Oku, bilgilen, fikir sahibi ol; zihnin ve gönül dünyan zenginleşsin! Dr. Ismail Kaygusuz

Kitap V. Cem Cennettir

Oku, bilgilen, fikir sahibi ol; zihnin ve gönül dünyan zenginleşsin! Ürettiğimiz bilgiler özgür, özgün ve karşılıksızdır.

Alıntı yap, indir, adımı silip sahiplenmeden kayıt altına al ve yakınlarınla dostlarınla paylaş!

Dr. Ismail Kaygusuz.

 

 

Cem Cennettir

İSMAİL KAYGUSUZ

 

Önsöz

CEM, sözcük olarak, “toplantı, biraraya gelmiş insan topluluğu cemaat, meclis” anlamlarına gelir. Ancak yüklendiği inançsal ve toplumsal işlevler bağlamında derin içerikli bir kavramdır. Cemler, Cemevi ya da Meydanevi’nde yapılır ve aynı zamanda yapıldığı toplumsal birimin (mezra, köy, mahalle, kasaba vs.) ve bireylerinin (özel) sorunlarının konuşulup çözümler üretildiği, yönetimine müdahale edilip değiştirilmesine, düzeltilmesine karar verildiği kadın erkek yetişkinler topluluğu olarak bir Halk Meclisi’dir.Toplanılan yer anlamına gelen Ortodoks İslamın Cami’si de aynı kökten olmasına rağmen farklı bir işlev ve

işlerlik kazanmıştır.

Cemler aynı zamanda, topluma ve bireylerine karşı haksızlık yapmış, suç işlemiş kişilerin yargılandığı adalet mahkemeleri ve jüri topluluğudur. Yine Cem, tarih, felsefe, edebiyat, müzik, dans ve diğer yaşamsal bilgilerin öğretildiği ve öğrenildiği bir öğretmenler

ve öğrenciler topluluğu olduğu kadar; ortak kazan kaynatılarak, ayrıca getirilen niyazların-lokmaların birleştirilip eşit üleştirilerek yenilip içildiği ve bir bakıma müzik ve dans sanatlarının icra edildiği bir coşku ve muhabbet meclisidir.

Ortodoks İslamın değişmez kalıplara sokulmuş tapınma eylemleriyle hiçbir biçimsel yakınlığı yoktur. İmam Cafer Buyruğu’nda Cem’in özellikleri şöyle vurgulanır:

“Cem’de büyük küçük, güzel çirkin bir olur ve dahi Cem cennettir; müminleri (erkekler) melek, müslümleri (bacılar) huridir. Yedikleri cennet taamı, içtikleri cennet şarabı, giydikleri cennet esvabıdır... Pirlerin mürşidlerin evleri Mekkeleridir. Onları ziyaret edenler binbir kere hacı ve gazi olurlar; günahlarından kurtulup masum ve pak olurlar...”

Birinci bölümde Cem Tapınma Kurumları ve Ritüelleri; Tapınma/İbadet Kavramı ve Alevilik inancında anlamı; Alevi toplu tapınması Cem’in ve cemevinin kökeni (Kırklar Meclisi Ve Miraç); Cem tanımlamaları ve erkânlarının çeşitliliği; Görgü Cemi’nde görülüp/sorgulanma erkânında manevi temizliğe ulaşma ya da düşkün sayılma; Cem tapınmasının önemli kurumlarından müsahiplik ve kökeni, ritüelleri hakkında genel kuramsal

bilgiler ve işlevsel değerlendirmeleri vermeyi amaçladık.

İkinci bölümde anlatılanlar ise birinci bölümde verilen kuramsal (teorik) bilgi ve değerlendirmelerin büyük bir kısmının uygulamaya konulmuş, pratikte yaşanılmış ritual olgular olduğu görülecektir. Yıllar önce yayınlanmış olan romanımızdaki (Bkz. İsmail Kaygusuz, Savaşlı Yıllar 1-2, Son Görgü Cemi/Çileli Günler 2. Baskı, Alev Yayınları, İstanbul 2006) bireysel, toplumsal ve tarihsel olaylardan geniş çapta arındırırıp; sadece Büyük Ocak’ta yapılan Görgü Cemi’nin roman diliyle anlatılan tüm aşamalarını verdik. Ayrıca bir de Müsahiplik erkânının aşama aşama uygulamalarını ekleyerek Cem tapınmasının eksik kalmış olan bu bölümünü de tamamlamış olduk.

Cemlerinde gönülleri dostluk ve sevgiyle birlemeleri umuduyla canlara bu çalışmayı sunuyorum...

İsmail Kaygusuz,

Londra, 30 Ocak 2015

Bölüm I

Cem Tapınma Kurumları ve Ritüeller

ALEVİLİĞİN toplumsallaştırılmış tapınma kurumlarının tümünü içinde barındıran Cem’in değerlendirilmesine geçmeden önce tapınma kavramı, yani ibadetin ne olduğu üzerinde

birkaç söz etmek gerekir.

Tapınma sosyo-psiklojik anlamda, toplumun üst yapısını oluşturan değerler ve kültür kat(man)larından din ve dinsel inançların temel ögesidir; bireyin, dinsel inancının Tanrısına yaranması, yani kendisini iyi bir kul olarak kabul ettirebilmesi için açığa vurduğu davranış ve eylem biçimlerinin tamamı olarak tanımlanabilir. Bir başka söylemle, inanan ve kendisini ona kul gören bireyle, Tanrısı arasında bir anlaşma-uzlaşma sağlamak, bir bağ kurmak için eyleme sokulan davranış biçimlenmelerinin tümüdür tapınma. Birey bunları uygularken, Tanrıya kendini daha yakın duyumsayarak, kazandığını düşündüğü yücelikle içsel ya da ruhsal dünyasını doyurduğu gibi, yaşadığı toplumda bir üstkişilik belirlemesi yapar.

İslam bilginlerine göre de, yani dinsel anlamda ibadet, ruhun temizlenmesi için araçtır. Tapınmanın Arapçası ibada (çoğulu ibadat) ile abd (çoğulu ibad), yani kul-köle sözcüklerin türdeş olmasıyla da “tapınılan / tapınan” ilişkisi kurulur. Böylece ibadet, ibad (yani, kullar, yaratılmışlar) tarafından yapılan ritüellerin genel adı oluyor; bu etkinliklerin en açık belirleyicsi de “dua etme/niyaz etme, yalvarma/yakarma, çağrı” anlamlarına gelen salât

(Ancak bunun yerine, Arapçanın konuşulmadığı ülkeler dışında dışında Farsça karşılığı namaz, Afganistan’da nmuz kullanılır.)[1] deyimidir.

Salât sözcüğü Kuran’da tam 85 kez geçtiği halde, beş vakiti belirleyen hiç bir açıklama yoktur. Sadece fecr (sabah), maghrib (günbatımı, akşam) ve isha (yatsı) vakitleri için bazı dolaylı göndermeler ya da söylemler vardır. Peygamberin dünyadan göçüşünden

150-160 yıl sonra zuhr (öğle) ve asr (ikindi) vakitleri eklenerek Abbasi yönetimi (fıkıhçıları) tarafından beş vakit resmileştirilmiştir. Bu dönemde Abbasi din bilginleri hadisler ürettikleri

ve şeriat yasaları (fıkıh) külliyatı çıkardıkları dönemde üç vakit duaya öğle ve ikindi eklenerek beş vakit salât olarak son biçim verildi. İbn Hajar Hadis Külliyatında anlattığına göre, Ebu Dârda bir misyoner görev üstlenerek Bağdad’dan, üç vakit olarak bilinip

uygulandığı Medine’ye geldi; beş vaktin nasıl düzenlenerek oluşturulduğunu

Medinelilere gösterdi ve Bağdad’a döndü. Gerekçesi de Peygamberden iki vakit daha eklenmesini rivayet etmesiydi.

Oysa Ebu Davut ve Nissai, Ammara bin Ruveba’nın Muhammed peygamberin “Sabah ve akşam Tanrıya salât eda eden müminin cehenneme gitmeyeceğini” söylediği rivayetinden söz ederler. Büyük Hadis toplayıcılarından Buhari ve el Müslim’de salat ve vakitlerine ilişkin birbirinden farklı yorumlar bulunmaktadır.[2]

İslam şeriatının tapınması bireyseldir; korkulan bir Tanrının zulmünden korunmak, yalvarıp yakararak bağışlanmak ve ödüllendirilmek ister inananlar. Öyle bir Tanrıdır ki, iyiliği de kötülüğü de o verir; insana hem kötülük yaptırır, günah işletir ve hem de işlediği günahtan ötürü cehennem ateşinde yakar! Ancak kulları, kendisi için vakit namazları, oruç, hac vb. bazı biçimsel davranış ve hareketler olan ibadetleri yerine getirdiği zaman onu bağışlayacaktır. Kul her türlü ahlaksızlık, yalancılık, dolandırıcılık yapacak, yoksulu sömürecek, öksüzün-yetimin hakkını yiyecek ve sonra tövbe edip ibadete başlayınca, hatta iki rekat nafi le (yani fazladan) namaz kılınca Tanrı onun bağışlayıp ödüllendirecektir. Ne kolaylık değil mi? Günümüz emperyalist ve küresel kapitalist sistemleri hiç kuşkusuz böylesi Tanrının varlığına-Birliğine sahip çıkacak ve sonuna kadâr savunacaktır.

Alevilik Tapınmayı Bireysellikten Çıkarmış,

Anlamını Değiştirmiştir

Yukarıda kısaca açıklamaya çalıştığımız ibadet anlayışı ve bu türden tapınmalar bekleyen bir Tanrı inancıyla, Aleviliğin, yakından uzaktan bir ilişkisi yoktur. Alevi canın Kuran’ı da Rahman’ı da insandır, tapınması onadır; gördüğüne tapar, hayale değil. Bunu biz değil aşıklarımız-ozanlarımız söylüyor:

Kuranidir sözümüz

Rahmanidir yüzümüz

Hakk’ı görür gözümüz

Aldanmayız hayale

Türabi

Mülk yaratıp dünya düzen ol bahçevan heman benem

Halk içinde dirlik düzen dört kitabı doğru yazan

Ağ üstüne kara düzen ol yazılan Kur’an benem (…)

Kafi rdürür inanmayan evvel ahir heman benem

Yunus Emre

Her ne yerde gökte var ademde var

Her ne ki yılda ayda var ademde var

Ne ki elde yüzde var kademde var

Bu sözü fehmetmeyen adem davar

İmadeddin Nesimi

Ey müminler beni ziyaret edin

Yüzüm cemalullah sıfat bendedir

Dört kitabım yahu beni kıraat edin

Kur’an Zebur, Tevrat İncil bendedir

Edip Harabi

Minareye çıkıp bize bağırma

Haberimiz vardır sağır değiliz

Sen kendini düşün bizi kayırma

Allah’la biz ayrı gayrı değiliz

İbreti

Doğrudur, ama bu fiziksel ya da biyolojik birliktelik değil; tanrısal özün insanda saklı oluşudur. Bu öz İmam Ali’de, Ehlibeyt beşlisinde, İmamlarda büyük velilerde tecelli ettiği gibi, insan-i Kâmil’de, insanlığa hizmet eden her gerçek insanda görünüm alanına çıkar... Kaygusuz Abdal’ın dediği gibi, “Eşya-yı mahlûk Halik’ten ayrı degüldir (yani yaratılmış nesneler-maddeler, yaratıcısıyla birdir; ayrı olamaz...”.

Alevilikte görünmez Tanrıyı memnun ederek onunla anlaşmak ve öte dünyada cehennem ateşinden kurtulma kaygısı ya da cennetten güzel bir yer kapacak olmanın sevinci yoktur.

Alevi Toplu Tapınması Cem’in Kökeni

(Kırklar Meclisi ve Miraç) ve Cemevi

Billindiği gibi Görgü Cemi ya da Cemlerinin bir diğer adı da Kırklar Cemi’dir.

Alevi inanç geleneği, talibin Muhammed-Ali yoluna girmesi olan ikrar verme, kardaşlık/musahip tutma ve görülme sorulma törenlerini yapıldığı Görgü Cemi’nin Muhammed’in Miraç’tan döndüğünde Kırklar Cemi’ne kabul edilişine bağlamaktadır.

Abdülbaki Gölpınarlı şu saptamayı yapar:

“Bektaşilerde nasip alan, yani ikrar veren kişinin girdiği törene, bu törenle manevi aleme ağmak amacıyla ‘Miraç’ derler. Nasip alan kişiyi tören bittiğinde ‘Miracın kutlu ya da mübarek olsun’ diye kutlarlar. Alevilerin musahib kavline girişlerinde de ‘Miraçlama’ dedikleri nefes okunur.”

Önce kısaca Miraç’tan sözedelim: Sünni ve Şii geleneğinde Mirac olayı , biçimi ve sayısı üzerinde çok sayıda rivayet vardır. Biri Mekke, diğeri Medine’de olmak üzere en az iki kez Muhammed’in Miraca çıktığından tutunuz da, Peygamberin, “ikisi Mekke’de, 118’i Medine’de” olmak üzere tam 120 kez Mirac yaşadığına dair bir hadisten bile söz edilmektedir. Kuran‘ın 17. Ve 53. surelerinin sadece iki ayetinde geçen Miraç (yukarı çıkılacak araç, merdiven anlamında) olayının Alevi-Bektaşiler tarafından yapılan yorumu Sünni ve Şiilerinkinden çok farklıdır.

Cebrail Tanrının kendisine görünmek istediği haberini getirir. Yıldırım gibi hızlı uçan kanatlı at, Burak’a binerek göğe yükselir. Muhammed kendini Kudüs’de Süleyman Peygamberin tapınağı (Kuran’da Mescid-ül Aksa adı geçmektedir) üzerinde uçarken

bulur ve nurdan bir merdiven görür. Ve merdivene tırmanarak tanrıyla buluşmaya çıkar. Yedinci kata çıktığında, Tanrı katına varmadan önüne heybetli bir arslan çıkar, bu Ali’dir. Kükrer bırakmaz onu. (İmamlardan rivayet edilen Şii Mirac anlatılarında da Peygamberin çeşitli biçimlerde Ali ile karşılaşması vardır; ama sadece Anadolu Alevi geleneğinde Ali’yi arslan donunda gördüğü alatılır) Peygamber arslandan çekinir; mühür yüzüğünü (hatem) ağzına vermesini fısıldar kulağına Cebrail. İmam Cafer-i Sadık Buyruğu’nda şöyle denilmektedir:

“Yüzüğünü ağzına verdi, onda nişan kaldı. Andan (arslan) sakin oldu. Seyyidi (Muhammed) Sidret-ül Münteha’ya erişti. Dost dosta kavuştu. Doksan bin kelam söylendi...”

Hatayi, Muhammed’in “genç ve mahbub bir delikanlı” donunda göreceği Tanrısına kavuşmasına izin veren, hatta rehberlik eden arslanı şöyle tanımlar:

Yedinci felekde Arslan görünen

Hatemin ağzına verip sır eden

Gelip Kırklar ile Cemde bulunan

Cümlesine serdâr olan Ali’dir

Başka bir versiyonda ise, Sidret-ül Münteha’da perdenin arkasından yeşil benli elini uzatıp, “Gel habibim, ben bu evreni senin yüzsuyu hürmetine ve senin sevginden dolayı yarattım” diyen Tanrıyı Ali’nin donunda gördüğü anlatılır.

Muhammed, Miraç dönüşünde Kırklar sohbetteyken kapılarını çalar. Burada geçtiği anlatılan konuşmaları ve olayları dinlememiş ve bilmeyen Alevi can yoktur.

Ali çıkarıp yüzüğünü (hatem) geri verince, onun büyüklüğünü tasdik edip:

Ey ashaplar gerçek Ali’dedir; Ali’ye varın, ondan isteyin dileklerinizi” der. Kırklar ikrar verip ikişer ikişer musahib tutarak, Ali’ye talip olurlar. Muhammed de Cebrail’in rehberliğiyle Ali ile musahib olur. Yer gökle, Cebrail Adem peygamberle, Muhammed Ali ile musahiptir artık.

Alevi inanç söylenceleri arasında çok önemli bir yeri olan bu göksel Kırklar Meclisi olgusu, Peygamberin İslamı yaymaya ve yaşatmaya çalıştığı 12-13 yıllık Mekke dönemindeki kendisine bağlı inananlarla yaptığı gizli toplantıların, toplum bilincinde kutsanıp mitoslaştırılmasıdır. Bunun İlk örneğini 8.yüzyılın ortalarında İmamların bilginlerinden Muhammed Bakır döneminde yazılmış Ummu’l Kitab’da Âdem yaratılmadan onbinlerce yıl önce (yaratılış ötesinde) nurdan insan biçimliTanrı’nın organlarını oluşturan yaratılmamış Ehlibeyt beşlisi dışında onlara bağlı ve 12 nakib, 28 necib tanımlamasıyla (Kırklar) bin renkli Beyazlık Denizinde yaşayan, farklı renklerde nurdan ruhsal varlıklar olarak anlatılır. Tanrı hepsinde de görünüm alanına çıkar; ancak Ehlibeyt Beşlisi dışında sadece Salman’a tanrısallık bağışlamış ve onu kendine vekil yapıp Şeytanı altetmiştir. Bu kırk nurdan ruhsal varlıklar Salman, Mikdad, Abu Zer, Ammar, vb., verilen adlar göstermektedir ki bunlar, Peygamber’e ilk inanan gerçek Kırklar Meclisi üyelerinden başkası değildir.

Mekke’de ilk İslam topluluğunun tapınma yeri yoktu. İbn Hişam’ın (ö.828) Siyar-ı Nebi’sine (s.159, 190) göre, İslam Peygamberi yaklaşık 13 yıllık Mekke döneminde, ancak yarısında tamamladığı kadınlı erkekli kırk kişilik inananlarıyla kendi evinde, Mekke’nin en dar ve gizli sokaklarında bulabildiği uygun bir mekanda ya da bir mağarada tapınma düzenlemeye başlamıştı. Akşam, gece ve sabah olarak bildirilen Tanrıya dua etmeyi/tapınmayı, anlaşılıyor ki, putperest Mekkelilerin ağır baskıları yüzünden, kendilerini güvencede hissettikleri ya da güvenceye aldıkları zamanlarda akşamdan başlayarak sabaha kadar toplu tapınma biçiminde yerine getiriyorlardı.

İbn Hişam’ın verdiği bilgiler, 9. yüzyılın ortalarında yazılmış İkhvan-üs Safa Risaleleri tarafından desteklenmektedir.

Bilginler, Miraç olgusu ya da mucizesinin tarihi olarak, Muhammed’in peygamberliğinin 6.yılı ya da Hicret’ten dört yıl önce, yani 618 olması gerektiği –ki 620 diyenler de bulunmaktadır üzerinde anlaşırlar. Birincisi, 616 yılı Kırkların, yani ilk

İslamların sayısının kırka tamamlandığı tarihten iki yıl sonradır. Artık Kırklar Meclisi kurulmuştur. Yukarıda söylendiği gizli yerlerde geceleri cem olup, hem gizlice ibadetlerini yapıyor hem de gündüz bulabildikleri, çeşitli biçimlerde sağlayabildikleri günlük yiyecek ve içeceklerini paylaşıyor. (Simgeleşen bir üzüm danesinin bölüşümünü düşünelim.) Kuşkusuz yarınki yaşamları ve İslamı yayma hizmetlerinin planları da konuşulup tartışılıyordu. Ayrıca

bu tarihten itibaren İslam peygamberi ve ilk İslam inananları üç yıl boyunca Mekke aristokratlarının sürgün ettiği Şeb-i Abi Talib 10 İsmail Kaygusuz adıyla anılan bir vadide ekonomik ambargo altında açlık sıkıntısı çekerek ve her an ölümcül bir saldırı bekleyerek yaşamaktaydılar.

Muhammed’in Mekke yılları, kendisini ve kabilesinin, İslama ilk inananların, en sıkıntılı ve baskı gördüğü yıllardır; büyük yoksulluk ve açlık çekiyorlardı. Çünkü, 620 yılı başlarında varlıklı karısı Hatice ve hemen arkasından, Müslüman olmamasına rağmen, kabile yasalarına göre, kendisini koruma altına almış olan amcası Ebu Talip de ölmüş bulunuyordu. Yine kabile geleneklerine göre talep ettiği “aman hakkı”nı Mekke’de hiçbir aileden alamayınca, Taif ’e göç etme girişiminde bulunmuş; ama taş ve sopalarla karşılanmıştı. Muhammed Şeb-i Abi Talip sürgününden, ölen karısı Hatice’nin akrabalarının verdiği “aman hakkı” ile Mekke’ye geri dönebilmişti.

Bu tarihte sayıyı tamamlayıcı olarak Kırklara karışan kişinin adını merak etmektesiniz ya, duyunca da Aleviler olarak şaşıracak, inanmayacaksınız. Onu, inanç geleneğimizdeki Kırklara karıştırmak değil, kapısına bile koymazsınız; çünkü hemen Ebubekir’in halife seçimi sırasında Ali’ye ve özellikle Fatima’ya yaptıklarını anımsayacaksınız. Oysa bu sahabi, Ortodoks İslamın en adaletli halifesi olarak büyük saygınlık sahibidir. Bu kişi Khattab oğlu Ömer idi. Bildiğiniz gibi Muhammed’i öldürmek niyetiyle evinden çıkan ve Mekke ticaret aristokrat aileleri arasında gücü ve savaşçılığıyla tanınmış 27/28 yaşlarındaki Hattab oğlu Ömer, kızkardeşinin direnişinden etkilenerek Peygamberin yanına müslüman olmak için gelir. Ancak Ömer’in kırkıncı kişi olarak İslama girmiş olması, Muhammed’i ve kabilesinin üç yıllık sosyal ve ekonomik ambargo altına alınmasını engellemez.

İkhvan üs-Safa (IV. Risale 16. kısım) bir küçük paragraf içinde şöyle söylemektedir: “Muhammed ilk kez misyonuna, yani peygamberliği yayma eylemine Hatice ile başladı, sonra vasisi Ali, dostu Ebubekir, Malik, Abuzer, Şuayp, Bilal, Salman, Cubeyr, Basir ve iğerleriyle, bir kadın 39 erkekten oluşan bir topluluk oluncaya kadar sürdürdü. Peygamber, ya Abu Cehil’in ya da Ömer’in din değiştirerek İslamın güçlendirilmesi için Tanrıya yalvardı ve kırk kişi oldular; o zaman yüce davayı açığa vurdular (izhar-ud dava)...”[3]

İlk Kırklar arasında adı geçen sahabilerden Ömer’in Ummu’l Kitab’ta 12 Nakib ve 28 Necib arasında bulunmamaktadır. Ayrıca Kolayni, El Kâfi ’sinde, İmam Bakır’ın Salman, Mikdad, Abu Zer, Ammar Yesari, vb., isimler vererek, diğer sahabilerin din kurucusu Dedesine ihanet ettiklerini söylediğini yazmaktadır. Dahası Ömer bin Khattab, Medine’de ilk Cem’de, yani ilk toplu tapınmada ikrar verip Ensar’dan biriyle yol kardeşi (musahip) olmuştu. Peygamber’in dünyadan göçmesiyle, cenazesini bile kaldırmadan ikrarından döndü. İkhvan üs-Safa, Kırklar Meclisini, Ummu’l Kitap gibi yaratılış ötesine götürmüyor, onu tarihsel nesnelliği içinde ve çok gerçekçi değerlendirmektedir.

Bu Meclisin kuruluş amacı, Mekke ve Medine’deki inançsal, sosyal, ekonomik ve siyasal işlevler ve ilişkilerin temelinde tüm insanlığı kapsayan evrensel devlet-toplum tasarımı geliştirmiş olmasıydı. İmam Cafer Sadık Buyruğu’na sınıfsız bir toplumun yaşadığı

“Rıza Kenti” olarak yansımış bu tasarım, Fransızcaya “Cité Spirituelle” (Ruhsal yada manevi kent ya da devlet) olarak çevrilmiş; dinsel inançlardaki “ruhsal yaşamın, cennette ölümsüzleşen sonsuzluk hedefi üzerine kurulmuş mükemmelliğe-olgunluğa ulaşması için tüm özellikleriyle cennetin nesnelleşmesi, dünyaya taşınmasıdır bu tasarım. Dünyayı ve insanlığı bozulmaktan ve bozan kötü nesillerden (baş hedef Abbasiler olmak üzere tüm baskıcı yönetimlerden) kurtarmak için,

“Din ve inançlar konuşunda biliçli ve gerçek bilimleri özümsemiş bu alanlarda yetişmiş eğitimli, deneyim sahibi kardeşlere (İkhvan) gereksinim vardır ve dinler, ancak karşılıklı konuşup tartışmak ve yardımlaşmakla yüceltilebilir” (İhvan üs-Safa,

Risale I,100, 140; Risale IV, 126)

Bu devlet tasarımının başında zamanın İmamı vardır diğer hiyerarşik organlarından dört Abdal dört meleği temsil eder ve Hüccet ya da baş Dai makamındaki kişinin başkanlık ettiği en önemli organ kırklar meclisidir. Sonra dört yüzler ve onları eğitip

yetiştirdiği dört binler gelir...

Mekke’ye gelmiş olan Yesribli (Medine) hacılar aracılığıyla, “Üç Akabe Biatı” anlaşma ve konuşmaları sonunda, 622 yılında Medine’ye göç etti Muhammed. Kırklar Meclisi, bu baskı ve sıkıntılı çok gizli çalışmalar gerektiren yıllarda oluşturulmuş ve

görev yapmıştır. Başlarında 20–22 yaşlarındaki Ali’nin bulunduğu, hem Peygamber’i koruyan (Ali’nin, Peygamber’in evini basarak öldürmeye gelenlere, onun yatağında yatıp, hayatını ortaya koyarak karşı durduğunu anımsayalım), hem çeşitli yollarla abluka altındaki Müslümanlara yiyecek içecek sağlayan ve Yesriblilerle ilişkileri geliştiren; etkinliklerini ve toplantılarını gizli yürüten bir örgüttü. Muhammed’in miraç dönüşünde ilk kez bu meclise uğrayıp, yaşamış olduğu göksel visionu onlara anlatması ve onlardan Tanrı’yı gördüğünü herkese yaymalarını istemesi de misyonun bir parçasıdır. Bunların arasından oniki kişinin tebliğci olarak Hicret olayından önce Medine’ye gönderilip, onlara İslamı öğrettikleri, orada bir Müslümanlar kolonisi kurdukları biliniyor.

Kırklar Meclisi, etkinliklerini ve toplantılarını gizli yürüterek Yesriblilerle ilişkileri geliştirmişti. Mekke gibi zengin ticaret toplumunun, kutsal inançları ve tüm değerler sistemini altüst eden İslam dininin ilk mensupları, elbetteki gizli bir örgüt gibi çalışacaktı. Bu bağlamda araştırmacı ve tarihçilerin, olayın bu yönünü görmek istemeyip, Kırklar Meclisi’ni ya toptan yadsımaları, ya da hayali “göksel meclis” gibi değerlendirmelerini doğrusu yadırgıyoruz. Bu gizli meclis, özellikle Mekke ticaret aristokrasisi dışındaki yoksul kabile mensuplarını, Bedevileri ve yerli-yabancı emekçi köleleri İslama çekebilmeleri için, yeni ve eşitlikçi, paylaşımcı bir sistemi öngören inanç ve toplu tapınma kuralları yaratmışlardır. Bu bir avuç insan, din kurucusunun önderliği ve kendilerini güvencede tutacak bir hizmet dağılımında, gizlice toplanıp, tapınıyor; konuşup, tartışıyor ve kendi kendilerini eğitiyorlardı.

Öbür yandan Hicret (göç) etmeye karar verdikleri, Yesrib (Medine) tarımla uğraşan bir kabileler konfederasyonuydu ve toprağı ortak kullanıyorlardı. Ayrıca bazı kabileler Musevi olduğu gibi aralarında yaşayan Hırıstiyanlar da bulunuyordu. Bu nedenlerden dolayı, sığınma durumunda kalacakları bu topluma uygun değerler de geliştirmeliydiler. Böylece “Kırklar” söylencelerinde günümüze kadar ulaşan (simgesel) bir üzüm tanesini kırka bölmek ya da ezip şerbet yaparak, kırk kişinin tatmasını sağlayacak bir bölüşümcülük ve birine neşter vurulunca hepsinde aynı acıyı duyuracak, kan çıkartacak kardeşlik ortamı oluştu bu mecliste. İçlerinde Zerdüştlüğü–Mazdekizmi, Maniheizmi, Musevilik ve Hıristiyanlığı çok iyi bilen, bu dinlerin bir kısmına girip çıkmış Selman-ı Farisi gibi bir bilge öğretmen ve annesi Bizanslı bir köle olan Musab b. Umeyr gibi bir başka tebliğci öğretmen de vardı. Bu sonuncusu, Peygamber’den önce Medine’ye gidip, orada bir İslam cemaatı kurarak ortamı hazırlayanların başında geliyordu. Demek ki, ancak Kırklar Meclisi’ni gökten yere indirip, tarihsel nesnelliğe kavuşturduğumuzda, görgü cemi ve musahiplikleköken ilişkisi, akılcı bir taban bulur.

Bu dönem karanlık içinde bırakılmış, aydınlatılmış değildir; Ali’nin ve Salman’ın Kur’an yorum ve çeviri çalışmaları ortalarda yoktur. Her inen ayeti ilk okuyup öğrettiği kişilerden olan Ali ile Salman’ın –ki onun bazı ayetlerin anlaşılır kılınmasında Peygambere yardım ettiği de bilinir, bunun için kendisine yersel Cebrail adı verilmiştir- onları yazıp kitaplaştırmadığı düşünülebilir mi? Yukarıda adını verdiğimiz İmam Bakır döneminde kaleme alınmış Ummu’l Kitab’da İmam Ali’ye atfedilen Kitabu’l-ikhbarat (Haberler/Hadisler Kitabı) yazarı verilmeyen Kitab-i ma Ahli Beyt (Bizim Ehlibeyt Kitabımız) Ve yine yazarı belirsiz Kitabhayi nihani (Gizli Kitablar) isimli kitap adları geçmektedir.

Ayrıca Şiilerce çok değerli olan El Kolayni’de anlatıldığı üzere, İmam’dan İmam’a devredilen emanetler sandığında bir Ali Kur’an’ı ve gelecekten haber verdiği söylenilen bir Fatima Mushafı vardı. Adı verilen kitapların hiçbiri zamanımıza ulaşamamıştır. Muhammed’in ölümüyle birlikte dağıtılan meclisin yeraltında oluşturulup çalıştığı ve batıni inancın geliştiği; ilk kırklar Meclisi tapınmaları yapılabildiğince sürdürüldüğü anlaşılıyor. Ali tanrısallığında bayraklaşan bir toplumsal ihtilal sonucunda Ali’nin başa getirilmiş olması, rastlantı değildi.

 

[1] W. Montgomery Watt, Muhammed in Medina, London, 1956, s.304.

[2] Aktaranlar Richard Bell, Th e Origin of İslam, London, 1968, s.142; Mümtaz Ali Taceddin S. Ali, “Th ree Times Salat or Du’a”, www.ismaili.net

[3] Yves Marquet, La Philosophie Des Ikhwan al-Safa, etudes et documents, Alger, 1973, s. 373.

 

 

Kitabın devamını pdf buradan okuya bilirsiniz.