Kasım ayının son günlerinden bir öğle üzeriydi. Dersim yoktu o gün, ama 7.30’da Fakülte’ye gelmiş. O andan beri odama kapanmış çalışıyordum. Perge kazısında çıkarılmış bir yazıt üzerinde bir makale hazırlama çabasındayım. Türk Tarih Kurumu dergisi BELLETEN’in ilk çıkacak sayısında yayınlanacağı sözü verilmişti. Böyle bir söz almadan, eğer ün sahibi Hocalardan değilseniz, BELLETEN’de yada diğer bilimsel-mesleki dergilerde bir araştırmanızı yayınlamak için uzun süre beklemeniz gerek. Sıraya alındığınızı söylerler, beklersiniz birkaç yıl. Oysa yeni bir araştırmadır; bir konuya yeni bir yorum getiriyor veya yepyeni görüş ortaya atmış olabilirsiniz. Böyle gecikmeli yayınlandığında, ya güncelliğini tamamen yitirmiş yada yabancı bir dergide bir başka bilim adamı aynı konuyu sizinkine benzer yorumla ele almıştır. Durum bilinmediği için eleştirilmeniz kaçınılmaz olduğu gibi, araştırmanın bilimsel onur payı da o kişinin olacaktır. Hatta birileri çıkıp, yazınızı yabancı dergiden çalmış olduğunuzu yazmaktan bile çekinmez; onlara kendinizi hiç anlatamazsınız .
50’li yıllardan beri, Antalya yakınlarındaki antik Perge kentinde yapılmakta olan kazılarda çıkmış yazıtlarını en eskisi bana denk gelmişti. Bir yapıda kullanıldığı anlaşılan bir kireçtaşı bloğuna kazınmış yazıtın harf özellikleri bizi İ.Ö.5.yüzyıldan ötelere, yani 2500 yıl öncesine götürüyordu. Grekçe (Eski Yunanca) olan yazıt sadece iki satırlıktı, ama çok önemliydi. Çünkü kentin büyük tanrıçası Artemis Pergaia'ya adanmış ve tanrıçanın yerli dildeki edının, bilinenlerden farklı bir yazılış biçimini ortaya koyuyordu. Böylece Grek dilinin İ.Ö.5-6.yüzyıllarda konuşulan Pamphylia (pamfilya) lehçesinin bilinen alfabesine yeni bir harf eklememi sağlıyor. Yazıtta yeni bir kabile (phyle=fulh) ve iki kişi adı geçiyor ve özel adlardan biri için tereddüt ediyordum. Çünkü WAS adının birkaç çeşitlemesine Zugusta’nın “Antik Özel Adlar Sözlüğü”nde rastlamıştım, ama IRWOTAS yeni idi. İşte bu sözcük için, Edebiyat Fakültesinin genel kitaplığına gitmiştim öğle yemeğine çıkmadan önce. Bu kitaplıkta bulunan bazı mesleki (Latince,Grekçe) özel ad sözlüklerini taramış, ama eliboş dönüyordum. Hiçbirinde de yoktu, demekki yeni bir yerli isimdi. Belli ki Grekçe değildi, büyük olasılıkla yerli Luwi dilinden kalma bir sözcüktü...
Kafamdan bunları geçirirken, odamın kapısını kilitlemediğim aklıma gelmiş, hızlı hızlı yürüyordum. Türkoloji koridorunu geçtiğimde bir patırtıdır koptu. Bir grup öğrenci sopalar ve demir çubuklarla birilerini kovalıyorlardı. Bir ara kovalayıcıların çarpıp beni yuvarlamamaları için duvara yapıştım. “Allahsız komünistlere ölüm!” diye bağırıyorlardı. Koşarak Arkeoloji koridoruna ulaştığımda, tabancalar patlamaya başladı. Bana mı ateş ediyorlardı, kaçan komünist ben mi sanmışlardı ne? Kulağımın dibinden “vııınn!” diye bir mermi geçti. Kendimi aynı anda yere atmıştım. Birbiri ardından birkaç el daha ateş edildi; mermiler başımın üzerinden geçerek koridorda sekiyor, duvarlara saplanıyorlardı. Yere sere serpe uzanmış, cansızmışçasına kıpırdamadan yatıyordum. Elimdeki kitaplar ve bir dosya dolusu kağıtlar çevreye saçılmıştı. Yüzleri kağıt maskelerle kapalı eli tabancalıların tereddüt içinde bana yaklaştıklarını hissettim. Biri “Ulan Hocayı vurmuşsunuz! Haydi kaybolun!” diye bağırdı dişlerini sıkarak. Arkasından da memnun bir biçimde mırıldandı: “Ama yine de mermiler yanlış hedefe gitmedi; hoca da olsa bir komünist eksildi..” Bu sesi bir yerden tanıyordum, kulağıma yabancı gelmemişti. Ama, kim olduğunu düşünecek halim yoktu o anda. Koşarak kaybolduklarını anladığımda doğruldum. Koridorda kimsecikler yoktu. Aceleyle kitapları kağıtları topladım. Zangır zangır titriyordum. Kolay mı? Odamın kapısına birkaç adım kalmış ve ben, kapıya doğru atacağım son adımda kurşunu kafama yiyecek, oracıkta öbür dünyayı boylayacaktım! İster rastlantı, ister mucize denilsin, yada ecelimin gelmemiş olduğu söylensin; vurulmamış yaşıyordum işte! Anlaşılıyordu ki, faşist komandolar yalnız buldukları birkaç komünist öğrenciyi ölüme kovalıyorlardı. Onları bu koridora kaçtıklarını görmüş, koşarken beni onlardan biri sanarak üzerime mermi yağdırmışlardı. Vurulduğumu sanınca da dağılmışlardı eli tabancalı köpekler. Peki, ya o beni tanıyan ve vurulmama sevinen faşist kimdi?
Acaba nereye, hangi odaya girmişlerdi kovalanan öğrenciler? Buraya arkeoloji koridoru deniliyordu, ama üçü dışında, koridordaki bütün odalar Tarih Bölümüne aitti ; eski, orta ve yeni çağ tarihi hoca ve asistanları oturuyordu. Eski çağcılardan birkaçı dışında, hepsi sağcıydı, ılımlısından en aşırısına dağılan bir yelpaze oluşturuyorlardı. İçlerinden bazı genç asistanların faşist komandoların eylemlerini planladıkları ve bu eylemlere katılalarak onları yönlendirdikleri bilinmekteydi. Başucumda “ ...kurşun boşa gitmedi, bir komünist eksildi” diyen işte bunlardan biriydi, ama hangisi?
Odamın kapısını kilitlemediğimi unutmuşum. Anahtarı soktum, boşta dönüyordu, ama içeriden kilitliydi kapı. Bölümün baş asistanı arkadaşımın ben yokken geldiği ve silah seslerini işitince kapıyı arkadan kilitlediğini düşündüm. Adıyla seslenerek, saldırganların dağıldığını ve koridorlarda kimsenin kalmadığını söyledim. Odaya girmeden önce, bölüm kitaplığı kapısının da açıldığı bir küçük avlu vardı. Bir de ne zaman konulmuşsa duvarda bir boy aynası.. Aynada kendimi gördüm, yüzüm karasarı bir renge bürünmüş korkudan, başka biri olmuşum sanki. Hala titriyordum; kolay değildi, ölüme kılpayı kalmıştım.
İçeriden ses gelmedi, ama kapının sürgüsü yavaşça çevrilerek açıldı. Birisi kız, öbürü erkek iki gençle gözgöze geldim. Onların da beti benzi atmıştı. İkisiyle de göz tanışıklığım vardı; felsefe koridorundaki dersime giderken zaman zaman karşılaşırdım. Ama, bu ders yılı başlayalıdan beri hiç görmemiştim.
“Demek, dedim, faşistler sizin ikinizi kovalıyorlardı” yerime geçip otururken.
“Evet, diye karşılık verdi erkek, açılalıdan beri iki aydır Fakülteye gelemiyoruz. Kayıt yenilememiz gerekiyordu...” Kız atıldı:
“Sayenizde kurtulduk hocam. Kapıyı açık bırakmamış olsaydınız, faşistlerin kurşunlarına hedef olacaktık ikimiz de. İki kapıyı çaldık kilitliydi; içeriden sesler geliyordu, ama açmadılar.” Elimde olmayarak güldüm ve:
“Sadece kapıyı açık bıraktığımdan değildi galiba, dedim, size atılan kurşunlara ben hedef oldum. Şimdi anlıyorum ki, sizin buraya girdiğinizi görmüşler ve sonuncu olarak girmeğe çalışan benim üzerime kurşun yağdırdılar. Benim vurulduğumu sandıkları için defolup gittiler faşist köpekler!” İkisi birbirinin yüzüne şaşkın ve korkulu bakarlarken, “Hepimize geçmiş olsun!” deyip sordum:
“Niçin yanınıza polis alarak Dekanlık katına çıkmadınız? Fakülte girişindeki görevli polis şefine, komisere durumu bildirmeliydiniz.”
Oğlan kızgınlıkla söylendi:
“Ne diyorsunuz siz hocam, allahaşkına? Bizi faşistlerin tuzağına düşüren polisin kendisiydi...” Kız sözü arkadaşının ağzından alarak sinirli sinirli anlatmayı sürdüdrdü:
“ Hocam, polisler de onlarla birlikteler. İki polisin arasında tutuklular gibi götürülüyorduk. Hiç gereği yokken asansörü ikinci katta durdurup, faşistlerin arasından geçirerek, Dekanlık katına merdivenlerden çıkardılar. Polisler bizi tanıyor ve açıkçası onlara bu yolla haber veriyorlardı. Aralarından geçerken merdiven başlarında yığılmış ve slogan atmaya başlamışlardı. Polisler göstermelik olarak biriki bağırıp çağırdılar. Dekanlıktaki işimiz bitinceye dek bizi bekleyen iki polis, Türkoloji koridorunun açıldığı alanda, yani Fakülte genel kitaplığının vestiyeri önünde bizi bırakıp yittiler ortalıktan. ‘Hemen geliyoruz’ deyip bir kapıdan içeri girmişlerdi. Bir daha da oradan çıkmadılar..” Kızın soluklanmasından yararlanan oğlan, sözü aldı ve bağladı:
“Bereket versin onlara inanıp da fazla beklemedik. Merdiven başlarını tutmuş olan faşistler, polislerin kaybolmasından az sonra saldırıya geçmişlerdi. Var gücümüzle koşarak Türkoloji koridorunu geçtik. Öbür merdivenden çıkanlar tarafından önümüz kesilmeden sizin koridora dalmıştık...”
Bundan sonrasını zaten ben yaşamıştım. Fakültedeki onca polis ve asker, tabancalar patlarken sanki yer yarılmış yerin içine girmişlerdi. Gençler haklı konuşuyorlardı. Polisler açıktan açığa onları tutuyordu; Türkeş’in komandolarıyla kolkola gezdiklerini sık sık görüyordum. Seçimle başa gelmiş hükümet ülkeyi sıkıyönetimle yönetiyor. Üniversiteleri asker ve polisle doldurmuştu, ama eli tabancalı saldırgan itlere kimsenin engel olduğu yoktu. Çünkü, “bana milliyetçiler cinayet işliyor, dedirtemezsiniz” denilmişti!..
İki genç şimdi de fakülteden nasıl çıkacakları korkusu içine girmişler, hep kapıya bakıyorlardı. Biryandan da benim, konuşarak saklamaya çalışmama rağmen hala titremekte olduğumun farkına varmışlar. “Bizim yüzümüzden neredeyse vuruluyordunuz, hayatınızdan olacaktınız” diye yineleyip duruyorlardı. Çıkış için tedirginliklerini anlayınca “üzülmeyiniz dedim. Asansörün anahtarı bende. Sizi oradan indirip dışarı çıkarıtırım...” Ben daha sözümü bitirmemiştim ki kapı çalındı ve Osman Erkut içeri girdi.
Osman Önasya Dilleri ve Kültürleri öğrencisiydi. İncecik, dal gibi uzun boylu bir genç. Van Malatya’daki araştırmalarım sırasında bana yardımcı olmuştu, çizimlerimi yapıyordu. Köylerde birlikte konuk olmuş, bir keresinde bir mağarada sabahlamak zorunda kalmıştık. Candan bir gençti, çalışkandı. Arkeoloji bölümü öğrencisi değildi, ama benim Grekçe derslerimi de izliyordu. Sanırım sol eyilimlidi. Osman’ın da yüzü kireç gibiydi. Büyük bir korkuyu yaşadığı açıkça belli oluyordu. Sordum:
“Nedir durum Osman? Yoksa sende mi benim gibi tabanca kurşunları arasında kaldın?”
Osman Erkut zorla gülümsemeye çalışarak “hayır hocam dedi, ben iki ustura arasında kaldım”.
Biz üçümüz birden şaşkın bakarken, o sürdürdü:
“Hocam sizin odada ecza dolabı vardı; oksijen, tentürdiyot ve penisilin tozuna ihtiyacım var. Şu halime bakınız allahaşkına!” Osman üstündeki kalın yün kazağı yukarı sıyırınca, karnını çepeçevre saran kızılkan bir çizgiden sızan bir kan şeridiyle karşılaştık. Ben ayağa kalkmış, “bunu kim yaptı?” demek için ağzımı açmak üzereyken, o açıkladı:
“Biri bizim sınıftan iki faşist beni tuvalete soktular. İkisi iki yandan ustura attılar karnıma. ‘Seni, dediler, solcularla gezerken görüyoruz; bu sana bir uyarı! Bir daha onlarla yanyana görürsek, barsaklarını dışarı dökeriz. Şimdilik bir çizgi çekiyoruz.”
Hemen ecza dolabından oksijen, tentürdiyot, gazlı bez ve pamuk çıkardım. Kız öğrencinin de yardımıyla kanı silince, 2-3 milimetre derinliğinde kıpkızıl bir çizgi çıktı ortaya. Göbeğinin az üzerinden beline dek yarım daire çizmişlerdi usturayla. Koşullanmış, acımasız faşist kafaların işkence yöntemleriydi bu. Ustura ile oğlanın karnına, ömrünün sonuna değin izini taşımak zorunda kalacağı “Türkeş” adını da yazmış olabilirlerdi bu beyni yıkanmış komandolar! Bazı yerler daha derindi ve sürekli kanıyordu. Tentürdiyot sürüp, gazlı bezi Osman’ın beline kuşak gibi sardıktan sonra, “Osman, kan tamamıyla durmadı; Mediko-sosyal’a gitmemiz gerekiyor, dedim. Orada gerçek pansuman yapsınlar. Belki birkaç yere kanca ve dikiş atılması gerekecektir.”
Edebiyat Fakültesinde bir öğle üzeri bir hoca ve üç öğrenci, ölümü kılpayı sıyırarak korkuyu yaşamıştık. Bugün bize rastlamıştı ölümle yüzyüze kalmak. Üniversitelerin çeşitli fakülte ve bölümlerinde hergün yaşanıyordu bu ortam. Kürsülere bombalar konuyor, koridorlarda, kapı önlerinde ve sokaklarda hocalar, öğrenciler kurşunlanıyordu. Sözde polis ve asker, eğitim-öğretimin güvence içinde yapılması için Üniversitedeydiler! Saldırgana yardım edip, saldırılanı tutuklamakla güvenlik sağlanır mı? Anarşi ve terör bilinçli olarak yaygınlaştırırlıyor, ülke halkı korku ve tedirginlik içine sürükleniyordu. Bir askeri darbe için gerekçeler mi hazırlanıyordu ne?
Odamdan önce ben çıkıp koridorları gözledim, derin bir sessizlik egemendi. Öğrencileri çağırarak, yirmi-yirmibeş adım ötemizde bulunan asansöre doğru yürümeye başladık. Yaklaşık yarım saat geçtiği halde, bir baskın sonrasının bekleyişi içindeydi koridorlar. Görünürde hiç kimse yoktu, ama biz her an bir kapıdan, gizli bir köşeden tabanca namluları uzanacakmış gibi dehşet içinde yürüyorduk. Asansöre giden koridor bitmek bilmiyor, sanki sonsuzluğa açılıyordu.