeye başlamıştım, ama Muhtar hışımla dışarı çıktı. Çıkarken de söyleniyordu “Hocam! Getir çocukları bakalım nasıl koymuyor muş?” Muhtar kürtçe bağıra çağıra Rezo'nun evine doğru yollandı. Evinin penceresinden kapısından kafasını çıkaran komşular ona katıldılar. Biz de arkalarından öğrencilerime yeni öğrettiğim “Dosluğun biz sevgisiyle/Toplandık her an burda/Bu dostluk bağı kopmaz hiç/Dağılsak da bütün yurda” şarkısını söyleyerek onları izledik. Çıkışarak, bağırıp şakalaşarak kargatulumba kolundan bacağından tutup havya kaldırarak dışarı çıkardılar Rezo'yu. Biz de sınıfımıza girip kaldığımız yerden dersimizi sürdürdük.
Rezo'yu elbetteki bağışladım. Üstelik her işte yardımına koşan en yakın ahbaplarımdan biri olmuştu. Ama şu haytayı! Bizi silahla dersten çıkartan şu götten bacak sarı oğlanı bağışlamak mı? Asla!
(Bağışlamasa ne çıkardı? Kendisine sorduğumda söyledi: O dönemlerde Edebiyat fakültesinde faşist eylemlerde parmağı olan bu sağ eylemci, 12 Eylül darbesinden sonra elini kolunu sallayarak, bu kez daha da rahatlamış ve korkusuz koridorları arşınlıyor, ihbarlar yağdırıyormuş. Sözde anarşiyi önlemek, anarşistleri, teröristleri yakalamak adına yönetimi ele geçiren generallerin düşmanlığı solcularaydı. Türkeş'i içeri almışlardı, ama unun ilkelerini uyguluyorlardı. O götten bacaklıyı her gördüğünde o günü anımsadı hoca ve nefreti öfkesi iyice bilendi faşizme karşı. Kıvırcık Bircan mı? Gecikmeli de olsa içinden ettiği küfürleri uyguladı üzerinde. Ama bir hesap mı gördü yoksa hesap mı verdi? Onu anlıyamadı. Ayrıntısını bir başka öyküde çekincesiz anlatmıştı. Ama, kurşun kalemle yazmış, ben de hepsini sildim!...)