Oku, bilgilen, fikir sahibi ol; zihninve gönül dünyan zenginleşsin! Ürettiğimiz bilgiler özgür, özgün ve karşılıksızdır.
Alıntı yap, indir, adımı silip sahiplenmeden kayıt altına al ve yakınlarınla dostlarınla paylaş!Dr. Ismail Kaygusuz
UZAK İKİZLER
J ve J
İsmail Kaygusuz
Prologos Paris 1985, Boulvard Saint Jaques’ da Bir Kafe
Fransa’nın, hatta Dünyanın en eski Üniversitelerinden olan College de France ve Sorbone Üniversitesi’nin bulunduğu Saint Jaques Bulvarı üzerinde bir kafede oturuyordu Mustafa Kara. Öğle sonu, bara yakın bir masada birasını içmekte. Kafe tenhaydı. Barın bir köşesinde şarabını yudumlayan bir müşteriyle iki garson arada bir gülmeleri duyulan hararetli bir muhabbet içindeydiler. Müzik dolabında Mireille Mathieu’nun “Je suis seul ce soir”(Bu akşam yalnızım) şarkısı çalıyor hafiften. Kırkın içinde yakışıklı denilebilecek yüz ve görünüme sahip, edebiyat alanında birşeyler başarmanın peşinde olan Mustafa Kara’nın önünde birkaç kitap, bir açık defter bulunuyor ve deftere düşünceli düşünceli bir şeyler yazmaktaydı. Arada bir saatına bakmasından birini beklediği anlaşılıyor. Doğru; yaklaşık bir yıldır birlikte yaşadığı ve geleceğinin kadını olarak baktığı, kendisinden dokuz kaş küçük, boyu ise 3cm kendisinden uzun Fransız sevgilisini bekliyordu. Bir yıllık Fransız bursuyla gelmiş ve College de France’da mesleği üzerinde araştırmalar yaptıktan sonra da geri dönmeyip burada kalmaya karara vermiş olan Mustafa bu Kahve’nin müdavimiydi. Öğle saatlarında geldiğinde ne yiyip içtiğini iyi biliyor ve o istemeden, getirip önüne koyuyorlardı. Garsonlardan biri Mustafa’nın bira bardağının boşaldığının farkına varmış, o yazılarıyla meşgulken Cafée Noire’ı-sütsüz sade kahvesini önüne koymuştu bile.
Mustafa saatına yeniden baktı ve kendikendine söylendi:
“ Saat tam onikide burada buluşmaya karar vermiştik; Marie Kate neden hâlâ gelmedi? Oysa saat yarım oldu! Birlikte önemli bir yere gidecektik. Acaba ana-babasının birlikteliğimizi görmek için birkaç gün sonra yapacakları ziyareti yarına mı almışlardı? Hazırlık yapması için belki de gelmiyecek. Ama Kafenin telefon numarasını biliyor, arayıp söylemesi gerekirdi. Ben de eve dönüp kendisine yardım ederdim..”
Bu son cümleleri mırıltı halinde söylerken, ister istemez dudaklarında bir gülümseme belirdi. Devrimciler arasında moda olan kalın Stalin bıyıkları bu kendi kendine gülümsemeyi kapatıyor, yüzüne bakan kimse bile farkına varamazdı. Aklına dün akşam Marie Kate’in söylemiş oldukları gelmişti. Marie Kate anasıyla babasının kendilerini ziyerete geleceklerini haber verirken şunları söylemişti:
“ Bak Mustafa, şimdi söyleyeceklerimi iyi dinle: İki gün sonra anamla babam bizi ziyarete gelecekler. On aydan beri birlikte olduğumuzu biliyorlar, ama bir kez bile ‘arkadaşını getir tanışalım’ demediler. Ne de on aydır tek kızları olan bana uğramadılar; herhalde Musevi ve katolik karışımı ailede bir de müslüman görmek istemiyorlardı. Oysa ben her onları ziyaret ettiğimde hep senden sözediyor; çalışmalarını, araştırmalarını, başarılarını ve amaçlarını anlatıyordum. Bugün birden karar vermişler ve Cuma günü bize geleceklerini söylediler. Az önce sana, tek kızlarıyım dedim, ama benim ebeveynimin, bir oğlu -kardeşim Patrick’le tanışmıştın- ve bir de benden küçük kızları var; adı Ülin...”
Mustafa şaşkınlıkla sorduydu:
“ Neden şimdiye dek söylemedin ve tanıştırmadın? Yoksa kendisiyle konuşmuyor musun?”
Marie Kate gülerek anlatmıştı:
“ Aslında Ülin ikinci kızkardeşim! Birincisi beş yıl kadar önce öldüğünde, babam Jaqueliene halamı telefonda ağlayarak ‘kızım öldü’ diye anlatmış. Kadıncağız hüngür hüngür ağlarken, tasadüfen yarım saat sonra ben kendisini aramıştım. Kadın şaşırdı; meğer benim öldüğümü sanmış. Anlayacağın babamın çok sevdiği köpeği ölmüştü. Şimdiki köpeği Ülin’i ikinci kızı yerine koydu. Senden isteğim; eve geldiklerinde Ülin’le yakından ilgilenmen ve onu okşayıp sevmendir. Kısacası Ülin senden hoşlanır ve seninle oynarsa aileye kabul edildin, demektir...”
Mustafa Kara oturduğu yerde bu olayı anımsayarak gülümsemişti. O konuşmalar belleğinde bir tur atınca, yüksek sesle söylenmekten kendini alamadı:
“ Demek ki Marie Kate’in Rouillon ailesine kabul edilmem, Ülin köpeğin benden hoşlanmasına, bir bakıma onun insafına kalmış!”
Saat 1 olmak üzereydi. Mustafa Kara artık sinirlenmeye başladı. Çünkü saat 1.30’da Abidin Dino’nun Pompidou Sanat Merkezi’ndeki resim sergisine birlikte gideceklerdi. Saat 1 ile 2 arasında kendisi de sergi salonunda bulunacaktı; belki biraz sohbet eder, bilgilenirdi. Üstelik bizzat serginin açılış tarihini, “ açılış kokteyline gel, davetlimsin” diyerek kendisi söylemişti. Bunları içinden geçirirken, bu kez onları evlerinde ziyaret ettiği günü anımsadı:
Musatafa Kara Yunus Emre (1240-1320) üzerinde bir makale hazırlıyordu. Yunus’un Bizans mistikleriyle etkileşimini kanıtlamaya ve Bizans Grekçesini bilip bilmediğini anlamaya çalışıyordu. Bu konularda yoğunlaşmıştı ki, İblis üzerine yazdığı uzun bir şiirini okuyup açıklamaya çalışırken, Yunus’un bir beyitinde Bizans takvimi yöntemiyle tarih düştüğünü farketti. Kuşkusuz bu farkındalık, Mustafa’nın meslek gereği olarak takvim ve antik yazıtları tarihleme hakkındaki geniş bilgisinden kaynaklanıyordu. Beyit’te verilen rakamları toplayıp, ondan Bizans yaratılış yılı rakamını çıkarınca 1291-2 tarihinde Yunus’un, 50 yaşlarındayken bu şiiri yazmış olduğu ortaya çıkıyordu. Yunus’ın Bizans takvim sisteminden haberli olması ve birçok şirindeki dönemin Nikaia (İznik)’da yaşayan Bizans mistik bilge ve tarihçilerinden esinlenme bazı tasavvufi düşünceleri onun Bizans Yunancası’nı bildiğinin-konuştuğunun kanıtları olabilirdi. İşte bu bilgi ve varsayımlarını paylaşmak ve tartışmak için, Yunus’un tasavvufi şiirlerinin bazılarını Fransızca’ya çevirip yayınlamış olan Güzin Dino hanımefendiyi telefonla arayıp randevu aldı. Kendisi “Yunus üzerinde benden fazla Abidin’le tartışıp konuşmanız daha yararlı olur sizin için. O, Yunus’u benden çok daha iyi bilir” diyerek evlerine davet etti. Ancak kocasına hangi nedenden ötürü kendilerini ziyarete gelmek istediğini söylememiş olacak ki, kendisiyle söyleşi yapmaya gelen bir gazeteci sanarak, hal-hatırdan sonra Mustafa tam konuya girecekken, Abidin Dino’nun ciddi bir biçimde ilk sözü “sakın bana, ‘Abidin mutluluğun resmini yapabildin mi?’diye sorma!” olmuştu. Anlaşılıyordu ki, kendisiyle tanışmaya, konuşmaya veya söyleşi yapmaya gelenler hep; Nazım’ın bir şiirindeki ona hitaben söylediği “ mutluluğun resmini yapabilir misin Abidin?” dizesini anımsatarak, ‘mutluluğun resmini’ görmek istemiş ve kendisini bıktırmışlardı. Mustafa “hayır efendim ben sizinle ‘bizim Yunusu’ konuşmak; bazı yeni bilgileri ve düşüncelerimi paylaşarak, görüşlerinizi almak istiyorum”deyince, büyük üstad derin bir nefes alıp rahatladı. Ondan sonra tatlı tatlı konuşup tartışmışlardı Güzin hanımın ikram ettiği çayı içerken. Mustafa bütün bunları kafasından geçirip zaman dolduruken, doğrusu suratı da asıktı.