Oku, bilgilen, fikir sahibi ol; zihnin ve gönül dünyan zenginleşsin! Dr. Ismail Kaygusuz

Kitap II. HAKK’IN KELÂMI MAKÂLÂT-I HACI BEKTAŞ VELİ

Oku, bilgilen, fikir sahibi ol; zihninve gönül dünyan zenginleşsin! Ürettiğimiz bilgiler özgür, özgün ve karşılıksızdır.

Alıntı yap, indir, adımı silip sahiplenmeden kayıt altına al ve yakınlarınla dostlarınla paylaş!

Dr. Ismail Kaygusuz

 

II. Kitap

HAKK’IN KELÂMI

MAKÂLÂT-I HACI BEKTAŞ VELİ

“Her lâfzında var bin hikmet

 

 

Hazırlayan, yorum, eleştiri ve karşılaştırma:

İsmail Kaygusuz

 

 

İÇİNDEKİLER

Önsöz

Sunuş Yazıları

  1. Hacı Bektaş’ın Pir’i Gerçekten Hoca Ahmet Yesevi midir?

  1a. Ahmet Yesevi’yi Temsil Eden Bir Post veya Hizmet Yoktur

  1b. Namık Kemal Zeybek’in Kanıtlarının Mantıksal Bir Yanı Yoktur

  1c. İleri Sürdüğü Örneğin Yanlışlığı

  1d. Divan-ı Hikmet’e Gelince

  1e. Hoca Ahmet Yesevi’yi Önemsiyoruz, Karşı Değiliz

  1. Hünkâr Hacı Bektaş Veli, Makâlât ve Hünkâr Dergâhı

  2a. Hacı Bektaş Veli ve Dergahı’nı Değersizleştirilme Çabaları

  2b. Hacı Bektaş Veli’nin Yapıtları ve Makâlât

  2c. Hacı Bektaş Veli Dergâhı’nın Kuruluşu, Alevi-Bektaşi İnancındaki yeri ve İşlevi Hakkında Kısa Betimlemeler

  2d. Dergâh’ın Tarihinden Kesitler

  2e. Makâlât’a İlişkin Bazı Ayrıntılar ve Karşılaştırmalar

  1. Makâlât’ı Türkçeleştiren Said Emre (Molla Saa’deddin)

  3a. Velayetname’de Molla Saa’deddin

  3b. Sevgi Kazanından Doğan Said Emre’ den Şiir Örnekleri ve Makâlât’tan Kazandığı Bâtıni Anlayış

 

  1. KİTAP: Makâlât’ın Arapça Yazma Nüshası’nın Çevirisi
  2. KİTAP: Makâlât’ın Türkçe Yazma Nüshası

   Makâlât Sözlüğü

   Arapça ve Türkçe Metinlerin tıpkıbasımı

Önsöz

Makâlât’ın günümüze gelen nüshaları üzerinde birçok inceleme ve yayınlar yapıldı. Hepsi de Hünkâr’ın çağdaşı ve daha sonra onun müridi olmuş Molla Saa’deddin, diğer adıyla Said Emre’nin türkçeleştirdiği nüshalardı. Ne yazık ki eserin ne Arapça’sının ne de Türkçe’sinin yazar nüshası elegeçmemiştir. Günümüze ulaşan ve tarihsel olarak orijinale en yakın olan Arapça nüsha üzerinde hiçbir çalışma yapılmamıştır.

I.KİTAP olarak incelediğimiz çalışmada esas aldığımız1314 tarihinde istinsah edilmiş bu Arapça nüsha, Süleymaniye Kütüphanesi, Denizli 393 numara ile kayıtlı bir elyazmasının kapsamı içinde bulunuyordu. Bu elyazması mecmuanın dördüncü risalesi Makâlât’ı gördüğümüzde, şimdiye kadar incelenenlerin en eskisi olduğu için, doğrusu gerçeğe en yakın bulunacağından umutlanmıştık. Ama ne yazık ki, mutaassıp bir Sünni şeriatçısı olduğu anlaşılan müstensih, kopyaladığı Arapça Makâlât’ın, sayfalar atlayıp anlatım düzenini değiştirmekten çekinmemiş; şeriata aykırı gördüğü cümleleri ya atmış ya da kendince yumuşatarak inancına uyan eklerle tersyüz etmiştir. Bu yazmayı müstensih Fakih bin Hasan, büyük olasılıkla Makâlât’ın ilk (yazar) nüshasından ya da ikinci elden kopya etmiş. Elinde Saa’deddin’in orijinal Türkçe çevirisinin de bulunduğunu, Türkçe başlayıp üstünü karalayarak Arapça’ya geçtiğini gösteren kanıtlar var. Pekçok yerde kendi inanç anlayışına uygun biçimde kısaltmalar, atlamalar, değişiklikler ve ekler yapmakta bir sakınca görmemiştir. Bütün bunlar dipnotlarda tek tek açıklanmış ve II. KİTAP olarak yayınladığımız Saa’deddin çevirisi Türkçe nüshadaki sözcükler, cümleler, paragraflar gösterilerek doğrusu belirtilmiştir. Burada vereceğimiz tek örrnek bile tahrifatın nasıl yapılmış olduğunu açıklamaya yeter:

“Hakikat’in beşinci makamı, konuğa ikramda bulunmaktır”diye yazmış müstensih Arapça nüshada. Fakih b. Hasan Hakikat Kapısı’nın beşinci makamını, eğitimini aldığı ve bağlı bulunduğu Şeriat’a, zahiri İslami ilimlere tamamyla aykırı bulduğundan, böylesine anlamsız bir biçimde ve sorumsuzca değiştirmiştir. Saa’deddin çevirisinde Hakikat’ın beşinci makâmı mülk ıssına yüz sürüb yüzsuyun hâsıl kılmakdur. Zirâ kim vahdet dahi andadur, vahdet evindedir./21b/” biçiminde verilir. Bu cümlenin bâtıni tasavvufta anlamı derindir: Evrenin sahibine, yani Tanrı’nın huzuruna varıp, Kaygusuz Abdal’ın ‘Veliler, araya Cebrail’i koymadan Tanrı ile yüzyüze sohbet ederler’dediği gibi, O’na yüzünü sürmek, sohbete oturmaktır . Bu makamda muhib, artık birlik (vahdet) evindedir; Tanrısal birliği yaşamaya başlar, O’nda yokolup tanrının kendisiyle bütünleşmiştir artık. Hacı Bektaş’ın hakka yürümesinden fazla değil, 42-43 yıl sonra (1314’de) İslâm hukukçusu (Fakih) adını taşıyan İbn Hasan bu makamı anlamsızlaştırarak bilinçli olarak konukseverliğe indirgemiştir.

Çalışmamızda kullandığımız II.KİTAP olan Türkçe Makâlât nüshası, Süleymaniye Kütüphanesi, Laleli-1500 numara ile kayıtlıdır. 1569 tarihinde Hacim Sultan Dergahı’nda Fakir Derviş Hüdaverdi tarafından istinsah edilmiş olan bu nüshayı, Sefer Aytekin’în 15.ve Diyanet Vakfı’nın 17.yüzyıl yayını nüshalarıyla karşılaştırmalı inceledik. Eksik, fazla ve farklı sözcük ve cümleleri belirtip çok sayıdaki dipnotlarda irdeledik. Elyazması kitapların varak (yaprak) sayfa numaraları köşeli ayraç [ ] ve slash-eyik çizgiler / / arasında verildi.

Çalışmamızın başında bir Sunuş bölümü oluşturan üç yazımız yeralmaktadır. Hünkâr Hacı Bektaş Veli, Hacı Bektaş Veli Dergâhı ve Makâlât hakkında görüş ve düşüncelerimizi ve bazı tartışmalara nokta koyan yeni bilgileri, açıklamaları içeren bu yazıların yararlı olacağını umuyoruz. Ayrıca, Makâlât’ı ilk kez Türk diline kazandıran ve Hacı Bektaş’ın bâtıni tasavvuf anlayışı ve öğretisini günümüze ulaştıran Molla Saa’deddin’i tanıtan yazımızı da yeniden gözden geçirerek buraya aldık. Kendisini Hacı Bektaş Dergâhı’nın kapısına kul yaparak, Tanrı’nın tecellisini gördüğü onun didarına secde eylemiş bu mutlu aşığı (Said Emre’yi) anmayı görev bildik. II. KİTAP’ın arkasına koyduğumuz Makâlât sözlüğü de yazıldığı dönemin Türkçesini anlamamızı kolaylaştıracaktır.

Kitabın birinci başlığını Sâdık Abdal’ın, Hünkâr’ın Makâlât’ı için söylediği “Hakk’ın aynı kelâmıdır anın buyurduğu erkân (ilkeler, kurallar) ” dizesinden ödünç alarak HAKK’IN KELÂMI koymayı uygun bulduk.

14. ve 16.yüzyıla ait iki elyazmasını temel alıp, dört Makâlât nüshasını irdeleyerek, yaptığımız bu karşılaştırmalı ve eleştirel çalışmamızın gerçekleşmesine iki değerli insanın katkısı büyük olmuştur: İ.Ü.Edebiyat Fakültesi Arap-Fars Filolojisi öğretim üyesi değerli dostum Prof. Dr. Ali Güzelyüz, yoğun çalışmaları arasına sıkıştırarak Arapça metni Türkçe’ye çevirdi. Tarih doktoru genç hemşehrim ve dostum Vural Genç de ikinci metni Türkçe yazıya aktardı. Kendilerine en içten duygularımla teşekkür ediyorum.

İsmail Kaygusuz                                                                                                                                  12 Aralık 2013, İstanbul

 

Metinlerin incelenmesinde kullanılan bazı işaretler ve kısaltmalar:

[ ] Unutulmuş veya okunamadığı için tamamlanan sözcükler köşeli ayraç içine yazıldı.

( ) Ayraç arasına eş anlamlı sözcükler veya anlamları konuldu.  

{ } Yanlış ya da yinelenmiş sözcük araya yazıldı.

(K. 6, 95): (Kur’an, Sure numarası, Ayet numarası)

 

DVYM : Diyanet Vakfı Yayını Makâlât; Alevi-Bektaşi Klasikleri, Makâlât/Hünkâr Hacı Bektaş-i Veli, Hazırlayanlar: Prof.Dr. Ali Yılmaz, Prof. Dr. Mehmet Akkuş, Dr. Ali Öztürk, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara, 2007.

SAYM : Sefer Aytekin Yayını Makâlât; Hacı Bektaş Veli, Makâlât, Hazırlayan: Sefer Aytekin, Emek Basım Yayımevi, Ankara, 1954

 

Sunuş Yazıları

 

  1. Hacı Bektaş’ın Pir’i Gerçekten Hoca Ahmet Yesevi midir?

Çeşitli sağ parti iktidarlarında bakanlık görevlerinde bulunmuş ülkücü, Türk Milliyetçiliğinin kuramcılarından ve Türk-İslam Sentezci Namık Kemal Zeybek, Radikal Gazetesi’indeki köşesinde üç gün [1] Hoca Ahmet Yesevi, Hacı Bektaş Veli ve Yunus Emre ilişkileri üzerinde her zamanki iddialarını yineledi. İlk yazısının girişinde,

“kimisi bilgisizlikten, kimisi art niyetinden, kimisi saplantıdan, kimisi dikkatleri üzerine çekmek için...Birileri var ki, gün gibi aşikâr bir gerçeğin aksini söyleyip duruyorlar; Hacı Bektaş Veli’yi Pir’inden, Hoca Ahmet Yesevi’den koparmak isteyenlerden sözediyorum”diyor.

Hünkâr Hacı Bektaş Veli ve Velâyetname’sindeki keramet söylencelerinin nesnel temelleri, Hacı Bektaş Veli’nin Mevlâna Celâleddin ve Şemsi Tebrizi ilişkileri ve Hacı Bektaş’ın bâtıniliği üzerinde birçok araştırma-inceleme yazıları yazmış olan bizi, sayın Zeybek yukarıda sıralamış olduğu kategorilerden hangisine sokmuştur (?) bilmiyoruz. Ama, Hacı Bektaş’ın gerek büyüyüp yetiştiği yer ve dönemin sosyo-ekonomik ve siyasal koşulları açısından, gerekse inançsal bağlamda Yesevi tarikatının oluşumu ve gelişimini gözönünde tutarak, Ahmet Yesevi ile ilgisi olmadığını ısrarla ileri sürenlerdenim.

 

1a. Ahmet Yesevi’yi Temsil Eden Bir Post veya Hizmet Yoktur

Namık Kemal Zeybek’in dediğince “Hoca Ahmet Yesevi’nin, Hacı Bektaş’ın Pir’i olduğu gün gibi aşikâr bir gerçek” olmadığı gibi, ayrıca “Hacı Bektaş’ın izinden gidenlerin yüzlerce yıldan beri bilip durdukları, söyleyip geldikleri bir gerçek” de değildir. Eğer öyle olsaydı, Alevi-Bektaşi Görgü Cemleri’nde okunan gülbenk ve tercemanlarda, dâr’a durma, ikrar verme-müsahip tutma erkânlarında Muhammed-Ali’nin, Ehlibeyt’in, Oniki İmam’ların yanı sıra Selman-ı Pak’ın, Hünkâr Hacı Bektaş’ın, Hallacı Mansur’un, Nesimi’nin, Fazl(ullah)’ın, Abdal Musa’nın, Kızıl Deli Sultan’ın, Karacaahmet Sultan’ın ve birçok bölgesel erler-evliyalarla birlikte Ahmet Yesevi’nin de adı anılırdı. Hacı Bektaş Veli, Muhammed-Ali’yi temsilen Mürşid postunun sahibidir. Yukarıdaki isimlerin hemen hepsi bir postun (makamın), bir hizmetin sahibidir, kurucusudur-piridir. Hünkâr’ın piriyse, neden Alevi-Bektaşi cem törenlerinde Ahmet Yesevi’yi temsil eden bir post veya hizmet yoktur?

“Râviler şöyle anlatırlar” diye başlıyarak, Hacı Bektaş Veli ve Şeyh Lokman Perendi Menakıbnameleri’nden alıntıladığı bir-iki küçük paragrafı sunuyor. Yine aynı cümleyi yineleyerek, “Hünkâr Hacı Bektaş el-Horasanî (K.S.A) hazretleri, Ahmed-i Yesevi hazretinin huzurunda nasibini tam aldı...” diye sürdürüyor. Sonra yazar Hacı Bektaş’ın Ahmet Yesevi’nin izniyle ve görevlendirmesiyle Anadolu’ya geldiğinden öylesine emin ki, yapılmış olduğunu sandığı “nasip alma ya da yolu yürütmek için Pir’den icazet alma törenine” bizzat göz tanıklığı etmişçesine, -sanki eksiği ya da yarımı bulunurmuş gibi-“nasibini tam aldı ve sabah namazını kıldıktan sonra kapıdan çıktı” diyor yazısında. Sabah namazını kıldırmadan da yola çıkarmıyor, şeriat yükümlülüklerinden azade edilmiş Hakikat’in adamı Tanrı dostunu.

Birincisi; böylesine tartışmalı bir konuda düşüncesinin doğru olduğunu kanıtlamaya çalışan bir yazar böyle “râviler ve rivayetlerle” konuşamaz. İkincisi: Yazarın alıntıladığı Hacı Bektaş Menakıbnamesi (Velâyetname) 1480’li yıllarda kaleme alınmış, Osmanlı padişahlarından II. Bayezid’in siyasetinin ürünüdür. Diğerinin yazılışı daha geç dönemlere rastlar. Oysa Velâyetname’den tam 130 yıl önce yazılmış Mevlevi Ahmet Eflaki Dede’ninAriflerin Menkıbeleri’nde, Hacı bektaş’ın Baba Resul’un (Baba İlyas) halifesi olduğu yazılıdır. Üstelik keramet sahibi biri olduğu halde, abdest alıp namaz kılmadığı ve İslam şeriatının koşullarını yerine getirmediği belirtilerek Mevlana Celaleddin’e şikâyet edilmiştir. Ayrıca, aynı yıllarda yani 1350’lerde Elvan Çelebi’nin yazdığı Baba İlyas Menakıbnamesi (Menakıbu’l Kudsiyye fi Menasıbi’l Ünsiyye)’nde adı övgülerle üç kez geçmekte ve hem Makâlât’ından ve hem de “Hacı Bektaş’ın esrarına ermiş” ve onun eserini Arapça’dan Türkçe’ye çevirmiş olan Said Emre’den sözedilmektedir. Babai Başkaldırısının önderi (Server-i leşkeran) Baba İshak tarafından Hacı Bektaş savaşın dışına çıkartılarak Bereket Hacı’nın yanına gönderilmiş olduğu anlatılmaktadır.[2] Neden bu yapıtlarda Hoca Ahmet Yesevi’den tek söz edilmemektedir? Bir çeşit kuraldır; bir kişi övülürken veya yerilirken, onu yetiştiren de zikredilerek bunlardan payını alır. Özellikle Baba İlyas’ın torununun oğlu olan, Makâlât’ı okumuş Elvan Çelebi bunu nasıl bilmezdi? Çünkü gerçek değil, sonradan yakıştırılmış bir ilişkidir bu.

Hacı Bektaş Veli’nin kabul edilen doğum tarihinden (1209) tam 40 yıl önce ölmüş bulunan Hoca Ahmet Yesevi nasıl Hacı Bektaş’a nasip verip, “Rum Erenleri’ne baş olarak” gönderiyor? Ve Türk-İslam sentezcilerine göre “Anadolu’luyu türkleştirmek, islamlaştırmak ve Türkçe’yi yaymak” görevini yüklüyor Hacı Bektaş’a Pir-i Mugan Hoca Ahmed-i Yesevi?

1b. Namık Kemal Zeybek’in Kanıtlarının Mantıksal Bir Yanı Yoktur

Daha önceleri pir-i fani Lokman Perendi’yi araya koyarak Hacı Bektaş’ı Ahmet Yesevi’ye bağlıyorlardı. Onun aracılığıyla Yesevilik eğitimi aldırtıyorlardı; inandırıcı olamadılar. Sarılacak yeni iplerin peşine düştüler. Namık Kemal Zeybek sözde kanıtlarını sıralamaya başlıyor:

“Ahmet Yesevi Hazretleri’nin 126 yıl yaşadığı; 1166’nın ölüm tarihi değil, ölmeden önce ölüm tarihi olduğu bugün artık biliniyor. Dolayısıyla ikisinin görüşmelerinin tarih açısından mümkün olmadığı savı artık bırakılmalıdır.”

Mademki Ahmet Yesevi’nin 126 yıl yaşadığı ve 1229-30’da öldüğü artık biliniyorsa, kuruluşunda büyük hizmeti geçen ve 13 yıl boyunca (1993-2006) Mütevelli Heyeti Başkanlığı yaptığı Kazakistan’ınTürkistan kentindeki Hoca Ahmet Yesevi Üniversitesinin resmi web sitesinde neden hâlâ “Ahmet Yesevi’nin hayatı menkıbelere dayanmakta ve 1166’da 73 yaşında öldüğü tahmin edilmektedir” yazılıdır? O metni düzeltecek gücü yok mudur sayın Zeybek’in? Düzeltemez, çünkü Üniversitelerde menkıbeler-efsaneler değil, nesnel ve bilimsel bilgiler temel alınarak gerçeğe ulaşılır. Doğaüstü olayları, kerametleri içeren efsanelerin özündeki nesnel temeli yakalayamadığınız takdirde onu bir tarihsel gerçeklik olarak sunamazsınız.

Namık Kemal Zeybek’e göre 1166 yılı, biyolojik ölüm tarihi değil “ölmeden önceki ölümü”nün tarihiymiş! Sünni ve Şii okuyucular, Alevi-Bektaşi inancında çok önemli bir ilke olan bu kavramın anlamını bilmezler ve ahiret inançlarına da ters düşer. Belli ki sayın Zeybek’in kendisi dahi –her nekadar kendisiyle aynı düşünce ve anlayışta bulunan Cem Vakfı çevresinde Alevilik-Bektaşilik üzerinde konferanslar veriyorsa da- “ölmeden önce ölme”nin Aleviler için ne denli önemli olduğu ve ne anlama geldiğini pek bilmediği için yersiz biçimde kullanıyor. Alevi-Bektaşi inancında, yola giren yani ikrar veren ya da müsahip tutan canlar, Görgü Cemi’nde bu erkânların uygulandığı törenlerden geçtiği zaman “ölmeden önce ölüp, yeniden dünyaya gelmiş” kabul edilir. Bu ikinci dünyaya gelişiyle yol eri, yol talibi olmuş ve “anası” da, ikrar verip el aldığı dede, piri veya mürşididir. O tören sırasında Dede “bu yol ateşten gömlektir, demirden leblebidir; giyebilirsen, yiyebilirsen gel! Gelme, gelme! Dönme, dönme! Gelenin malı, dönenin canı! Ölmeden önce ölünüz, hesabınızı burada (ahirette değil, İ.K.) görünüz...”diye dua verirken bu ağır kuralları açıklar. Bunları kabul eden talip, ölmeden önce ölüp, yeniden doğmuş olur. Edip Harabi bir nefesinde bunu açıkça vurgular: “On yedi yaşımda doğdum anadan/Mehmet Ali Hilmi Dedebaba’dan

Eğer 1166 yılı, Hoca Ahmet Yesevi’nin Hikmetler’de anlatıldığı üzere Arslan Baba’nın talibi olarak, ona ikrar verip el aldığı tarihse, yazar bunu açıklamalıdır. Bunu yapamaz, çünkü onun kastettiği bir söylencesel olayın başlangıcı. Yesevi dervişlerinin Pir’leri hakkında anlattığı ve halkın arasına yayılmış bir menkıbenin, bir olağanüstü öykünün başladığı tarihtir 1166 Zeybek’e göre. Kuşkusuz gazete köşesinde kendi Üniversitesinin önemseyip sitesine koymadığı bu menkıbeyi anlatmıyor, çünkü kendisine bu nasıl bilimsel anlayıştır diye sorulacağını biliyor.

Öyküyü birkaç cümle içinde biz verelim: İmam Ali’nin oğlu Muhammed Hanefi soyundan geldiğine inanılan Hoca Ahmet Yesevi, Muhammed Peygamberin dünyadan göçtüğü 63 yaşına gelince, yeryüzünde ondan daha uzun süre yaşamak istemeyip, yeraltında hazırlanan çilehaneye çekilmiş ve yeryüzünde yaşadığı kadar da yeraltında çilede kalmıştır. Yani, bir daha gün ışığı görmeden 63 yıl da orada yaşıyor. Mezarı, 15.yüzyılda Timur tarafından yapılmış olan anıtsal türbesinin üzerine kurulduğu yerin-zeminin altındaki bu hücrede bulunmaktadır. Rus araştırmacılarının Hikmetler’de de geçen bu söylenceyi yayınlamış olmaları bilimsel bir açıklamaymış gibi değerlendirilerek, sözde Hacı Bektaş’la görüşmüş ve ondan nasib olmış olmasına kanıt gösteriliyor.

Böylece Pir-i Mugan Ahmet Yesevi 126 yıl ömür sürmüş gösteriliyor; 63 yıl yer yüzünde, 63 yıl da yer altında.. Demek ki Namık Kemal Zeybek’e göre, Ahmet Yesevi Hacı Bektaş’a yer altında “tam nasip(!)” vererek onu Rum Erenleri’nin başına gönderiyor . Bu mudur bilimsel anlayış, kendi deyimiyle “bilimlik zihniyet”?

 

1c. İleri Sürdüğü Örneğin Yanlışlığı

Namık Kemal Zeybek ikinci yazısında, Hacı Bektaşa’a ait olduğu bilinen Fevaid’den, sözde Hoca Ahmet Yesevi ile arasında geçtiği anlatılan bir olay ve konuşma örnekleri veriyor. Sormak lazım Zeybek’e, acaba bu konuşmalar yeraltındaki çile hücresinde mi geçti? Öyle ya onun dediğince yeraltına girişinin 43.yılında Hacı Bektaş doğduğuna göre, 120 yaşın üzerindeyken buluşmuş oluyorlar. Eğer gerçekten var olmuşsa, neden bu kadar önemli bir olay hakkında Fevaid’in diğer nüshalarında ya da Velayetname’de bilgi yoktur?

“Hacı Bektaş’ın çok yakınında bulunduğu besbelli bir talibinin yazdığı eserdir”diyor Fevaid için. Kişiye özgü orijinal elyazmalarının bile yüzyıllar boyu istinsah edenler (kopyalayanlar) tarafından inanç ve düşünceleri doğrultusunda yetenekleri, bilgi düzeyleri oranında , nasıl müdahele edilip değiştirildiği genişletildiği, aslında tahrif edilip yalan ve yanlış bilgilerle saptırıldığı çok iyi bilinir. Gerçi bunları amaçları doğrultusunda kullananların da “geliştirilmiş düzeltilmiş nüshalar” olarak adlandırdıklarına her an tanık olmaktayız ya!

Bugün gerçekten diyebiliriz ki, çoğu nüshaları “tahrifata uğramışsa da Hacı Bektaş’a ait olduğu kesin olarak kanıtlanabilen tek yapıt Makâlât-ı Hacı Bektaş Veli’dir. Onu Arapça’dan düzyazı Türkçe’ye ilk çeviren Hacı Bektaş’ın çağdaşı ve halifelerinden biri olan Said Emre’dir. 16.yüzyılda yaşadığı bilinen Alevi-Bektaşi ozanı Virani Abdal’ın İlm-i Cavidan adıyla yayınlanan eserinde Hacı Bektaş Veli’nin adı zikredilerek ve zikredilmeden de Makâlât’tan bazı alıntılar yapılmıştır. [3] Daha da önemlisi 14.yüzyılın sonlarında yaşamış, Kızıl Deli Sultan’ın dervişlerinden Sadık Abdal’ın divan şiiri kalıpları kullanarak yazdığı ve yeni yayınlanan Divan’ında [4] hem Hacı Bektaş Veli, hem de Makâlât’ın içeriği hakkında geniş bilgi verilmiştir. Şimdi soralım: Bir Fevaid’ nüshasında aralarında konuşmaları, kerametleri anlatılan Ahmet Yesevi’nin, Hacı Bektaş’ın gerçek eseri Makâlât’ta, neden adı geçmez; onun düşünceleri, öğütleri ve konuşmaları yer almaz? Ondan tek alıntı bile yapılmaz?

1d. Divan-ı Hikmet’e Gelince

Kuşkusuz soruya yanıt olarak hemen Divan-ı Hikmet’te geçen dört kapı ve kırk makamı anlatan bir (hikmet) manzume verilecektir ki, zaten Zeybek aralarındaki ilişki ve etkilenmeler için en güçlü kanıtlar olarak bunu ve Yunus Emre’nin “Bana seni gerek seni” şiirine yapılmış nazireyi göstermiştir. O zaman Hikmet’ler üzerinden biraz durmamız gerekecek.

Divan-ı Hikmet ya da Hoca Ahmet Yesevi’den Hikmetler olarak Türkiye Türkçesi’ne çevrilip ciltler halinde devlet kurumları tarafından birkaç baskı yapılarak on binlerce adet yayınlanmış bu eserin kaleme alındığı tarihi, -15.yüzyıl diyenler varsa da- 17.yüzyıldan geriye gitmemektedir. Bu kuşkusuz, Yesevi tarikatı dervişlerinden Şaban Durmuş adında biri tarafından Karahanlı lehçesinde Hace Ahmet Yesevi tapşırmasıyla Hikmetler’in yazıldığı ve ona aitmiş gibi gösterildiği bilinen önemli bir edebi eserdir. Ancak Hoca Ahmet Yesevi’nin gerçek batıni tasavvufi düşünce ve inancının yokedilip, sünni tasavvufu çerçevesine neredeyse Nakşibendilikle eşleştirilen Yesevilik tarikatının propagandısının yapıldığı, içinde yeni bulunanlarla iki yüze yaklaşan Hikmet’in bulunduğu manzum bir eserden başkası değildir. Bizce Ahmet Yesevi’yle tek ilişkisi, şiirlerin sonunda bazan “kul”, bazan “sultan” sıfatlarıyla Hace Ahmet adının kullanılmış olmasıdır. Tıpkı yaşamı karanlık Uzun Firdevsi’nin 15.yüzyılın sonlarında yazdığı ve Hacı Bektaş’ı çelişkili biçimde zaman zaman Sünni İslamın koşullarına sıkıca tutunan bir ermiş zahid olarak gösterdiği ve II.Bayezid’e sunduğu Velâyetname’nin Hünkâr’ın kendisi tarafından yazılmış olduğunu iddia etmeye benzer Divan-ı Hikmet’in Ahmet Yesevi’ye aidiyatı. Velâyetname’de Hacı Bektaş Veli’yi Ahmet Yesevi’ye bağlayan bir tarikat zincirinin oluşturulması da, Divan-ı Hikmet şairinin Makâlât’tan dört kapı kırk makam öğretisini alıntılayarak şiirleştirip Hikmetler’in içine sokuşturması ve Yunus’un bir şiirine nazire (benzek) yapması da propaganda amaçlıdır. Osmanlıların kendilerini Selçukluların ve özellikle Sultan Alâaddin Keykubad’ın ardılı göstererek bir kök oluşturma siyasetinin, 15.yüzyıldan itibaren Hacı Bektaş ve Ahmet Yesevi ilişkisi yaratarak, Alevi-Bektaşiliğin Sünnileşmiş Yesevilik’le bağdaştırmaya yönelik uzantısıdır.

Hoca Ahmet Yesevi’den üç ya da beşyüz yıl sonra Hikmetleri yazan bu Yesevi dervişinin (Şaban Durmuş’un) Anadolu’da konuşulan Türkçeyi çok iyi bildiği, Anadolu kökenli olduğu anlaşılıyor. Onun bu yüzyılların Karahanlı lehçesinde, tam tersine Makâlât’tan ve Yunus’tan esinlenip yazdığı şiirleri, 12.yüzyılda Ahmet Yesevi tarafından yazılmış olduğunu iddia edilerek Hacı Bektaş’ın ve Yunus’un hatta daha ileri gidilerek (Türk-İslam sentezcileri ve ulusçu- milliyetçi çevrelerin web sitelerinde çokça rastlandığı gibi) Kaygusuz’un Pir Sultan Abdal’ın vb. ozanların yarattığı Alevi-Bektaşi Halk Edebiyatının esin kaynağı olarak gösterilmesi ve oralara bağlanmasının bilim ve mantığa sığar yanı yoktur.

O yüzyılın Yesevi tarikatı propagandası, bugün Türk milliyetçiliğinin ve Tük-İslam sentezi ideolojisinin, Aleviliğin Türk İslamlığı, Türklüğün dinsel inancı olduğunu yayarak, Aleviliği etnisiteye indirgenmesi çabasına dönüştürülmüştür. Türklüğün egemen etnik öge olduğunu gözönüne alırsak, “Alevilik Kürtlüktür” diyenler kadar, hatta daha tehlikelidir bu bu çaba. Her ikisi de Alevilik inancının evrenselliğine vurulan birer darbedir.

1e. Hoca Ahmet Yesevi’yi Önemsiyoruz, Karşı Değiliz

Bu yazımızla bizim ilk Türk mutasavvıf olarak nitelenen, aslında bir batıni olan Hoca Ahmet Yesevi’ye karşı olduğumuz anlaşılmasın. Onun Ortaasya Türkleri arasında Hikmet’ler (hece ölçülü uyaklı şiirler) söyleme geleneğini başlatmış ve Muhammed Hanefi’den indiği bilinen Ali soylu bir veli olarak bunlarla batıni inancın yayılmasını sağlamış olması büyük olasılıktır. Unutmayalım ki, Ahmet Yesevi’nin yaşadığı bölgeler, 1090 yılında Hasan Sabbah tarafından kurulmuş Alamut devletinin, yani batıni Nizarilerin propaganda alanlarıydı. Selçuklu sultanı Melikşah’ın ölümüyle (1092) oğulları arasında yıllarca süren iktidarı ele geçirme kavgaları ve 1150’lerdeki büyük Oğuz-Türkmen isyanı benzeri siyasal-toplumsal olaylar Alamut Nizari İsmaili devletinin gelişmesine ve Batıni/Aleviliğin hızla yayılıp güçlenmesine yardımcı olmuştu. 1164 yılı Ağustos’unda Alamut Nizari İmamı II. Hasan Zikrihi‘s Selam, ortaya çıkarak Büyük Kıyamet dönemini başlattı. Artık devr-i satr (gizli dönem) kapatılmış, devr-i keşf (açık dönem) başlamıştı. İmam II. Hasan Büyük Kıyamet’le (Yeniden Diriliş) birlikte, “tatil-i şeriatı ”başlatarak, o günün dünyasına batıniliğin açık duyurusunu yaptı. Fergana vadisinden Akdeniz-Lübnan kıyılarına kadar uzanan Sünni Abbasi Halifeliği ve vassal emirliklerinin topraklarında kurdukları çok sayıda Daru’l Hicra kaleleri, kasaba ve kentleriyle Alamut Nizari sosyalistik federe devletinin yükseldiği bu dönemin toplumsal ve inançsal koşullarından Ahmet Yesevi’yi soyutlayıp, onun Sünni mutasavvıf olduğu iddia edilemez. Ama kendisinden çok sonra gelenlerin yarattıkları Yesevi tarikatını ve özellikle üç ya da beş yüz yıl sonra yazılmış Şaban Durmuş’un Hikmetleri’ni de ona maledemezsiniz. Ve de bu yolla Ahmet Yesevi’nin Hacı Bektaş’ın Pir’i olduğu üzerinde ısrarcı olamazsınız, olunmaması gerekir.

Son söz olarak diyoruz ki, Hace Ahmet Yesevi, yaşadığı dönemin toplumsal ve siyasal hareketlerinin yaşadığı bölgeye yansımaları çerçevesinde yeniden ele alınıp incelenmelidir.

  1. Hünkâr Hacı Bektaş Veli, Makâlât ve Hünkâr Dergâhı

2a. Hacı Bektaş Veli ve Dergahı’nın Değersizleştirilmesi Çabaları

Son yıllarda Hacı Bektaş Veli ve Hünkâr dergahının değersizleştirilmesi üzerinde sistemli bir biçimde çabalar sürdürülmektedir. Hacı Bektaş Veli’ye “meczup, deli” diyen saray yazıcısı Aşık Paşa’nın geleneğini sürdüren bazı yazarlar kitap veya makalelerinde bunu yapmaktadır. Melikoff ve Yaşar Ocak’ın, Elvan Çelebi’nin Baba İlyas Menakıbnamesi’nin birkaç beyitini kasten yanlış yorumlayarak “Babai ayaklanmasına katılmadığı ve gidip saklandığını” ısrarla yazmasından başlayarak, bazı yazarların hem, Selçuklu yönetimine karşı batıni-Alevi Halkların gerçekleştirdiği büyük Babai ayaklanmasını “ göçebe Türkmen kabilelerin yer değiştirme-otlak kazanma hareketine” indirgemesi, hem de Hacı Bektaş Veli’yi “Bektaşlu obasının-cemaatının Hacı’sı” olarak niteleyip Hünkâr’ı değersizleştirme gayretlerine kadar dayandı. Bu iddialar yazılı, görsel ve sanal/digital basında yinelenip duruyor. Öbür yandan zaten İslamcı ve Türk-İslam sentezci anlı-şanlı tarihçi- ilahiyatçı profesör ve yazarlar, Hacı Bektaş’ın Sünni olduğunu ispatlama çabalarını aralıksız sürdürüyorlar. Anadolu’yu yurt tutan Alevi-Bektaşi inançlı halkları Şaman; velilerini, önderlerini –Şam Babası der gibi- Şaman Babası yaptıkları yetmemişçesine, İmam Ali’nin tecellisi-zuhuru olduğuna inandıkları zamanın velisi Hünkâr Hacı Bektaş’ı önemsizleştirmek değersizleştirmek için her türlü yöntem denendi, deneniyor. 15 ve 16.yüzyıl Osmanlı siyaseti de onu, dünyadan elini ayağını çekip çile mağarasında ömür tüketen mücerret bir keşiş gibi gösterip, soyu yürümediğini ilan etmişti.

Elvan Çelebi’nin eserini dikkatle okuyanlar, onun onlarca beyit içerisinde Hacı Bektaş Veli’den üç-dört kez adı verilerek övgüyle sözedildiğini ve Makâlât’ıyla birlikte Said (Emre)’nin bile adı geçtiğini rahatlıkla görebilirler. Hacı Bektaş’ı ayaklanmanın sonuna doğru bizzat babai erlerinin başındaki (serleşker) Baba İshak savaşın dışına çıkarmıştır. Bu yapıtı latin harflerine çeviren ve yorumlayanlar bunları görmek istememişler.

İkincisine gelince; Vilayetname’de olsun, Baba İlyas Menakıbnamesi’nde olsun Hacı Bektaş Veli ile ilişkisi olan (Hünkari, Çepni, Hacı Bereket, İbrahim Hacı, Taptuki gibi) topluluklar ve önderlerinin adları geçtiği halde, sözde kendisinin mensup olduğu ileri sürülen “Bektaşlı ya da Bektaşlu” topluluğundan neden tek söz edilmez? Örneğin Cevdet Türkay’ın [5] kitabında, “iskan edilen yerlerden kaçan, yol kesip yolcuları soyan, konar-göçer Türkman Ekradı (göçebe Kürtler anlamında) Taifesi’nden Bektaşlı Cemaatı öteden beri şekaavet üzere idi, eşkıyalık yapyordu” diye bir topluluk belirtilir. Bazı Osmanlı Mühimma (vergi salımı) defterlerinde çeşitli yörelerdeki Bektaşlı-Bektaşlu cemaatlarından sözedilir. Bunları etnik topluluk, oba-kabile adı olarak nitelemek tamamıyla yanlıştır. Araştırmacı Beldicianu da Niğde mühimma defterlerinde bu adla geçen bir köyün sakinlerini etnik kabile olarak görme hatasına düşmüştür. Oysa, Bektaşlı ya da Bektaşlu sıfatlarıyla nitelenen cemaatların etnik değil; inançsal, yani Bektaşî toplulukları/cemaatları oldukları kuşku götürmez. Çünkü ‘Bektaş yandaşı, Bektaş’a bağlı, Bektaş mensubu’ anlamlarına gelen Bektaşî sözcüğünün Türkçe karşılığı Bektaşlı/Bektaşlu’dur. Tıpkı Babaî/Babalı, Taptukî/Taptuklu, Saltukî/Saltuklu, Selçukî/Selçuklu ve Bedredinî/Bedredinli gibi, Bektaşî/Bektaşlı da aynı anlamda kullanılmıştır.

Son iki yıl boyunca AKP hükümetinin bazı Alevi-Bektaşi dedeleri, babaları, vakıf ve dernek yöneticileri ve Sünni ilahiyatçılarla yaptığı Alevi açılımı ve çalıştayları toplantıları sonuç bildiriminde gördüklerimiz, ‘değersizleştirme, hiçleştirmenin’ aslında devletin siyaseti olduğunu gösteriyor. Oysa devletin görevi, din ve inançları, toplum bireylerinin vicdanlarında taşımaları, dışavurmaları ve uygulamalarında özgürlük sağlamaktır; bugün Alevi-Bektaşi toplumuna reva görmeye giriştiği din ve inanç tanımlaması ve tayini yapmak değil. Aleviliğe ve Alevilere bir Çatı Kurumu hazırlama girişimi, bu inanç toplumunu onun altında gözaltında tutmak amacını taşır. Devlet, Ortodoks İslamın Hanefi şeriatı bakış açısına uygun ve şeriat soslu resmi (ılımlı) Alevilik yaratmanın temelini atma çabasına girişmiştir. Onun gözünde bizim inanç anlayışımız değersizdir, bir hiçtir.

Alevilerin yüzyıllardır toplu tapınmaları olan Cemlerini yaptıkları bir mekân vardı: Zaviye Cemhana, Cemevi, Meydanevi, Pirevi; ne ad verirlerse versinler? Devlet hangi hak ve yetkiyle yeni bir ad koyma girişiminde bulunulabiliyor?

Toplumsal ve siyasal parçalanmışlığı sürekli körükleyen devlet, şimdi asıl inançsal birliği parçalamak uğraşı içinde girmiştir. İnançsal birliğimizin tarihsel serçeşmesi Hünkar Hacı Bektaş Veli Dergahını, yıllardır çeşitli biçimlerde kuşatarak bir türlü teslim alamadığı ve Dergah’ın değerli postnişinini yanına çekemediği için daha da saldırganlaştı. Koskoca bir inanç toplumuyla alay edercesine, Dede’lere icazetname (sertifika) vermeyi kararlaştırarak, Hacı BektaşVeli Dergahı’nın işlevini de üstlenmeye çalışıyor. Böylece Dergâhı da önemsizleştirmenin ötesinde yoksuyor, yok sayıyor.

Bakınız, 14.yüzyıldan “Cihânda ism-i pâki Hacı Bektaş-i Velî meşhûr” (İsmi temiz Hacı Bektaş Veli Dünyaca tanınmıştır) diye haykıran Sadık Abdal, Hünkâr’ı (Dergâh ve Makâlât hakkında söylediklerini daha aşağıda verceğiz) nasıl anlatıyor ve onu nasıl niteliyor dizelerinde?

 

Ki o sultanın adı Hacı Bektaş’tır.

Bektaş ne demektir?Bil onu,uzak kalma.

 

“Birlikte olmak, bir olmak” demektir.

Hem “(benzeri) olmayan Tanrılığı” bildirir.[6]

 

Onun erkân olarak buyurduğu ilkeler aynısıyla Hakk’ın sözleridir.O erkânı yürütmede becerikli olanlar bil ki, şerefli ve yücedir.

Hacı Bektaş Veli’nin Ali’nin sırrı olduğunu biliniz.

 

Ki iki âlemde istenilen ve cümleye karşılık (ses) veren O’ydu.

İki cihanın talebettiği ya da iki cihanda istenilen Hacı Bektaş

 

Veli’dir.Ezelden ebede kadar ona son olmaz ve olmayacaktır.

Alemin bütün istediği O, baştan ayağa nur idi. Sığınacak yerimiz de O’dur ve O’ndan   yardım bekleriz [7]

 

2b. Hacı Bektaş Veli’nin Yapıtları ve Makâlât

Hiçbir tarihsel kişilik, Hacı Bektaş Veli (ö.1271-3) kadar, kişiliğine ve konumuna ters değerlendirilip, kendisine yabancılaştırılmamış ve üstüne aykırı giysiler giydirilmemiştir. Onun yaşamı boyunca toplum için yaptığı onca güzel işler; kendisi egemen Sünni yönetimlerin inancına aykırı düştüğünden, ancak birer keramet yumağı olarak günümüze taşınabilmiştir. Halk bilinci onu gönüllerine, iç dünyalarına sultan yapmış; yürüdüğü dağı taşı, dokunduğu toprağı ağacı ve oturuşunu kalkışını, el verişini, gözaçıp kapatışını kutsamış ve olağanüstü ögelerle bezemiş. 15.yüzyıılın sonlarında ilk kez yazıya geçirilmiş olan şiirsel ve düzyazı biçiminde günümüze ulaşan Hacı Bektaş Velâyetnamesi bu özellikleri taşır. Kendisinin yazdığı ya da yazdırdığı yapıtlardan ise, bazıları kuşkulu Şatiyye’leri ve Fevaid (Yararlı sözler) dışında sadece tam olarak Sadeddin Molla'nın türkçeleştirdiği Makâlât (Sözler) elimizde bulunmaktadır. İçerikleri Şeriat ögeleriyle donatılmış ve hiçbir biçimde ilişkisi olmadığı kişilerin adları bulunan “Besmele’nin Şerhi ve Makâlât’ı Gaybiyye Kelimat-ı Ayniyye”(Gizli sözler, açık sözcükler) isimli kitaplar bütünüyle Hacı Bektaş Veli’ye ait olması olasılık dışıdır; yazıcı-müstensih tarafından Makâlât tahrif edilmiştir.

Bu arada Makâlât’ın Hacı Bektaş Veli’ye ait olmadığını ileri sürenlerin kuşkularını ortadan kaldıracak, yukarıda değindiğimiz çok yeni ve doğrulayıcı kanıtları da burada vermek istiyoruz. 14.yüzyılın sonunda yazılmış Sâdık Abdâl Divânı’nın 1742 tarihli nüshasında [8] Makâlât’ın tanım ve içeriğine ilişkin beyitlerde şunları okuyoruz:

Onun(Hacı Bektaş’ın) ayin ve erkânı benzersiz nurdan delildir. Tanrıya kavuşmanın rehberi onun işareti olan Makâlât’tır.

 

Hem onun bilgelik giysisi baştan ayağa kudret sahibidir.

Ve yokolmayan nuru (ışığı) açıkça cümleye yolgöstericidir.

 

(Makâlât’ta) Tanrının varlıklarla bir olduğu (ilâh-ı vâhid-i mevcud) dolaylı anlatılmıştır. Onu okuyan olgunlaşır, kemal ehli olur ve kendilerine yardım ulaşır.

 

Cümle kelimeleri öyle güçlüdür ki, her birinde bin hikmet (bilgelik) vardır.

Onun(Hacı bektaş’ın) en kutsal sözleri Makâlât-ı Şerif’tedir.

 

Onun erkân olarak buyurduğu ilkeler aynısıyla Hakk’ın sözleridir. O erkânı yürütmede becerikli olanlar bil ki, şerefli ve yücedir.

 

Bize Pir’imizin o Makâlât’ı yeter;bu âlem aynasında hicap etmeden salına salına gezebilmemiz için. [9]

Ayrıca 16.yüzyılda yaşamış olan büyük Alevi-Bektaşi ozanı Virânî Baba’nın İlm-i Cavidan adlı eserinde şu alıntıya rastlıyoruz: “Makâlât-ı Hacı Bektaş Veli’de buyurulur: ‘Yel esmese dâneler samandan ayrılmaz”[10]

 

Makâlât’taki “Şeriat Kapısı ve On Makamı”na dayanarak, onu bir şeriat kitabı gibi değerlendirenler; ‘abidler’i anlatan kısmın sonunda “ (Pes (işte böyle) kibir ve haset (hainlik-kıskançlık) ve buhul (pintilik) ve adavet (düşmanlık) bunlarda hemandır (ancak bunlardadır)” diye yazılı olduğunu görmezlikten geliyorlar. Oysa insanları dört bölükte görmek isteyen Hacı Bektaş Veli, Şeriat zümresi olan abidler’in bu kötü yanlarından kurtulmaları için onlara on makam öneriyor. Bunlardan sadece ikincisi Sünni İslamın beş şartıyla ilişkilidir. Onları adam edecek olan ve madde madde sunduğu diğer dokuz makam dahi “Kur’an’da bu kadar ayetlerle açık seçiktir (ayat-ı beyyinat) iman ehli için” diye vurguluyor.[11] Hacı Bektaş Veli bu bölümlerde Şeriat ehlinin eksikliklerini veriyor ve sadece dört beş şartı yerine getirmekle (Sünni) Müslüman da olunamayacağını gösteriyor. Hacı Bektaş’ın bağlı olduğu ve önderliğini yaptığı, “Marifet ve Hakikat makamlarının” ehli olan “arifler ve muhibler zümresidir”, yani batıni inançlılardır. Bu kesim için 8 Ağustos 1164 yılında Alamut’ta ilan edilen “Büyük Kıyamet (Yeniden diriliş)” ile şeriat dönemi bitmiştir.

2c. Hacı Bektaş Veli Dergâhı’nın Kuruluşu, Alevi-Bektaşi İnancındaki Yeri ve İşlevi Hakkında Kısa Betimlemeler

Hacı Bektaş Veli’nin kurduğu Dergâh, Sünniliğin medreseleri karşısında, günün bilimlerinin ışığı altında ve çağını aşarak, Makâlât’ta anlatılan bâtıni-Alevi öğretisinin kurallarının öğretilip uygulandığı Halk Üniversitesi konumu kazanmıştı. Kuşkusuzdur ki, başta Bereket Hacı ve çevresi olmak üzere, 1240 yılı Malya yenilgisinden sonra yapılan Babai kırımından kurtulmuş bulunan Baba İlyas halifelerinin ve Bacıyani Rum örgütünün büyük katkıları vardı. Velâyetame’de olsun, Baba İlyas Menakıbamesi’nde olsun Hacı Bektaş Veli ile ilişkisi olan Hünkâri, Çepni, Hacı Bereket, İbrahim Hacı gibi Türkmen topluluklarının geniş emeksel katkılarıyla Sulucakarahöyük’te yapılan üretime dönük çalışmalar, bölgenin koşullarına uygun yeni uygulamalar Dergâh’ın ekonomik düzeyini yükseltirken, inançsal, eğitimsel ve kültürel etkinlikleri de o derece artırıyordu. Aynı zamanda Kâbe düzeyinde görülen inançsal Hac yeri konumuna getirilmiştir. Sâdık Abdâl bunu açıkça vurgulamakta ve bir beyitinde ise Kâbe’yi de aşırtıp “arş-ı a’lâ sidre-i âli makâmı” olarak görmektedir:

Hakikati araştırma yeri olan (Hacı Bektaş) hânkâhı-dergâhı çok yüce Ka’be olarak onurlandı.Oradan ışık saçan onun yolunu Nuh’un gemisi olarak anlamalısın; bu yol asla yıkılmayacaktır. Onun ulu dergâhı hem yüce Kâbe’dir. Hem de gökte imar edilmiş, yasaksız ve vazgeçilmez kutsal evi (temsil eder).

Tanrısal sırla olgunlaşmış olan sâdıklara, (Hacı Bektaş) Veli dergâhı, en yüce makam olan arş-ı a’lâ, yani tanrının oturduğu makamdır. [12]

Yedinci İmam Musa Kazım’ın soyundan Seyyid İbrahim-i Sani oğlu Seyyid Muhammed Sultan Bektaş’ın, Sulucakarahöyük’te 1250’nin başlarında kurduğu Hânkâh, 20 yıl içerisinde Hünkâr Dergâhı’na, sözcük anlamıyla “Ulu Padişah Kapısı”na dönüştü. Çok daha önceden gelmiş Anadolu’nun çeşitli bölgelerinde yaşamakta olan Seyyid Ocakları’nın pirleri de Hünkâr Hacı Bektaş’ı büyük Mürşid ve Serçeşme olarak tanıyıp, Hünkâr Dergâhı’na bağlanmışlardı. Hünkâr Hacı Bektaş Veli “bir olalım” diyerek, inançsal, toplumsal birliğin yanısıra; ezici çoğunluktaki Türkmen boy ve oymaklarını yönlendiren inançsal önderleri yetiştiren Seyyid Ocakları örgütlenmelerini de birleştirerek merkezileştirmiş. Dağınıklığı ve bireyselliği geri plana çektirince “diri olmayı”, canlı ve sağlıklı kalmayı gerçekleştirmiştir. Öbür yandan yerleştiği bölgede tarımda, zanaatta ortaklaşa üretime/bölüşüme, sosyal dayanışma ve ticarete ağırlık kazandırarak üçüncü ilkesi “iri olmayı”, yani ekonomisini güçlendirerek büyümeyi de sağlamış bulunuyordu. Öyle ki, Hakka yürümesinin ardından onun adına bin koyun, yüz sığır kesilip halka şölen veriliyor. Bu gösteriyor ki Dergâh aynı anda 25-30 bin kişiye yemek verecek, doyuracak duruma ulaşmıştır.

Böylece Hacı Bektaş Veli Dergâhı Alevi-Bektaşi inançsal birliğinin merkezi olmuştu.Velâyetname’ye göre bu dönem içinde 360 halife ve 36 000 derviş yetişmiş. Bunlar siyasal dağılmışlık içindeki Anadolu’nun çok sayıda Beylik topraklarına yerleşerek çerağ uyandırıp cemlerini-cemaatlarını yönetmektedirler.

Sâdık Abdal’ın bu durumu dolaylı biçimde kanıtladığını görüyoruz. O, başta verildiği üzere bir şiirinde Hacı Bektaş’ın temiz adının –ki Bektaş adı, O’nunkiyle birdir; eşsiz Tanrılığı bildirir; bütün dillerde tanınmışlığını ve kendisinin âlemlerin kutbu, cihanı yöneten eşsiz-benzersiz Şah olduğunu vurguladıktan sonra, “Dünyadaki cansız ve zayıf gönülleri canlı kılmak için, O Şah cömertlik edip, sayısız zaviyeler oluşturdu ( Cihânda nâtuvân mürde-i dilânı kılmaga zinde/Keremden eyledi ol Şâh adedsiz zâviye peyda ((dipnot 6)” diye yazıyor.

2d. Ve Bir Sultan Hacı Bektaş Zaviyesi

Sadık Abdal’ın beyitlerindeki bilgilerinin doğruluğunun bir kanıtı olarak bir Hacı Bektaş Zaviyesi karşımıza çıkmaktadır. Antalya Akdeniz Üniversitesi Ed.Fakültesi öğretim üyesi Prof. Dr. Bekir Deniz’in ilk kez tarihsel belgelerini ortaya çıkararak, 2001 yılında bir sempozyumda sanatsal bağlamda incelediği bir bildiriyle sunduğu zaviyenin adı, Sultan Hacı Bektaş Zaviyesi’dir. Ankara Kuyud-ı Kadime (Eski kayıtlar) Arşivi 565 no.lu 1500-1501 tarihli II.Bayezid defterinde Aksaray vakıfları arasında Susadı köyündeki Hacı Bektaş Zaviyesi de geçmekte ve şu açıklama vardır:

“Susadı Köyü’nde Hacı Bektaş Zâviyesi. Allah aziz sırrını, mukaddes etsin. (İkinci Bayezid zamanında) zaviyenin tasarrufu Hacı Hamza’nın elinde idi. Bu hususta (Karaman valisi) Osmanlı Şehzâdesinin berâtı vardır. Burada dedelerinden beri alın teriyle bir zâviye yaparak gelene gidene hizmet ederlermiş. Bunlar dededen oğula bu zâviyede şeyh olagelmişlerdir”.

Anlaşıldığı üzere Aksaray’a bağlı Susadı köyü Sultan Hacı Bektaş Zaviyesi, Hacı Bektaş Veli hayattayken yapılmış ve büyük olasılıkla Karamanlı emirlerden biri tarafından vakfedilmiştir. Prof. Deniz’e göre, Selçuklu taş işçiliği sanatının tüm incelikleri mihrabında görülen ve planı itibarıyla Türk Sanatı Tarihinde zâviyeli camiler diye bilinen yapılara benzediğini söylüyor. Öyle anlaşılıyor ki, batıni tasavvufî inançlı Alevi-Bektaşi (heterodoks) topluluklar için kurulan vakıf zaviyelerinde Sünni inançlı konuklar için mescit/cami bulunuyordu. Sünni inanç topluluklar için kurulan vakıf camisi komplekslerinde ise Alevi-Bektaşi ve Sünni tarikatları mensubu konukların zikir ve ibadetleri için bir de zikir odası veya meyden evi yapısı vardı. Demek ki, İrene Melikof dahil olmak üzere Türk-İslam sentezci tarih araşırmacıları ve onları referans gösteren yazarların ileri sürdüğü, büyük kabul gören “Hacı Bektaş Veli kendi zamanında tanınmamış, daha sonraki yüzyıllarda adı duyulmaya başlanmıştır” varsayımı kesinlikle yanlıştır. Hacı Bektaş Veli yaşadığı dönem içinde dahi “bütün dillerde Şah ve Sultan” olarak tanınmış adına çok sayıda zaviyeler kurulmuş bulunuyordu.

2e. Dergâh’ın Tarihinden Kesitler

Hünkâr Hacı Bektaş siyasetini, döneminin öznel ve nesnel koşulları içerisinde, Mogol istilasıyla yıkılan yokolan kurumların restorasyonunda birlik sağlama üzerinde denedi. Baba Bektaş, geldiği Babai ihtilalci geleneğini, varolan koşullar içinde uygulamaya gitmemiştir. Çünkü önce istilacılardan memleketin kurtarılmasını öne almak amacı güdülmüştür. Bu nedenle bağımsızlık siyaseti güden Selçuklu prensi II.İzzeddin Keykavus’u, Mogol korumalığındaki işbirlikçi yönetime kentleri köyleri yakıp yıkan, ezeli düşman Mogollara karşı savaşmaya yönlendirerek onun yanında yer aldılar.

Hacı Bektaş Veli’nin ölümünün ardından Bacıyan-i Rum kadınlar örgütlemesinin (eski) başkanı ve eşi Kadıncık Ana adıyla tanınan Kutlu Melek (Fatma Nuriye) bir süre posta oturarak Hünkâr Dergâhı’nı yönettiği bilinir. Yine Aşık Paşa’dan gelen bilgilere ve Abdal Musa Velayetnamesi’ne göre Kadıncık Ana emaneti, yani Dergâh yönetimini Abdal Musa Sultan’a devrettiğini biliyoruz. Abdal Musa’nın kendisine ardıl olarak Seyid Ali Sultan’ı gösterdiği üzerinde kanıtlar vardır. Kızıl Deli Sultan ile torunu, yani Mürsel Bali oğlu Balım Sultan (ö.1516-18) farklı konumlarda tarih sahnesinde yerlerini aldılar.

Osmanlı yönetimi 1502’den 1514’e kadar Kızılbaş Safevilerle kurulan ilişkilerden ve daha sonra, özellikle 1525 Baba Zünnun 1527-8 Kalender Şah (Çelebi) Osmanlı zulmüne karşı, Kızılbaş başkaldırı hareketlerinin Dergâh çevresinde oluşan siyasal birlikten kaynaklanmış olduğundan, Dergâh’ı kapattı. Hacı Bektaş soyundan gelen Seyyid ailelerin önderleri öldürüldü, kalanları dağıtıldı. 1551’de ise Paşa unvanlı Sersem Ali Baba’yı (ö.1559) Dergâh’ın başına atadı ve kendisine bağlı yeni Babagan Bektaşi kolunu yarattı. Dergâh Hacı Bektaş evlatlarının elinden alındı. 25-26 yıl sonra bu olaylara karşı çok geniş bir protesto hareketi görüyoruz; Şah İsmail adıyla ortaya çıkan bir Alevi halk önderi, 50 bin kişinin başında Hacı Bektaş Dergâhı’nı ziyaret ederek, kurbanlar kesip kazan kaynatarak toplu Hac ziyaretinde bulunuyor. Olasıdır ki, dergâhı sahiplerine teslim ediyor. Bizce, Lala Mustafa Paşa tarafından 1578’de bastırılmış Düzmece Şah İsmail hareketinin asıl bu bağlamda değerlendirmek gerekir.

17. yüzyıldan itibaren Osmanlı yönetimi, Hacı Bektaş Dergâhı’nı bağı-bahçesi,   köyleri ve arazileriyle birlikte, aileden birinin başkanlığında bir çeşit ayrıcalıklı vakıf tımarı biçiminde kurumlaştırıp, tümüyle denetimi altına aldı. Bu kere ikili Dergâh postnişinliği sürdürürken fermanlarda Çelebi ailesinden olanlar da “El Şeyh....evlad-ı Hacı Bektaş-i Veli” sıfatıyla tanınıp Hacı Bektaş soyundan geldiklerini onaylanmış oluyordu. Artık Osmanlı çıkarları gereği, daha önce uydurduğu Hacı Bektaş Veli’nin çocuksuzluğu siyasetinden vazgeçmiş görünüyor. Yaratılan ılımlı (Babağan) Bektaşiliğe sokuşturulmuş Şeriat ögelerini kabula zorlanarak, yolu sürdürmeye yetkin dedelere verdiklere “İcazetname”lere “ günde beş vakit namaz ve Ramazan’da teravih kıldırma” koşulları bile koydurulmuştu. Hacı Bektaş Seyyid Ocağı, soyun yaşaması yokolmaması adına “takiye”ye sığınarak 1826 yılına kadar bu ikilem içinde Hünkâr Dergâh’ının önderliğini sürdürmeye çalıştı.

Ancak Hünkâr Dergâhı’nda bu ikilem yüzünden ayrılıklar ve bozulmalar hızlanmıştı; hem Osmanlı’nın teşvik ve yardımlarıyla, hem de bu dönemdeki İran Safevi Şah’larının iki yüzlü siyasetiyle Seyyid Ocakları teker teker Dergâh’tan kopmaya ve bağımsız hareket etmeye başladılar, yol ve erkanlar denetimsiz kaldı. Osmanlı yönetimi, Nakıb-ül Eşraflık kurumunun Kerbela ve Necef kolları bol keseden Evlad-ı Resul şecereleri, Seyyidlik beratları dağıtması ve yenilemesini kolaylaştırdı. Seyyidlere tanınan ufak-tefek ayrıcalıklar Ocaklara bağlı aileleri cezbediyor ve bir yandan da şecere yeniletene talip içine öncelikle gitme Cem-cemaat yapma hakkı doğduğu için rekabet ve rüşvet alıp yürümüştür.

Osmanlı yönetimi korkunç baskı-zulüm ve düşmanca siyasetiyle birliği parçalama ve Seyyid Ocaklarını birbirini düşürmekle de yetinmedi. 1826’da yeniçeri kırımıyla bilinen tüm Alevi-Bektaşi tekkelerini kapattı. Bu büyük kırımın arkasından Hacı Bektaş Veli Dergâh’ı yine Hacı Bektaş evlatlarının elinden alınıp, Nakşibendi’lere verilerek asıl hedef olan Sünnileştirmeğe gidilmiş. İdamla yargılanan son postnişin Seyyid Hamdullah Çelebi’nin (1767-1836), savunmasında gösterdiği yola bağlılık, ölümü hiçe sayan büyük cesaret ve dikduruş istisnasız her Alevi-Bektaşi’ye örnek olmalıdır. O sadece kendisini değil, aynı zamanda inancımıza ilişkin engin bilgisiyle Alevi-Bektaşiliği savunmuştur. Belgelere dayanarak yayınlanan bu önemli savunma her Alevi canın başucu kitabı olacak değerdedir. [13] Es-seyyid Hamdullah Çelebi Evlad-ı Kutbu’l Arifin Sultan Hacı Bektaş Veli, yargılama sonunda verilen idam cezasını beklerken, İmparatorlukta çıkacak büyük kargaşadan çekinilmiş olmalı ki, Padişah II. Mahmut idamı kaldırmaya ikna edilmiş. Arkasından Postnişin Amasya’ya sürgün edilmiştir. Alevi-Bektaşi toplumu olaya seyirci kalmamış Anadolu’nun her köşesinden, Hacı Bektaş Dergâhı’nın Hacı Bektaş Veli evlatlarına geri verilmesi ve sürgünün de kaldırılmasını talebeden her biri yüzlerce imzalı mektuplar göndermişlerdir Dersaadet İstanbul’a. Bu eylem, olay gerçekleşinceye dek sürmüştür. Buna karşı Hacı Bektaş evlatlarını eleştiren ve Dergâh’ı yadsıyan Ocak Dede’lerinden bu duruma sevinenler, bu eylemlere yardımcı olmayanlar da bulunuyor olmalıydı ki, kendisi Hasireti mahlasıyla yazdığı aşağıdaki dizelerde kırgınlığı ve kızgınlığını ilenerek çıkarmaktadır sanki:

Hünkâr Hacı Bektaş nesl-i Ali’den
İkrar almayanda iman mı vardır
....
Lanet olsun batıl yola gidene
Münafık ilmine amel edene
Hünkâr evladını inkar edene
Mahşer kapısında Rıdvan mı vardır
...
Hasireti’m ikrar iman Ali’ye
Sırr-ı settar Hacı Bektaş Veli’ye
Ona şek getiren Mervan kulu ya
Ehlibeyt’ten gayri deman mı vardı

2f. Makâlât’a İlişkin Bazı Ayrıntılar ve Karşılaştırmalar

Makâlât’ı, Hacı Bektaş’ın bizzat kendisi mi Arapça yazmıştır, yoksa kendisinden edinilen ve öğrenilen bilgiler, biri tarafından mı Arapça kitap haline sokulmuştur? Kesin bilinmemektedir. Zamanın İmamının ve büyük inanç önderlerinin sözlerini, konuşmalarını yaşarken veya ölümünden sonra müritleri-öğrencileri tarafından toplayıp kitaplaştırma geleneği 5.İmam Muhammed Bakır (ö.733-4) dönemine kadar inmektedir. Onun, tarafımızdan hazırlanıp Türkçe’de yayınlanan Ummü’l Kitab adlı yapıtı ilk örneklerden biridir. [14]Ayrıca Hacı Bektaş’ın dervişleriyle konuşmalarını, bazı öğütleri ölümünden sonra toplanıp yazıldığı ve bunun Farsça’ya çevrilerek, bir müstensihin farklı konuları ve değişik yazarların risalelerini topladığı elyazması Mecmua’nın içinde Fevaid (Öğütler) adıyla yayınladığı bilinmektedir.[15] Makâlât da tıpkı şeyh Bedreddin’in (1357/8-1420/1) “Varidat”ı gibi aynı sorunsallığı taşımaktadır; ikisinin de Arapça yazılmış olması bir yana, asıl görüş, düşünce ve felsefelerinin zaman zaman şeriata kaçan din anlayışı örtüsü altında vermiş olmaları da benzer özelliklerindendir. Olasıdır ki ikisi de Arapça bilen Sünni din bilginleri ve Medrese mollaları arasında okunması ve batıni inanç ve düşüncelerin tanıtılması için hazırlanmıştır.

Makâlât’ta, esas Alevi-Bektaşi inancındaki şeriat, tarikat, marifet ve hakikat adlarıyla dört kapı ve onardan kırk makamının açıklanması; inancın felsefesi ve yol ilkeleri yer almakla birlikte, mantık ve maddi dünyaya dönük yaşam felsefesiyle birlikte, yazıldığı çağın bilim anlayışı üzerinde bilgiler de bulunmaktadır. Ancak yapıtın içine girilip, derinliğine inildiğinde bunlar anlaşılabilir. Dinsel inanç dışı söylemler üzerine çoğu kez takiye tabakası çekmek o çağın siyasi koşullarında gerekliydi. Makâlât’ın küçücük kapsamı içerisinde Kuran’dan 130’dan fazla ayetin desteğiyle, açıklamalar yapılmıştır. Ama bunların yanısıra, Hacı Bektaş’ın öyle sözleri vardır ki, ortodoks dinsel inançlarla asla bağdaşmaz. Örneğin:

“Yeryüzünde akıl ölçüsünden önemli bir şey yoktur. Çünkü her şeyi iyi bilen ve buyuran akıldır. Bilim evrenin bütün değerlerinin üzerindedir. Bilimle gidilmeyen yolun sonu karanlıktır. Bilimle araştırmalı, izlemeli, gözlemeli ve arştan yerin altına kadar her ne varsa kendinde bulmalıdır. Şimdi gökle yer arasında birçok nesne vardır. Fakat insandan ulusu yoktur. Arştaki değme bir kandilin (yıldızın) genişliği büyüklüğü, bu dünyadan yetmiş kat fazladır”

sözlerini öne aldınız mı, din dogmalarıyla bunları asla bağdaştıramazsınız.

Ancak Hacı Bektaş’ın “her şeyi bilen ve buyuran akıldır” sözü, batıni anlamda yukarıda sözünü ettiğimiz Ummü’l Kitab’taki Tanrı tanımı ve anlayışa birebir uygunluğu gözden kaçmamaktadır. İmam Bakır , insan beynini Tanrının tahtı olarak simgeleyerek, “burada konuşan tanrısal ruhtur ; Tanrı nuraniyette Güneş, ruhaniyette ise onun adı bilinçtir, akıldır” demektedir.[16] Hünkâr yukarıdaki sözleriyle, bilimsel yöntemlerle bilimsel bilgiden yola çıkmış tam bir çağdaş bilgin duruşu göstermiyor mu?

Önce dünyada insan için varolanları inceleyeceksin, yani bilimin araştırma ve inceleme yöntemlerini kullanacaksın. Tanrının dostu olmak, yani “Velilik, halkı sevmek ve ona yakın olmaktır, zulüm yapmamaktır.” Bu sözlerde Hak ile Halk’ı eşitlemenin yanısıra, baskı ve zulüm yönetimlerine karşı çıkış ve halk yönetimi (demokrasi) istemi açıktır.

Yine Hünkâr Hacı Bektaş’ın Fevaid’deki “her nesnede her nesne vardır; varlık camidir (tümeldir), yani bütün yücelik sıfatlarını kapsar” sözü, diyalektik materyalizmin önemli ilkelerinden birinin en özlü ifadesidir. Bunun açınımını A. Gülvahaboğlu [17], incelemesinde kısa ama doğru koymuş:

“her nesnede her nesne vardır” sözü, doğanın ve toplumun uymak zorunda olduğu çelişkiler kuralını içeriyor. Diyalektiğin esası olan ve birinden öbürüne dönüşen çelişkiler kuralını.. Maddedeki eylemi, evrendeki ve toplumdaki değişimi, dönüşümü kapsıyor.”

Burada Makâlât’ın içeriği ve kapsadığı konuların geniş özetini, açıklama ve yorumlarını vermeyeceğiz. Makâlât üzerinde çalışan birçok araştırmacılar, birbirlerinden farklı olmakla birlikte bunu yapmışlardır. [18] Biz sadece içerikten dikkat çekici birkaç örnekle yetinecek ve yapıtın kaynaklarından kısaca sözedeceğiz.

Makâlât’ın giriş bölümünde “Ol din çerağı ve erenlerin durağı (Hacı Bektaş) şöyle beyan kılurkim, ‘Hak Sübhanallahu Teâla Âdem’i dürlü nesneden yarattı, hem dört bölük kıldu: Abidler (ibadet edenler) şeriat topluluğu, aslı yeldir. Zahidler, tarikat topluluğu ve aslı ateştir. Arifler, marifet kavmi ve aslı sudur. Muhipler (sevenler), hakikat topluluğudur ve asılları topraktır ve toprak teslim-i rıza olmaktır” biçiminde insan toplulukları dört bölükte açıklanıyor.

1200 tarihinde bir İsmaili baş dai’si tarafından yazılmış Haft-ı Babı Baba Seyyidna risalesinde [19] taddad (muhalif halk), tarattüb (sıradan halk) ve vahdad ehli (Birliğe, Tanrı-insan birliğine, yani Tanrının insanda tecellisine inanan halk/batıni topluluklar) diye insanların üç bölüğe ayrıldığını görüyoruz. Bir batıni dai’si olan Hacı Bektaş, bu ayrıştırmayı zamanının koşullarında özelleştirerek İslami   toplulukları idealize edip dört bölükte açıklamayı yeğlemiştir.

Hacı Bektaş Veli, bir başka yapıtında insanın bu bölüklerden birine nasıl dahil olabileceğini ve bunların bir çeşit aşama olduğunu Muhammed peygamberi örnekleyerek yeni bir yorum getiriyor. Hünkâr çevresindeki dervişleriyle şöyle konuşuyor:

“Ey derviş! Peygamber, ‘İbrahim’in yoluna uyki, Hanif olasın’ hitabı inince, nebileri tasdik etti ve iman makamına ulaştı, mümin oldu. İbadet makamına ulaştı, abid oldu. Dünyaya ve nimetlerine yüzçevirdi, zühd makamına ulaşıp zahid oldu. Nesnelerin hikmetini öğrenip marifet katına ulaşarak arif oldu. Hak Teâla onu kendi muhabbet ve ilhamına seçince velâyet makamına ulaşıp veli oldu.”

Tanrısal sevgiye ulaşıp O’nunla muhabbete başlayınca seven (muhib) ve sevilen (habib) olmuş Muhammed bir Tanrı dostu (veli) olarak. Ve Hacı Bektaş, Muhammed peygamberin Tanrının hizmetine girdikten sonra, başka insanların ulaşamıyacağı diğer makamları da şöyle sıralıyor:

“Hak Teâla onu vahiy ve mucizeleriyle onurlandırınca nübüvvet makamına ulaştı ve nebi oldu. Yüce Tanrı kendisine kitap gönderince risalet makamına ulaştı ve resul oldu.Kitaba rağmen eski şeriatı fesh etti ve yeni şeriat kurdu, ulûlazm makamına ulaştı. Buna rağmen hatm (buyurma, emir buyurucu) makama ulaştı adı hatem (mühür yüzük) oldu. Ruhun bu dokuz seviyesi arifler katında Hakk’ın bağışıdır...” [20]

Yine Fevaid’de “Abidler tenle ibadet yapar, halk kabul eder ve onlardan razı olur; zahidler gönülle ibadet ederler, ibadetlerini melekler kabul eder ve razı olurlar; arifler canla ibadet yaparlar, Hak kabul eder ve onlardan razı olur” vurgusuyla üç bölüğün tapınma özellikleri gösterilmekte. Ancak bundan önceki açıklamasını da atlamamak gerekiyor:

İlme’l yakin bedenle ibadettir, ten yetiştirilir. Ayne’l yakin gönülle ibadettir, gönül eğitilir. Hakke’l yakin canla kulluk etmek, tapınmaktır; can eğitilir.” [21] Görüldüğü gibi can eğitilmeden muhabbet ehli olunmuyor ki, dördüncü bölük olan muhipler’in ibadetlerinden sözetmiyor Hacı Bektaş. Çünkü aşk makamına ulaşmış muhipler (sevenler) velilerdir; Tanrının dostlarıdır O’nunla muhabbet ederler. Onların ibadet yükümlülükleri yoktur.

Hacı Bektaş, şeriat kapısının ilk makamı olarak iman (inanç) konusunda sözlerinden bazılarını vererek, İmam Bakır’ınkileriyle karşılaştırıp benzerlikleri görelim:

“Birincisi imanı ispatlamak. Yüce Tanrı’nın buyurduğu gibi: “Allah’a, meleklerine, kitaplarına, elçilerine, ahiret gününe, kadere, hayrın ve şerrin Allah’tan olduğuna inanmaktır”. Kim “iman, ten üzerinedir” derse, hatalıdır. “Ruh üzerinedir” derse yine hatalıdır. Ariflere göre imanın akıl ile bilinmesi gerekir. Zahirde ise dil ve gönül ile bilinmelidir. Kim Tanrı’nın tekliğine kalbi ile tanıklık etmezse, o mutlak olarak kâfirdir. Dili ile söylemez, kalbi ile de onaylamazsa, o münafıktır. İman, ibadettir. Ama her ibadet imana ulaşamaz. İsyan, küfürdür. Her isyan küfre varmaz. [113a] Rahmanın aslı, iman; şeytanın aslı ise kuşkudur.”

“Oysa iman, akla dayanır. Akıl, sultandır. İman, bedende onun (aklın) vekilidir. Sultan giderse, vekil de gider. Örneğin; iman, hazine; akıl, hazineyi koruyan kişi; şeytan ise hırsızdır. Hazinadar, hazinenin kapısından ayrılırsa; şeytan, hazinede ne varsa çalıp götürür... İman, Tanrı’yı onaylamak, Tanrı’nın buyruklarını yerine getirmek ve O’nun uyardığı şeylerden uzak durmaktır. Tanrı’nın buyruklarını yerine getirmeyen, O’nun tekliğini onaylamamış demektir, inancı da tam değildir”.

“[113b] ... kulun edepsizlik etmesi, o kişinin gaflet içinde oluşundan ve bu meleklere inanmadığından dolayıdır. Aynı zamanda Allah’ın kitabına inanman gerekir. Kişinin içinde büyüklenme (kibir), kıskançlık (haset), cimrilik, açgözlülük, öfke, dedikodu (gıybet), kahkaha ve maskaralık olsa, hangi kitap onun imanının eksiksiz (iman ehli) olduğunu kabul eder? Tanrı’nın velilerine inanmak (kabul ve tasdik etmek) imandır. Çünkü Yüce Tanrı’nın dostları, miskinliği kabul ettiler; ikiliği bırakıp tekliğe yöneldiler.

İmam Bakır Kur’an’ın, “Bedeviler diyorlar ki, ‘biz inanıyoruz’. Söyle onlara: ‘siz inanmıyorsunuz, sadece İslamı kabul ettiniz, boyun eğdiniz (aslamna); iman kalbinize henüz girmedi’(K.49, 14) ayetini temel alarak, iman ile islam arasında açık bir ayırım olduğu görüşünü ortaya koydu. Ona göre iman islamı, yani dini içine almaktadır, fakat islamın da imanı içermesi gerekli değildir. İmam Bakır’ın benzer bir sergilemesi, Al Kadı al Numan’ın Da’a’im al-İslam’ında bulunmaktadır. Orada Bakır, avucuna içiçe iki daire çizerek dış daireyi islam, iç daireyi de iman olarak gösterip, inancın kalpte gerçekleştiğini söylemiştir. Demek ki İmam Bakır’ın görüşüne göre, bir mümin kendiliğinden müslümandır, ama bir müslim’in mümin (inanan) olması zorunluğu yoktur.

İmam Bakır, islam dinin(e girmiş)i içselleştirmiş olan kimsenin imanı da içselletirmiş olup olmadığı sorulduğu zaman, farklılığı daha açık (ayrıntılı) işlediği görülür. Buna olumsuz yanıt vermişse de şunu ekler; “o kişi küfür toplumundan, inançlı topluma girmiş ve inançlılarla işbirliği yapmıştır(qad udifu ila al-iman).”

İman ve islam arasındaki farklılığın geniş ayrıntıları, İmam Bakır’a yöneltilen bir başka sorudan çıkartılabilir: Eğer bir kimse Tanrıdan başka Tanrı olmadığına ve Muhammed’in Tanrının elçisi/peygamberi olduğuna tanıklık getiriyorsa, onun bir mümin/inanan olup olmadığı sorulduğu zaman al Bakır şöyle yanıtlamıştı: “O zaman, Tanrı tarafından insanlara yüklenen görevlere ne demeli?” İmama göre, daha önce belirtildiği gibi yedi temel koşul vardır; fakat velayet (velilik), diğer hepsinin önünde gelir ve böylece, gerçek iman, doğrudan İmamların velayeti ile ilgilidir; İmama olan/İmamdaki inançtan doğar. Açıkçası İmam Bakır’a göre iman, islamdan bir farklılık olarak, zamanın İmamına tam itaatla birlikte Tanrının peygamberleri, elçileri ve İmamlarına olan inançtır. (İmam Ali’den nakledilen hadislerden birinde ‘islam ikrar (verme)dır, iman ise (İmam, Peygamber ve Tanrı bilgilerini içeren bilgi olan) marifet’tir’ diye geçer. Şu halde İmam Bakır’ın görüşleri, iman’ın hem söz (kawl) hem de eylemi (amal) yansıttığı fikrine eğilim gösterir. Oğlu İmam Cafer Sadık’ın tanımlamasına göre “iman, dilden söylemek, içten-candan onaylamak ve Tanrının buyurduğu temel görevleri/işleri uygulamaktır (kawl bi al lisan, wa amal bi al-arkân).”

İmam Bakır’ın genç çağdaşı, Hanefi mezhebinin kurucusu Abu Hanife bu konuda farklı görüştedir. Ona atfedilen Wasiyya’nın birinci maddesine göre “iman dille ikrar, içten onaylama (tasdik bi al janan) ve kalb bilgisidir (wa marifa bi al kalb).” Bu tanımlamada amel-eylem açıklaması yoktur. İmam Bakır’ın görüşünde iman dört direk üzerinde bina edilmiştir: 1) Sabır, 2) Kesinlik (yaqin), 3)Adalet (adl) ve 4)Mücadele (jihad). Açıkçası onun için bir kişinin erdemli oluşu, doğrudan onun imanına bağlıdır, inançlı oluşuyla ilgilidir. İmam Bakır’dan gelen diğer bir hadise göre ‘inancı mükemmel olan bir mümin, en iyi karaktere sahip olan kimsedir’. Daha özel bir erdemden sözedersek, o özellikle, vücuda baş gibi olduğunu söylediği sabıra gönderme yapar ve Bakır’a göre, bir kimsenin sabrı yoksa imanı da yoktur. O, halka herhangibir şikâyeti engelleyen olgun sabırı tanımlar. İnancın derecelerinden doğan bir görünüm de iman’ın sabid/durağan olup olmadığı fikridir. Yoksa, tam tersine iman çoğalır, artabilir ya da eylemlerin/uygulamaların gelişmesi ve bilginin genişlemesi ve kapsamıyla azalabilir mi? Bu, iman al ilm, yani iman akıl ve bilgi üzerinde temellenir. Kendisi tarafından bildirilen çok sayıda hadislerde görüldüğü gibi, bilim öğrenme/bilgi kazanılması üzerine yoğun biçimde vurgu yapar. Bununla birlikte İmam Bakır’ın görüşünde bilgi kazanımı kendi başına bir sonuç değil, fakat sonuca götüren bir araçtır. Onun için sadece bilgi elde etmek yeterli değildir; kazanılan bilgiye göre hareket etmek ve öğrenilenleri başkalarına öğretmek öemlidir. Demek ki, bilgi aracılığıyla eylem (amel) geliştirilebilir; eğer amel geliştirilirse, o zaman iman/inanç artar ve daha güçlü olur; sırasıyla güçlü bir iman, bir insanın bilgisine bağlıdır ve daha fazlası insanın amel’ini, hareketleri ve davranışlarını saflaştırır. [22]

İçinde adı geçen ve alıntı yapılan kişiler ve onların yapıtları Makâlât’ın kaynaklarından bazılarını oluşturmaktadır. Kur’an ve Muhammed’in hadisleri dışında İmamAli (ö.661), İmam Cafer Sadık (ö.765), Saad bin Abdullah (ö.656), Yahya bin Maaz’ (ö.872-5) dan alıntılar bulunmaktadır. Örneğin 9.yüzyılda Rey ve Nişabur kentlerinde yaşamış Yahya bin Maaz (bin Cafer Razi)’ın eserlerini incelemiş; gönülü tanımlarken ve marifet düşüncelerini destekleyen şu sözlerini alıyor:

“/32a/ ...Benim gönlüm dünyadan ve ahretten yegdür. Zirâ kim dünya mihnet evidür. (SAYM: muhabbet evidir.) Ve ahret nimet evidür. Benüm gönlüm mârifet evidür. Pes mârifet dünyadan ve ahretten yegdür.” Olasıdır ki İbn Maaz bu sözleri, “dünya sevgisini terketmek gayet zordur, ama cennete kavuşmak için dünyayı terketmek gerektir” demesinden sonra söylemiştir.

Yusuf bin Razi (ö.915) aynı zamanda, “cahillerden, gafillerden ve yaltakçılardan uzak dur”mayı insanlara öğütleyen bu önemli sûfi bilginden , “ alim ve velileri gömek için 120 şehir gezdim. Yahya bin Maaz hazretlerinden daha etkili ve daha güzel söz söyleyeni görmedim”diye övgüyle sözetmiştir. Ayrıca Hacı Bektaş’ın Fevaid’de, Ahmet Yesevi’nin (ö.1066-7) çağdaşı Heratlı Hace Abdullah el Ensari’den (ö.1089) de bir alıntısı vardır. Şeyh Ebu’l Hasan el Harakani’nin müridi bu coşkulu sûfi şair ve bilgin Hace Abdullah’ın dünya hakkındaki görüşüne yer veriyor:

“El Ensari’ye Dünya hakkındaki görüşünü sordular; ‘ne diyeyim ki, o şeyin içerdiklerini insanlar zorlukla elde eder, cimrilikle korur ve hasretle bırakırlar’dedi.” [23]

Şimdi yine sormak gerekiyor: Dört kapı ve kırk makamının Ahmet Yesevi’nin Hikmetler’inden alındığını(!) ve Hacı Bektaş’ın Piri olduğunu ileri sürenler, neden Makâlât’ta Ahmet Yesevi adını göremediklerini merak etmiyorlar? Öyle olsaydı; bir tek cümlesini alıntıladığı sûfi bilginlerin bile adını anan Hacı Bektaş, Ahmet Yesevi’den sözetmez miydi?

3.Makâlât’ı Türkçeleştiren Said Emre (Molla Saa’deddin)       

Adı Yunus Emre (1240/1-1320) ile birlikte geçen ve şiirleri birbirine karışmış, onun çağdaşı Said Emre hakkında pek az şey bilinir. Günümüze Said tapşırmasıyla ulaşan 19 şiiri bulunmaktadır. Şiirlerini yayınlamış olan Abdülbaki Gölpınarlı [24] onları, Prof. Dr. Ritter’in bulduğu ve 14. yüzyılda yazılmış en eski Yunus Emre Divanı olarak bilinen elyazması ve diğer bazı kaynaklardan toplamıştır. Bu divanda Yunus Emre’ye ait 98 şiire ek olarak, özel başlık taşıyan bir bölümde 15 Said Emre şiiri kayıtlıdır. Birçoğu sadece konu olarak değil ölçü ve kâfiye bakımından bile Yunus’un bazı şiirlerini anımsatmakta ve hatta onlara benzek (nazire) yapılmıştır.

Said Emre’nin adı, asıl Hacı Bektaş’ın “Makâlât ” adlı yapıtını Arapça’dan Türkçe’ye çevirmekle ünlenmiştir. Bu kitapta, Seyyid Sadeddin, Molla Sadüddin diye kendinden sözeden ozan hakkında, en geniş bilgi Hacı Bektaş Vilayetnamesi’nde bulunmaktadır. Said Emre Makâlât’ı düzyazı biçiminde çevirmiş ve aslı, yani kendi elinden çıkmış ilk nüsha ele geçmemekle birlikte, 15, 16, 17.yüzyıllardan kalma birçok nüsha günümüze ulaşmış bulunmaktadır. Şiir biçiminde çevirisi ise 1409 yılında Hatiboğlu tarafından yapılmıştır.

3a. Vilayetname’de Molla Saa’deddin

Hacı Bektaş Veli’nin yaşamı, toplumsal ilişkileri, önderliği, düşünce ve felsefesinin kerametler dizgesi olan Vilâyetname’de Molla Sadeddin’in Aksaray’da yaşayan bir şeriat bilgini olduğu ve dört yüz mollanın kendisinden ders aldığı yazılıdır. Molla Sadeddin öğrencileriyle sık sık gezilere çıkmaktadır. Hünkâr’ın adını bu gezilerden birinde Tuzköyü’nde duyar. Kendisine Hacı Bektaş’ın birçok kerametleri anlatılır. Hatta kendisine inananların, Kızılırmak’ı yürüyerek geçtikleri ve topuklarının bile ıslanmadığı söylenir. Ama mescide gidip namaz kılmadığını ve hep dervişleriyle birlikte olduğunu öğrenen şeriatçı Sadeddin öfkeyle, “cemaati terkedip namaz kılmayanın selamı alınmaz ve öylesi adam ağırlanmaz” der. Bir yandan da bir mollayı gönderip, Hacı Bektaş Veli’yi yanına çağırtır. Gururlu bilgin mollaları ve köy halkını başına toplayıp, sözde ilminin büyüklüğüyle ona bir ders vermek ister.

Hacı Bektaş Veli geldiğinde ne kimse selamını alır ve ne de ona yer gösterirler. Vilâyetname’ye göre olay şöyle gelişir:

“Hünkâr geldi, selam verdi. Mollaların hiçbiri selamını almadı. Kimsecikler, Hünkâr’a yer göstermedi, onu ağırlamadı. Hünkâr sekinin üstüne çıktı, oturdu. Velâyet elini uzattı. Sadeddin’in ağzından soktu, yüreğini tuttu çıkardı. Sıktı, hatta üç damla kan sekinin altına damladı. Molla Sadeddin, bunu gördü aklı başından gitti, sekinin altına düştü. Molla’ya ne oldu diye başına üşüştüler. Elini ayağını ovdular, yüzüne gülsuyu serptiler. Bir müddet sonra aklı başına geldi, dört yana baktı Hünkâr’ı göremedi. Oradakiler kavlimiz böyle miydi dediler. Hani bilgince sorular soracaktın? Halbuki sen karşısına oturdun, ağzını açtın. derken aklın başından gitti, yere yıkıldın, kendinden geçtin.” [25]

Hünkâr’ın bir kerameti olarak verilen olay, aslında dönemin bir medrese bilgini şeriatçı Molla ile onun anladığı dilden yaptığı bir tartışmadır. Görüldüğü gibi Molla, Hacı Bektaş’ın engin bilgisi ve etkileyici davranışları karşısında tek söz söylemeye kadir olamamış ve bu yüzden öğrencileri ve çevresindekiler tarafından eleştirilmiştir.

Molla Sadeddin birçok kere daha Hacı Bektaş ile karşılaşıp, özellikle Sünni çevresinin kırıcı teşvikleriyle onu boşuna altetme çabasına girişmişse de, sonunda hatasını anlamış. Dost olmak ve ona yakınlaşmak gerektiğine inanmıştır. Onun sakalı, bıyığı ve tırnağıyla yani dış görünüşüyle uğraşmanın, namaz vakitleri ortadan kaybolmalarını eleştirmenin bir anlamı olmadığını ona yaklaştığında öğrenmiştir.

Mollalığı bırakan Sadeddin Vilâyetname’ye göre (s. 60) Hacı Bektaş’a derviş olup, on sekiz yıl dergâhta hizmet görmüştür. Buna rağmen bir gün, bir yağmur sonrası loğ taşıyla damı sıkıştırıp, düzeltirken,

“Şeytan kalbine vesvese verdi. Bunca kerametlerini gördüğü halde, kendi kendine ‘bu kadar bilgim hünerim vardı; bir derviş hepsini bıraktırdı ve kendisine kul etti beni. Hiçbir surette elinden kurtulamıyorum. Bari şu taşı kafasına atayım da ölsün, ben de kurtulayım.’ dedi ve loğ taşını damdan Hünkâr’ın üzerine yuvarladı”

Duvarın önündeki karataş üzerinde yatan Hacı Bektaş, loğ taşından kendini kurtarınca, damdaki Sadeddin’e ilenir ve şunları söyler:

“Said, yüzün kara olsun; gönlümdekini dilime getirdin. Seni yetmiş kere rahmet suyuyla yudum, dişinin kovuğundaki mürekkep karasını çıkaramadım. İn git asla adam olmazsın sen hey adamcık hey!”

Molla on sekiz yıl sonra bile, kafasının bir yerinde çöreklenmiş yatan şeriat yılanının kafasını ezememiş, zamanının aydın benliği ve tutkularını öne çıkarmış, bunca yıl Alevi toplum içinde eriyememiş görünüyor.

Hacı Bektaş’ın canına kastetmiş olmasına rağmen, ortadan kaldırılmadı.

“Said yalnız başına Kızılırmak’ın Aksaray geçesine sürüldü. Susadı denen yere varınca yaptığına pişman oldu. Hünkâr’ın bulunduğu tarafa döndü, bir ayaküstünde kırk gün peymançeye durdu (özünü dâra çekti İ. K). Kırk yedinci gün Sadeddin Sulucakarahöyük’e giden adamlar gördü. Onlara and verdi, adamlık edin dedi, sakalımı merkebinizin kuyruğuna bağlayın, beni de beraber götürün.”

Sadeddin’in artık benliği gururu kırılmış; yüzünü toprağa sürerek, Kızılca Halvet’inin eşiğine uzanır ve geceleyin Hünkâr’ın ayağıyla üzerine basmasını bekler. Said yeniden kabul görür ama bu kez zorlu sınavlardan geçirilir. Bir peymançeye (dâra) daha durduktan sonra kırk gün kazanda kaynatılır, erir yokolur. Bir kırk gün daha kaynatılır, kazan açıldığında yeni doğmuş bir çocuktur Said. Yeniden kazanın kapağı kapatılır ve kırk gün daha kaynatılır. Açıldığında ham Molla Sadeddin gitmiş, pişip olgunlaşmış Said kazanın içinde oturmaktadır.

Yine Vilâyetname’de anlatıldığına göre (s. 62) Said, bu olaydan sonra Makâlât’ı Türkçe’ye çevirmiştir. Artık “hoş bir hale bürünen Said”, Hünkâr’ın sırrına ermiş; kalıplıktan kurtulup, gerçek talib olmuştur:

Sıdkı birle meydana gelen talibler bugün

Han ü manı terk edüb geçer cümle varundan

Adum Said değülken cümle müşkil halliken

Bir ayet okumuşam Hünkâr’ın esrarundan

Said Emre’nin daha sonra Hacı Bektaş Veli’nin 360 halifesi arasına katılmış ve İçil’e göndermiş olduğunu öğreniyoruz. Gölpınarlı, [26] manzum Vilâyetname’den aşağıdaki beyitleri vererek bu bilgiyi aktarıyor:

Otururken birgün Molla Said

Dedi Hünkâr anma sözümi işid

Nan baha verdük sana İçil’i

Dem yom oynat var ana dir ol Veli

Kalkuban Molla Said oldı revan

İrişinceğiz ol il içre heman

Eyledi mesken tutup anda karar

Emr-i Hak irince kıldı intizar

3b. Sevgi Kazanından Doğan Said Emre’ den Şiir Örnekleri ve Makâlât’tan Kazandığı Bâtıni Anlayış

Molla Sadeddin, olasıdır ki, Hacı Bektaş Veli’nin Makâlât’ı eline geçtiğinde, onu Kur’an ayetleriyle bezenmiş şeriat va’zeden bir kitap olarak okumaya başlamıştır. Ancak yapıtın özüne inip, içanlamını (batıni) kavramaya başlayınca, “bilimle gidilmeyen yolun sonunun karanlık olduğu” bilincine ulaşmış. Aklı kendine yoldaş alıp, Hacı Bektaş’ı artık başka bir gözle görmüş ve ona bağlanmıştır. Bütün varlığıyla bâtıni inanç deryasına dalmıştır. Ancak yukarıda Vilâyetname’den verdiğimiz bilgilerden anlaşıldığı üzere öyle kolay olmamıştır bu dalış ve bağlanma.

Az önce geçtiğimiz beyitinde, adı Said (kutlu, erenlere ulaşmış) olmadan önce, cümle müşkülleri çözdüğünü sandığını söylüyor. Hünkâr’ın esrarından bir ayet okuyunca dünyası değişiyor. Artık Molla Sadüddin gitmiş, Said Emre gelmiştir. Artık ne kulağı müezzinin ezan sesindedir ve ne de namaz vaktimi şaşırdım endişesi taşır. Tüm ibadetleri unutmuştur. Musa gibi Tur dağındadır ve secdeye indiğinde Hacı Bektaş’ın didarını (yüzünü) gördüğünü söylemektedir. Her nereye baksa Hacı Bektaş’la dopdoludur ve onun kapısında kul olmuştur:

Salâ geldi müezzin geldi kaamet eyledi

Kıbleye karşı yüzin tutdı niyyet eyledi

Secdeye indi yüzüm didar gördi bu gözüm

Dağıldı aklum sözüm zihnümi mat eyledi

Unutdum namazımı dosta tutdum yüzümü

Dost kendü mürvetinden bir işaret eyledi

Ne taat var ne salat ne zikir var ne tesbih

Bu beş vakit namazumı ışka gaaret eyledi

                                                           

Şol benüm secdegahum Tur dağı durur meğer

Musileyin gözlerim Tur münacat eyledi

(...)

Kanda baksam dopdolu Hacı Bektaş-ı Veli

Bu Said kemter kulı oldı adet eyledi

Said Emre, Hacı Bektaş’ın irşadıyla bâtıni tasavvufun içine öyle bir dalıyor ki, can (ruh), cisim (madde), Tanrı birliğine sarılıyor. Bu birlikteliğin sağlanması için besleyici öğeleri, Hünkâr’ın bal tadındaki sözlerinde bulup, onlara yaslanıyor. Can ve cismin besleyicilerini araştırırken, bir maddeci düşünür gibi, “ruhsal olanı, maddenin değişmesinin ürünü” görüyor açıkça. Bunlar, geçmişte inandıklarını inkâr suçu sayılırsa da önemli bulmuyor artık. Hünkâr’ın mürüvvetine erişmiştir, bu ona yeter:

Can bir ulu kimsedür suret anun atıdur

Nice lokma yirisen suretün kuvvetidür

Nice ki yirisen çok ol denlü yürürsin tok

Cana hiç assısı yok suret maslahatıdur

Bu can nimeti kanu gelsün bulalum anı

Asayiş kılalum canı ol evliya sohbetidür

Sohbet canı semirdür her demi ışk demidür

Hak Çalap emriyile erenün himmetidür

Erenün yüzi suyu himmeti arştan ulu

Kim tadarısa balı Hünkâr inayetidür

Said’in yüzüne tacı kamudan gönlü kiçi

Suça sayılmaz suçı Hünkâr’ın mürvetidür

Hacı Bektaş ve onun düşüncelerinin sevgisine tutsaktır Said. Bu aşk ile varlığını koyup gitmiş ve Didar uğruna yokluğu kabul kılmıştır. Hünkâr’ın sevgisini övmezse Said, kendini işe yaramaz kabul etmektedir:

Işk üni arşa irer ışk gözi didar görer

Işka yarayan gönğül mutlak didara yarar

Kaabe kavseyn ü zünnar birlik içinde döner

Işk ile uçan göngül kanda kılısar karar

Sen canı ışka koşma sözile ışkdan aşma

Cümle âlem halkı yol dün ü gün ışkdan sorar

Işk da’visi uludur ışk hısımı bellüdür

İki cihan ilmini ışk bir adımda direr

Işk yokluk kabul ider varluğın koyup gider

Varluk mülkinden sonra ışk ebed ömür sürer

Dirliğin ışka virüb kendü ışka kul olup

Hünkâr ışkın öğmedin bu Said neye yarar

Said Emre, Makâlât’ı Türkçe’ye çevirirken, bazan Hünkâr’ın sözlerinden coşa gelip, şiirler yazmıştır. Örneğin, Hacı Bektaş Veli, Hakikatın makamlarını belirtirken şöyle bir sıralama yapar:

“Şimdi azizim! Hakikatın birinci makamı, toprak olmak; ikinci makamı, yetmiş iki milleti ayıplamamak; üçüncü makamı, elinden geleni esirgememek; dördüncü makamı, dünyadaki bütün nesnelerin kendisinden emin olmasıdır... Onuncu makamı, Çalap Tanrıya ulaşmaktır. Kavuşma bundadır.”

Bu vahdet, yani birlik makamıdır; insan-tanrı birlikteliğidir. Said burada hemen araya girip, coşkuyla aşağıdaki şiiri söyler. Bu makama erince insan varlığı Hak ile birleşir; varlık-yokluk, aşk-sevgi ve dünya-ahiret bir olur:

Bu makama kim ere iş bu sözü kim dere

Varlığın Hakka vere cümle âlem içinde

Kim bu sırra ermedi kendisini dermedi

Bu aşktan esrimedi ömrü zulmet içinde

Varlık yokluk birdurur aşk ve sevgi birdurur

Dünya ahret birdurur aşk-ı kadim içinde

Makâlât’ın, “Marifet’in maruf cevabın beyan kılur”bölümünün sonunda Saa’deddin, Hünkâr’ın “Ve anlarkim tenleri ölür aşıklarındır, canları ölmez” sözünün açıklamasını şu şiiriyle yapar:

Ol cân kim ışkdan olur anun behası câna olur

Kamu cânlar ölücek ol cân ölmez dirü kalur

Işk dirligin alalum bu diriligden kalalum

Ölmez dirilik bulâlim çu cân dosta birükür.

Said’in kendisi de ancak sevgiyle sultanını bulmuş ve Vahdet makamında tanrıyla bütünleşmiştir. Bu aşk odu canını yağmalayınca din ve imanı terketmiş, O’nu yakalamıştır. Birlik şarabını içer içmez, o güne değin kurduğu dükkânı (dünyayı) yıkıp, kazancı ziyanı bırakmıştır. Birlik mekanını bulmuş ve artık ayrılmamaya kararlıdırlar:

Nagâh yağma eyledi ışk odı canımızı

Hiç kimse nitelükden virmez nişanumuzı

Nice nişan vireler kangı yoldan soralar

Çün elden bırakdurur din ü imanumuzı

Ne imana bakdurur ne hod dine tapdurur

Kendüyle bile dutar yıkdı dükkanumuzı

Virdi birlikden şarab kıldık dükkanı harab

Cümlesini terkitdük assı ziyanumuzı

Ne assı var ne ziyan gelsün canuna kıyan

Cümlesinden geçüben bulduk sultanumuzı

Çünkü oldu bilelik kaldı nelik nitelik

Ayrıluk söylemeğe komaz lisanumuzu

Yüzbin lisancu gelür yüzbin can yolda kalur

Yüzbin gözler göremez bizim cevlânumuzu

Gözler nice göriser kimse nite iriser

İki cihandan öte kurdı sayvanumuzu

Gördüm imdi bu kandan ne biter bu ma’denden

Ayrılmazuz birlikden bulduk mekanumuzı

 

Said imdi yürivar çün bir oldı bu ikrar

Hiç makamdan virmesün kimse nişanumuzı

Şeriatın Molla Sadüddin’i, Hacı Bektaş’ın inanç ve görüşlerine bağlanıp, Hakikat’ın Said Emre’si olmuştur. Aşkolsun aklın ve bilimin yolunu tutanlara, aşkolsun Said Emre’ye ve şeriatın mollalarına ders olsun! Ama asıl yolunu-süreğini unutmuşlara ve şeriat mollasını bile yola bağlayan Hacı Bektaş Veli dergâhından sapanlara, Hünkar’ın ruhunu incitenlere ders olsun:

Bu surete geleli adum Said olalı

Gizlendi padişahlık kulam şüküre geldim

Eksüklüven hak bilür ışkun bana güç kılur

Hünkâr Said’e tımar tut beni benden aldı

Kanda baksam dopdolu Hacı Bektaş-ı Veli

Bu Said kemter kulı oldı adet eyledi [27]

 

1. KİTAP

MAKÂLÂT’IN ARAPÇA YAZMA NÜSHASI

Arapça’dan Çeviren: Prof. Dr. Ali Güzelyüz

Yorum, açıklama-karşılaştırma ve dipnotlar : Dr. İsmail Kaygusuz

   Çalışmamızda esas aldığımız Arapça nüsha, Süleymaniye Kütüphanesi, Denizli 393 numara ile kayıtlı bir mecmuanın 4. risalesini oluşturmaktadır. Mecmuanın dış ebatları 200x140, iç ebatları ise 125x85 mm’dir.

   Söz konusu mecmuada bulunan eserler şunlardır:

   1) TefsîriSûre-i Neba’ ilâ âhiri’l-Kur’ân, Ebu’l-Leys es-Semerkandî, Nasr b. Muhammed el-Hanefî, mecmuanın 1b-81a yaprakları arasında yer almaktadır. Arapça nesih yazı ile her sayfada 13 satır bulunmaktadır.

   2) Mecmuanın ikinci risalesini, 81b-91a yaprakları arasında yer alan Besmele-i Şerife Defteri oluşturmaktadır. Arapça nesih yazı ile her sayfada 13 satır bulunmaktadır.

   3) 91b-101a yaprakları arasında TefsîruKelimeti’t-Tevhîd adlı Arapça hadisler risalesi yer almaktadır. Bu risalede bazı sayfaların kenarında Türkçe ve Arapça açıklamalar bulunmaktadır.

   Mecmuanın 101b-103b yaprakları arasında Farsça beyitler vardır. 104a’da ise halife Ömer’den bir hikâye nakledilmektedir.

   4) Mecmuanın dördüncü risalesini, Hacı Bektaş Velî’nin Makâlât’ı oluşturmaktadır. 104b-130a’da yer alan bu eserde, her sayfada Arapça nesih yazı ile 11 satır bulunmaktadır. Bazı sayfalarda (Örneğin; 128a’da 2. Satır) önce Türkçe başlayıp, daha sonra üstü karalanarak Arapçası yazılan bazı sözcüklerden anlaşıldığına göre eser, çok büyük olasılıkla Molla Saa’deddin’in Türkçe tercümesiyle karşılaştırılarak istinsah edilmiştir. Ayrıca aşağıdaki metin karşılaştırmalarından çok iyi anlaşılacağı üzere eser, kesinlikle mutassıp Sünnî inançlı bir kişi tarafından istinsah edilmiştir.

   Makâlât’ın başı [104b]:

   “Bismillahirrahmanirrahim, elhamdulillahirabbi’l-âlemîn, ve’l-minnetulillahi’l-lezice’alenamevcûden ‘ani’l-i’dâmi…”

   Sonu [130a]:

   “…menkânezâhiruhumuvâfikunbi’ş-şer’i fehuvemu’minunfehuvesa’îdun fî hukmi’ş-şer’i”.

   [130a]- [131a]’da Türkçe şiirler yer almaktadır. [131a]’da ise feragat kaydı bulunmaktadır.

   Feragat kaydı:

   “…veka’a’l-feragu ‘an ketbihi fî vakti’d-duhâ fî yevmi’l-Cum’a fî şehri Ramadânmuerreheten sene selâseâşer ve seb’umâye, kadketebehu’l-fakîri’l-hakîri’d-da’if el-hanîf el-muznib el-muftekirila’llah … Fakih b. Hassân mutemekkinenbi-karyeti Elken fî vilâyeti Turgud afallahuanhuma.”

   (Türkçesi: Yedi yüz on üç senesinin (1314-5) Ramazan ayında Cuma günü kuşluk vaktinde yazma işi sona erdi. Turgut vilayetinin Elken köyünde[28] ikamet eden Allah’ın rahmetine muhtaç olan günahkâr kul uzun Fakih b. Hassân tarafından yazıldı.)

   [131b]-[132a]’da Arapça ayet ve hadisler, [132b]’de ise Farsça beyitler bulunmaktadır.


[Makâlât-ı Hacı Bektaş Veli]

 

 

  1. [ İnsan Toplulukları Kaç Bölük Yaratılmıştır ?]

 

[104b]Esirgeyen bağışlayan Tanrının adıyla

Âlemlerin yaratıcısı olan Tanrı’ya övgüler olsun. Bizi yoktan var ederek iman bağışlayan, bütün yaratılmışlardan daha üstün fırkalar haline getiren ve bilimi bize yol gösterici kılan Tanrı’ya minnetler olsun. Bütün varlıkların kendisine sadık olarak, yaratılmışların en hayırlısı Muhammed’e, onun bütün Ehl-i Beyti’ne ve dostlarına salât ve selam olsun.[29] Sonra; sözleri güzel, davranışları hoş, dili tatlı, yüzü güzel ve makam ehlinden olan, inanç nurunun sahibi ve velilerin (evliya) sığınağı olan Horasanlı Hacı Bektaş –Allah’ın rahmeti onun üzerine olsun–[30]şöyle demektedir:

Yüce ve kutlu Tanrı, Âdem’i dört nesneden yarattı ve dört bölük haline getirdi. Bu bölüklerden her birisinin dört türlü tapınmaları (tâatı) ve dört çeşit durumları vardır.

 

[105a]Onların dört çeşit de arzuları vardır. Yüce Tanrı’nın buyurduğu gibi: “Dört türlü nesne (den) yarattı.”. Yani birincisi toprak, ikincisi su, üçüncüsü ateş, dördüncüsü yelden. Bunları da dört bölük kıldı:

Birincisi, ibadet edenler (abidler) olup, bunlar şeriat ehlidir; asılları yeldir. Yel, saf ve güçlüdür. Çünkü yel esmediği sürece buğday ile saman birbirinden ayrılmaz. Eğer yel esmezse, bütün dünya kötü koku nedeniyle helâk olur. Helal ve haramın bütünü şeriatla anlaşılır. Çünkü şeriat kapısı ulu kapıdır. Yüce Tanrı her şeyi Kurân’da açıklamıştır. Yüce Tanrı’nın buyurduğu gibi: “Yaş ve kuru ne varsa hepsi apaçık kitaptadır.”(K. 6, 59) . Onun emirlerine uymak ve uyardığı şeylerden uzak durmak gerekir. İnsanoğlu kibirli olmamalıdır. Çünkü bu, şeytanın işidir. İbadette bulunanların, yani abidlerin ibadetlerine devam etmeleri, namaz kılmaları, oruç tutmaları, [105b] zekât vermeleri, güçleri yeterse Hac’a gitmeleri, cihat etmeleri, cenabete karşı gusül yapmaları, dünyayı bırakmaları, ahreti sevmeleri ve kalplerinde kibir, haset, pintilik ve düşmanlık olmaması gerekir. ( ve la yekunu fi kalbihim kibrun ve la hasedun ve la buhlun ve la adavetun) [31]

 

İkinci bölük zahidler olup asılları ateştendir. Bunlar tarikat ehlidir. Kendilerini ateş gibi yakarlar. Kim dünyada Allah yolunda kendini (nefsini) yakarsa, ahrette ateşin afetlerinden ve azaptan kurtulup güven içinde olur. Zira “Yüce Tanrı buyurmuştur ki, cehennemin yakıtı insanlar ve taşlardır. O, kâfirler için hazırlanmıştır”. (K, 2, 24).

Hikâye:

Bir gün İsa, dolaşmak amacıyla çıkmış, bir dağın tepesine varmış. Orada su görmüş. Sudan içmiş. Ancak su acıymış. Dağ da arada bir titriyormuş. İsa (A.S.), hal diliyle dağa şöyle sormuş:

-Ey dağ! Bu su neden acı ve sen niçin zaman zaman titriyorsun?

Dağ şöyle yanıt vermiş:

-Ey Allah’ın Ruhu! Bil ki Musa’nın döneminde bir yiğit geldi; buraya çıkıp,

[106a] “Yakıtı insanlar ve taşlar olan ateşten sakının” ayetini okuduğu zamandan beri titriyorum.

Dağ, sözlerine şöyle devam etti:

-Ey İsa! Yüce Tanrı’ya dua et ve bana şefaatte bulun da titremekten kurtulayım.

İsa dua edince, dağ titremekten kurtuldu ve su tatlılaştı.

Dağ şöyle dedi:

-Ey Allah’ın Ruhu! Benim içimde İsrail oğullarından bir pir (yaşlı adam) vardı. Son peygamberi ve O’nun ümmetini görmeyi arzuluyordu. “Yakıtı insanlar ve taşlar olan ateşten sakının” ayetini duyunca ağlamaya başladı. O zamandan beri gece gündüz ağlamaktadır. [32] Bu acı su, o yaşlı adamın gözyaşıdır. Allah’a övgüler olsun ki sen dua edince, ağlamayı kesti.

İsa, bu hikmeti görünce ibret aldı. Onun yanında dünyalık olarak bir tahta çanak (keşkül), iğne ve asa vardı. Üçünü de orada bıraktı. Aynı şekilde, dünyaya sevgi besleyen, Allah’ın azap ve cezalarından kurtulmaz. [Peygamber] A.S.’nin buyurduğu gibi:

[106b]“[ed-dünya] bahrun amîkun, kesîru’n-nâsi yagraku fîhâ”. Yani bu dünya derin bir denizdir ve insanoğullarının çoğu onun içinde boğulur. Zahidin ameli; gece gündüz ibadet etmek, Allah’tan korkmak, O’ndan ümit kesmemek, dünya işlerine bağlı kalmamak ve ahiret için çalışmaktır. [33]

Üçüncü bölük ariflerdir. Bunların aslı sudur. Onlar marifet ehlidir. Su temizdir ve temizleyicidir. Su, bir kabın içine girerse, o kabın renginde görünür, onunla karışmaz. Rengi bellidir. Pisliği dışarı atar. Arifler de arıdır ve asıllarıyla buluşurlar. Arifler katında Tanrı’ya ortak koşmak (şirk), pisliktir. İçlerini ondan temizlerler, onu kalplerinden söküp atarlar ve hem kendilerini hem de başkalarını arıtırlar. Bil ki kendisini arıtamayan, başkasını da arıtamaz. [34] Şeriat katında, pislik (necaset) giysi ve bedene bulaşırsa, suyla yıkanınca temiz olur. Arifler katında ise giysi [107a]ve beden suyla temizlenemez. Abdestle de temiz olmaz. Çünkü yıkayan temiz olmadıkça yıkanan da temiz olmaz. İnsanoğlunun mutlaka suya ihtiyacı vardır. Abdest almak için su zorunludur. Namaz kılmak için abdest zorunludur. Allah’a ibadet zorunludur. Yüce Tanrı’nın buyurduğu gibi: “Beni tanımadıktan sonra, her dilin beni zikretmesi, her bedenin bana ibadet etmesi ve her ibadetin kabul olunması neye yarar?.” Biliniz ki insanın yaramaz fiilden sakınması gerekir. İnsan arı olmazsa, onun yaptığı işe şeytan karışır. İnanmazsan, bir kabın içine biraz içki (khamr) koy, ağzını kapat ve denize at. [35] Kabın dışını on defa yıka. On yıl geçse de onun içi temizlenmez ve içindeki yine içkidir.

Başka bir örnek; bir kuyuya bir damla içki düşse, kuyunun bütün suyu boşaltılıp yere dökülse, suyun döküldüğü yerde ot bitse ve koyun [107b] bu otlardan yerse, onun eti yenmez, çünkü takva ehline (Allah’tan korkarak çok ibadet edenlere) göre haramdır. Yüce Tanrı’nın buyurduğu gibi: “Ey iman edenler! Şarap, kumar, dikili taşlar (putlar), fal ve şans okları şeytan işi birer pisliktir; kurtuluşa ermek için bunlardan uzak durun.” (K. 5, 90).

Bir içki damlası kuyuya düşünce, o kuyunun suyundan bitki yeşerse ve koyun ondan yerse, koyunun eti haram olur. Çünkü içki, şeytanın işidir. Kalplerinde kibir, haset, açgözlülük, gıybet, kahkaha ve bu tür maskaralıklar bulunanların vay haline. Çünkü bütün bunlar şeytanın işidir. Kalbinde bunları barındıran kişi, Allah’ın azabından kurtulmaz. Temizlenmek için suyla yıkanan kişi, bunlardan arınmaz. Böyle bir kişi ibadette bulunsa da bütün ibadetleri boşa gider. Onun durumuyla şeytanın durumu aynıdır, hatta o kişi, şeytanın vekilidir. Şeytanın en şiddetli eylemleri bu sekiz şeydir.Arifin aslı sudandır. Suyun aslı cevherdir. Cevherin aslı Yüce Tanrı’nın kudretindendir. [108a] Arifin içinde pislik barınmaz. [36]

Dördüncü bölük, sevenlerdir (muhiplerdir). Bunların aslı topraktandır. Toprağın görevi teslim olmak ve kabullenmektir, yani teslimiyete razı olmanın simgesidir. Sevenlerin (muhiplerin) de teslim olmayı kabullenmesi, teslim-i rıza olması gerekir. “Kullu şey’in yerci’u ilâ aslihi” , [37] yani her nesne aslına döner denildiğinde; toprak toprağa, [yel yele], su suya, ve ateş de ateşe döner anlamak lazım.

Benim üç arkadaşım var. Ben öldüğüm zaman, birincisi benden ayrılır ve evimde kalır; ikincisi benden ayrılıp yolda kalır; üçüncüsü ise benimle birlikte öbür dünyaya gider. Bunların birincisi mal, ikincisi ailem ve akrabalarım, üçüncüsü ise amellerim ve ibadetlerimdir.[38] Sevenlerin amelleri (eylemleri) yakarıştır (münacat), seyirdir (ruhsal geziye çıkmaktır) ve müşahededir (tanrısal alemi gözlemlemek); Tanrı’nın tekliğini hakkıyla bilmek, kendilerini (Tanrı’da) yitirmek, pislikten arınıp halleri bir olmaktır (Tanrı’yla birleşmek, bir olmaktır).

Soru: Sevenler (muhipler), Yüce Tanrı’yı nasıl tanıdı? Cevap: Bazılarına göre, [108b]O’nun özellikleri ve nitelikleri yoktur. O’nun anlatımıyla O’nu tanıdılar.[39] İnsan kendini tanıyınca O’nu tanır. (Peygamber) A.S.’ın buyurduğu gibi: “Kim kendini tanırsa, Rabbini de tanır”. Sevenin (muhibbin) sözünün doğruluğu, sadece insan (âdem) görünüşündedir. Kim kendini tanımazsa, [Rabbini] tanımaz. Yüce Tanrı’nın buyurduğu gibi: “Biz ona, şahdamarından daha yakınız.” (K. 50, 16) [40] Peygamber A.S. şöyle buyurmaktadır:” Veli, ‘Ya Rab’ derse, Yüce Tanrı ‘Lebbeyk’ diye cevap verir. Lebbeyk (buyur) sözü, velinin kulağına çarpar, bu iki söz birleşir ve aralarından nur çıkar. Bu nurun parlaklığından, yedi(nci) göğün altında sonsuz ve sınırsız binlerce çiçek biter; hatta...[41] dünya rahmetle dolar ve aydınlanır; yedi göğün melekleri hepsi birbirlerini müjdelerler ve “Bugün kutlu bir gündür. Bize hoş bir koku geliyor.” derler. Bu çiçekleri toplar ve [109a] bu güzel çiçeklerle (sekiz) cenneti süslerler. Bu çiçeklerin adları gül ve reyhandır. Velilerden bir velinin ölümü yaklaştığında, bu çiçeklerden getirip ona koklatırsanız, kokusu onun damarlarına girer ve ruhun çıkışını kolaylaştırır; böylece ruhunu aşkla teslim eder.

Hikâye:

Mısırlı kadınlar Yusuf’u gördüklerinde hayran oldular ve ellerini kestiler. Yaranın acısını duymadılar. Dost, coşkudan dolayı, dostun aşkından yaranın acısını duymaz. Arifler, nefislerinden pislikleri gidermedikleri [42] sürece ruhlarını teslim edemezler. Demir ile taş birbirine vurulursa, ateş çıkar, bu ateşin dumanı göğe yükselir ve ateş ocakta kalır. Bu gül ve bu reyhan, aşkın çiçeğidir. Çiçekler aşktır, ateş ise Yüce Tanrı’nın aşkıdır. Bu ateşi bütün dünya kaplamıştır.

[109b]Bu ateşin ocağı, velilerin gönlüdür. Aşk, cana hareket getirir ve yakar. [Muhabbetin] kızgın ateşi, bu ateşin hararetiyle tutuşur. Bu garip hikmet; Yüce Tanrı’nın “Lebbeyk” ve velinin ise “Ya Rab” demesinden olur. Çünkü “Ya Rab!” demek, en yüce ibadettir. [43] Ve Kişinin “O en güzeldir” demesinden daha güzel bir şeydir. Bunu demek kolay değildir. Tanrı’dan nasipleri olanların dışında, kolaydır demek yalandır. Bu sözde birçok anlamlar olduğunu bil. Gece gündüz Tanrı’yı anmakla, zikirle uğraşan, bütün zahmetlerden kurtulur ve Yüce Tanrı’nın izniyle O’nun rahmetine kavuşur.

 

  1. Şeytan’ın Durumları Bölümü

Bil ki nefis, şeytanın vekilidir ve onun yardımcıları büyüklenme (kibir), kıskançlık, cimrilik, açgözlülük, öfke, dedikodu, kahkaha ve maskaralıktır. [44]Kıskançlık, cimrilik ve açgözlülük; dünyadan elini eteğini çekmekle yok olur.[110a] Öfke, dedikodu, kahkaha ve maskaralık ise kanaat ve perhizkârlıkla ortadan kalkar. Bunların tümünü sabır ve inanç (iman) götürür. Büyüklenmenin (kibrin) aslı şeytandır. Miskinliğin/fakirliğin (meskenetin) aslı Tanrı’dandır. Kibir ortaya çıkınca, kuşkusuz miskinlik (meskenet, alçakgönüllülük) yenilgiye uğrar. Kıskançlığın aslı şeytandır. Yumuşaklığın (hilmin) aslı Tanrı’dandır. Kıskançlık, yumuşaklığı (hilmi) yokeder. Cimriliğin aslı şeytandan, cömertlik ise Tanrı’dandır. Cimrilik ortaya çıkınca, cömertlik yok olur. Cömertlik dört türdür: Zenginin malıyla, fakirin bedeniyle, âşığın canıyla, arifin ise gönlüyle cömertlik yapmasıdır. Kuşkusuz sureti Yüce Tanrı’nın (dileğine) göndermek gerektir. Tanrı’nın buyruğu bizim için farzdır ve yapılması kaçınılmazdır. Tanrı’nın isteği terk edilmez. Çünkü edep isteği, korumayı (hıfz) sever (arzular); koruma isteği, kanaati sever; kanaat isteği,[110b] sabrı sever; sabır isteği, utanmayı (hayâ) sever; utanma (hayâ) isteği, cömertliği sever; cömertlik isteği, miskinliği sever; miskinlik isteği, yumuşaklığı (hilm) [45] sever; yumuşaklık (hilm) isteği, marifeti (arifliği) sever. Marifet isteği, canı sever; can isteği, aklı sever; akıl isteği, Yüce Tanrı’yı sever. Yüce Tanrı da, buyruğunu yerine getireni ve bu on iki nesneyi uygulayanı sever. Bu nesneler birbirlerinin vekilidir. Çünkü onlar askerlerin başıdır. İnancın (imanın), bu nesneleri koruması gerekir. Bu on iki türden birisi eksik kalırsa, inanç/iman tamamlanmış olmaz. Bu nesneleri korumayan kişi, Yüce Tanrı’dan uzaktır ve onu görmekten yoksun kalır. Bu durumdan Tanrı’ya sığınırız. [46]

Maskaralık isteği, gülmeyi sever; gülme isteği, dedikoduyu sever; dedikodu isteği, öfkeyi sever; öfke isteği, açgözlülüğü sever; açgözlülük isteği, cimriliği sever; cimrilik isteği, kıskançlığı sever; kıskançlık isteği, büyüklenmeyi (kibir) sever;

[111a] büyüklenme (kibir) isteği, bedeni sever; beden isteği, arzuyu (heva) sever; arzu (heva) isteği, nefsi sever; nefis isteği, İblis’i sever; İblis’in isteği, Yüce Tanrı’yı sevmez. Çünkü bu on iki türe, İblis vekildir. Kişi, bu on iki türe üstün gelmezse, Yüce Tanrı’ya yol bulamaz. Yani Tanrı’nın askerleri, şeytanın askerlerini yenmezse, Tanrı’nın azabından kurtulmak mümkün olmaz. Bu nesnelerin belirtisi; can, ruhsal (manevi) sohbeti sever. Ruhsal sohbet, özgürlüğün belirtisidir.

Yüce Tanrı, dört nesneye dayanan dört kişiye emretmiştir. Benlik iddiasında bulunan üç kişi, helâk olur. Birincisi; İblis, ateşe dayanır. Ateşten çıkamaz, onun içinde kalır.Çünkü Yüce Tanrı’ya , “Beni ateşten yarattın, onu ise balçıktan” (K.5,12) dedi. İkincisi; Firavun, [111b]Kıptilere dayandı. Sonuçta onların hepsi denizde boğuldurar. Yüce Tanrı’nın buyurduğu gibi: “Firavun ve ailesini denizde boğduk, siz de görüyorsunuz” (K. 2,50). Üçüncüsü; Karun, kendi malına dayandı. Sonuçta malıyla helâk oldu. Yüce Tanrı’nın buyurduğu gibi: “Sonunda onu da, konağını da yerin dibine geçirdik.” (K. 28, 81). Dördüncüsü; Muhammed Mustafa, O’na olan yakınlığına dayanırdı. Sonuçta, Yüce Tanrı’ya sadece Muhammed Mustafa yakınlaştırılmıştır. Yüce Tanrı’nın buyurduğu gibi: “Onları sever, onlar da onu severler” (K, 2/165). [47]

Kim bu sözleri anlar ve Tanrı ile şeytan arasındaki farkı ayırt edebilirse, kendini tanımış olur. Kim kendini tanırsa, aşka kapılır ve kendisini Tanrı’ya yaklaştırır. Bu sözleri anlamayan ve kendini tanımayan kişi ise insan görüntüsündedir; ancak insan mertebesinde değildir. O, vebal içinde batmıştır. Bunları uygulamadığı için, kıyamet günü cezasını çekecektir. Yetmiş yılı dedikodu ile geçirmek,[112a] bir saat düşünmeye eşittir. Yetmiş yılı düşünerek geçirmek, bir saat yakarışa (münacat) eşittir. Çünkü dedikodu, kuşku mahiyetindedir. Zahid kişinin Tanrı’ya ibadet etmesi bilmeden yapılan muameledir. Seven kişinin yakarışı, Tanrı’nın sanatına-işine uygun ibadettir. Bâtın (gizli) ilmi bilen, daima gönül şehrinde arayıp durur ve gaflet içinde olmaz. Aklın üç özelliği var: İkiyüzlülük (riya) ve açgözlülüğü (tamah) gönül şehrinden söküp atar. Birincisi, sabır; ikincisi, utanma (haya); üçüncüsü, kanaat. Şeytan bunlardan korkar. Bu üç nesneyle şeytanın yenildiği bilinir. Bunlar, aklın cesur askerlerindendir. Ama (değme) insanlar adam sayılmaz. Abid, zahid ve arifin ibadetleri ve durumları birbirlerinin katında uygun düşmez. Ancak sevenlerin katında uygun. Çünkü zahid ile abid (ibadet eden) dava ehli; sevenler(muhipler) ise mana ehlidir. [48]

 

  1. { Marifet Ve } Şeriat Makamları Bölümü

 [112b] Evliyalar kutbu [49]şöyle buyurmuştur: Kul, kırk makamda Yüce Tanrı’ya ulaşır. [50] Bunların on tanesi şeriat, on tanesi tarikat, on tanesi marifet, on tanesi ise hakikat üzerinedir. Birincisi imanı ispatlamak. Yüce Tanrı’nın buyurduğu gibi: “Allah’a, meleklerine, kitaplarına, elçilerine, ahiret gününe, kadere, hayrın ve şerrin Allah’tan olduğuna inanmaktır”. Kim “iman, ten üzerinedir” derse, hatalıdır. “Ruh üzerinedir” derse yine hatalıdır. Ariflere göre imanın akıl ile bilinmesi gerekir. Zahirde ise dil ve gönül ile bilinmelidir. Kim Tanrı’nın tekliğine kalbi ile tanıklık etmezse, o mutlak olarak kâfirdir. Dili ile söylemez, kalbi ile de onaylamazsa, o münafıktır. Yüce Tanrı’nın buyurduğu gibi: “Münafıklar, ateşin en alt derecesindedirler” [Kur’an, 4, 145 ]. Amel, imandan başka bir şeydir. İman, ibadettir. Ama her ibadet imana ulaşamaz. İsyan, küfürdür. Her isyan küfre varmaz. [51]

[113a] Rahmanın aslı, iman; şeytanın aslı ise kuşkudur. O, bir afettir. Ondan Tanrı’ya sığınırız. Çünkü iman, akla dayanır. Akıl, sultandır. İman, bedende onun (aklın) vekilidir. Sultan giderse, vekil de gider. Örneğin; iman, hazine; akıl, hazineyi koruyan kişi; şeytan ise hırsızdır. Hazinadar, hazinenin kapısından ayrılırsa; şeytan, hazinede ne varsa çalıp götürür. Başka bir örnek; iman, koyun; akıl, çoban; şeytan ise kurttur. Çoban, kuzunun yanından ayrılırsa, kurt, kuzuyu yer. Başka bir örnek; iman, süt; akıl, bekçi (korucu); şeytan ise köpektir. Bunların üçü aynı evde kalıyorlar. Korucu giderse, köpek sütü içer. İman, Tanrı’yı onaylamak, Tanrı’nın buyruklarını yerine getirmek ve O’nun uyardığı şeylerden uzak durmaktır. Tanrı’nın buyruklarını yerine getirmeyen, O’nun tekliğini onaylamamış demektir, inancı da tam değildir.

[113b] Her kul için üç yüz altmış melek görevlendirilmiştir. Bu melekler arasında, o kulun edepsizlik etmesi, o kişinin gaflet içinde oluşundan ve bu meleklere inanmadığından dolayıdır. Aynı zamanda Allah’ın kitabına inanman gerekir. Kişinin içinde büyüklenme (kibir), kıskançlık (haset), cimrilik, açgözlülük, öfke, dedikodu (gıybet), kahkaha ve maskaralık olsa, hangi kitap onun imanının eksiksiz (iman ehli) olduğunu kabul eder? Tanrı’nın velilerine inanmak (kabul ve tasdik etmek) imandır. Çünkü Yüce Tanrı’nın dostları, miskinliği kabul ettiler; ikiliği bırakıp tekliğe yöneldiler. Böylece kolay yolda yürüyüp gittiler. [52]

Peygamber (A.S.) “Bir gün tok oluyorum, iki gün aç kalıyorum” diye buyurmuştur. Bunun anlamı, Peygamber, bütün velilere, yasaklardan kaçınmalarını, doğru yolda yürümelerini, akıl ve dinin kötü gördüğü (münkerat) ve Allah’ın yasakladığı (menhiyat) ve şeytanın yaptığı şeylerden uzaklaşmalarını emretmiştir.

Ey iman edenler, [114a]Allah’a olan ibadetinizi yerine getirmeden ve Allah’a karşı şükrünüzü eda etmeden, helal ve haram şeylerden giyinmemeniz gerekir. Ey Tanrı’nın kulları, kendi özünüzü bilirseniz, bu kapı iman kapısıdır; Allah’ın rahmeti ve O’nun peygamberinin (A.S.) şefaati sizin üzerinize olur. Kendi özünüzü bilmezseniz, bu kapı ümitsizlik kapısıdır; Allah’ın gazabı da sizin üzerinize olur. Bazı inananlar, bütün ömürlerini Hakk’a giden kapıda ağlayarak geçirdiler; yolu ve aracı (vesileyi) ilk onlar buldular. Siz, Yüce Tanrı’dan korkmaksızın hayatınızı geçiriyorsunuz, Yüce Tanrı’nın emrettiklerini yerine getirmiyorsunuz, uyardığı şeylerden uzak durmuyorsunuz, inancınızda da kuşku vardır, Allah’a giden yolu bulamadınız ve öyleyse O’nun azabından kurtulamazsınız.

Şeriatın ilk makamı iman etmektir. Yüce Tanrı (Kur’an’ın birçok ayetinde “Ey iman edenler!” diye buyurur. İkinci makam, ilim öğrenmektir. Yüce Tanrı’nın buyurduğu gibi: “Öğretmekte ve derinlemesine incelemekte [114b] olduğunuz Kitap uyarınca Allah'ın istediği halis ve dindar kullar olun.” (K. 3/79). Üçüncü makam namazdır. Yüce Tanrı’nın buyurduğu gibi: “Namaz kılınız” (K.2, 110 ). Dördüncüsü oruçtur. Yüce Tanrı’nın buyurduğu gibi: “Ey iman edenler, oruç sizin için farz kılındı” (Kur’an ayeti değil, hadis olabilir? ). Beşincisi zekâttır. Yüce Tanrı’nın buyurduğu gibi: “Zekât veriniz” (K.2, 110 ). Altıncısı, yolculuğuna gücü yetenlerin Hacc’a gitmesidir. Yüce Tanrı’nın buyurduğu gibi: “Yolculuğuna gücü yetenlerin haccetmesi” (K. 3/97). Yedincisi, gaza (savaş) etmektir. Yüce Tanrı’nın buyurduğu gibi: “Allah yolunda en iyi şekilde gaza ediniz”. Sekizincisi, cenabete karşı gusüldür (yıkanmak). Yüce Tanrı’nın buyurduğu gibi: “Cenabet olduğunuz zaman temizleniniz” (Kur’an ayeti değil, hadis olabilir. ).[53] Dokuzuncu (dördüncü) makam, helal kazanmak, Yüce Tanrı’nın buyurduğu gibi: “…iyi ve güzel olanlarından yiyin” (K. 2, 57) ve faizi (riba) haram bilmektir. Yüce Tanrı’nın buyurduğu gibi: “Allah, alışverişi helal kıldı, faizi ise haram kıldı” (K.2,275 ). Onuncu(beşinci) makam, helal evlilik yapmaktır. Yüce Tanrı’nın buyurduğu gibi: “Kadınlardan sizin için uygun olanı nikâhınıza alın” (K.4, 20 ). Onbirinci (altıncı) makam; aybaşı (hayz), nifas (doğumdan sonra akan kan) ve itizâl (köşeye çekilme, inziva) durumlarında birleşmenin (cima) haram olduğunu bilmektir. Yüce [115a] Tanrı’nın buyurduğu gibi: “aybaşı (hayz) durumlarında kadınlardan uzak durun” (K. 4, 23 ). On ikinci (yedinci)makam, sünnet-i müekkede topluluğudur (cemaatidir). Peygamber (A.S.) şöyle buyurmuştur: “Toplu kılınan namaz, bireysel kılınan namazdan yirmi yedi derece daha üstündür.” On üçüncü makam (sekizinci), şefkattir. Peygamber (A.S.) “Şefkat, imandandır” diye buyurmuştur. [54] On dördüncü (dokuzuncu) makam, temiz yemektir (ve temiz giymektir’i atmış Fakih). Yüce Tanrı’nın buyurduğu gibi: “Size rızık olarak verdiğimiz temiz şeylerden yiyin” (K.2, 172). On beşinci (onuncu) makam, emr-i maruf’u (iyilik/doğruluk buyruğu) tutmak ve kötü eylemlerden uzak durmaktır (nehy-i münker). Yüce Tanrı’nın buyurduğu gibi: “İyiliği emrederler, kötülükten alıkoyarlar” (K.65,3 ). Doğrusunu Allah bilir.[55]

 

  1. Tarikat’ın Makamları Bölümü

Birinci makam, Pirden (Kâmil Şeyh) el alıp günahlarından tövbe etmektir. [Yüce Tanrı’nın] buyurduğu gibi: “Hepiniz Allah’ın ipine sımsıkı sarılın” (K. 3, 103). Yine Tanrı’nın buyurduğu gibi: “Nasuh tövbesi ile Allah’a tövbe ediniz” (K. 66, 8). Kul, kötü durumdan ve günahlardan dönerse, Yüce Tanrı onun günahlarını bağışlar. [115b]Yüce Tanrı’nın buyurduğu gibi: “O’na dönmeleri için tövbelerini kabul etti” (K. 9, 118). Ey Tanrı’nın kulları, yetmiş yılın günahlarının kefareti bir özürdür. Özrü (ve) tevekkülü (öne) alınız. Çünkü tevekkül ehlinin hataları az, yüzü ak olur. Özür dilemek, kuldan; kabul etmek Allah’tandır. Yüce Tanrı’nın buyurduğu gibi: “Kim Allah’a tevekkül ederse (dayanırsa), O, ona yeter.” (K. 65, 3). Şükretmek, kuldan; [rızkını] artırmak Tanrı’dandır. Yüce Tanrı’nın buyurduğu gibi: “Yalnız sabredenlere, mükâfatları hesapsız ödenecektir” (K. 39, 10). Özrünü bilip tövbe etmek, kuldan; kabul etmek, Yüce Allah’tandır. Buyurduğu gibi: “Ancak O, kullarının tövbesini kabul eder” (K. 9, 104). Cebbar ve Gaffar olan Yüce Tanrı, şöyle buyurmuştur: “İnsanoğlu bir günah işlerse, iki yüz yıl –başka bir rivayete göre yetmiş yıl– ağlamadığı sürece onun tövbesini kabul etmem. Günahkâr olanlarınız bana tövbe etsinler, ben kabul edeyim. Çünkü tövbeleri benden başka kabul edecek kimse yok, benden başka bağışlayıcı kimse yok.” [56]

[116a] Tarikatın ikinci makamı, mürit olmaktır. Yüce Tanrı’nın buyurduğu gibi: “Bilmiyorsanız, bilenlere sorun” (K. 21, 7). Mürit (talip), üç türlü olur. Birincisi mutlak mürittir. İkincisi mecazi mürittir. Üçüncüsü mürtet mürittir. Mutlak mürit, bütün durumlarda kin tutmayan (buğz etmeyen), kanıt (hüccet) getirmeyen ve el alıp onun aracılığıyla tövbe ettiği piriyle (şeyhle) tartışmayan mürittir. Mecazi mürit, zahirde (dışından) pirin dileğinde, batında (içinden) ise kendi dileğinde olan mürittir. Mürted mürit ise, pirini farklı bir durumda gördüğünde yüzünü çeviren mürittir.

 

Üçüncü makam, saçını kesmektir. Yüce Tanrı’nın buyurduğu gibi: “başlarınızı tıraş etmiş ve saçlarını kısaltmış olarak, korkmadan Mescid-i Haram’a giriniz.” (K. 4, 27).

Dördüncü makam, mücahede (nefsiyle savaşmak) ve yanmaktır. Yüce Tanrı’nın buyurduğu gibi: “yakıtı insan ve taş olan…” (K. 2, 24).

Beşinci makam, hizmet etmektir. (Peygamberin) buyurduğu gibi “Hizmet edene hizmet edilir”.

[116b] Altıncı makam, korkudur. [57]

Yedinci makam, ümit etmektir (reca). Yüce Tanrı’nın buyurduğu gibi: “Allah’ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin”. (K. 39, 53).

Sekizinci (makam); hırka, zembil, makas, seccade, ibret, hidayet ve yüceliktir (izzettir). [58]

Dokuzuncu makam; makam sahibi, topluluk (cemiyet) sahibi, öğüt sahibi ve sevgi sahibi olmak.

Onuncu makam; aşk, özlem (şevk), safa ve yoksulluktur (fakr). Peygamber (A.S.), “Yoksulluk, övüncümdür” diye buyurmuştur. [59]

On birinci makam, candır (ruh). Can, cana dokunursa, sevgi ve zevk ortaya çıkar. Bunda şaşılacak bir durum yoktur.[60]

 

  1. Marifet’in {Ve Tarikat} Makamları Bölümü

Birinci makamı, edeptir.

İkinci makamı, korkudur.

Üçüncü makamı, kanaattır.

Dördüncü makam, sabırdır.

Beşinci makam, hayadır (utanma).

Altıncı makamı, cömertliktir.

Yedinci makamı, ilimdir.

Sekizinci makamı, miskinliktir.

Dokuzuncu makamı, marifettir.

Onuncu makamı,[117a] kendini bilmektir. [61]

Hakikatin ilk makamı ise, topraktır. İkincisi, yetmiş iki milleti ayıplamamaktır. Üçüncüsü, elinden geleni engellememektir (yapmaktır). Dördüncüsü, yaratılmışların (mahlûk), kendisinden ve eylemlerinden güven içinde olmasıdır. Beşincisi, konuğa ikramda bulunmaktır. [62]

 Altıncısı, hakikat sırlarından (esrar-ı hakikat) söyleşmektir. Yedincisi, seyirdir. Sekizincisi, sırdır. Dokuzuncusu ,yakarıştır (münacat). Onuncusu, müşahededir. [63]

Yüce Tanrı, insanoğluna dört göz vermiştir; iki baş gözü, iki de kalp yahut gönül gözü. Baştaki iki gözle, yaratılmışları; gönüldeki iki gözle ise Tanrıyı görür. [64] Çünkü sevginin nedeni yaratıcıdır. Özlem, gönlün içinden ateş gibi ortaya çıkar, bedenin içine girip yayılır. Bu görüntüden (suretten) hareket ortaya çıkar. Bu hareket, yaratıcının dostluğu içindir ve helaldir. Beden, canın (ruhun) binittir (hımar/merkep). Safa ve özlem anında [117b] can ne yaparsa, beden de aynısını yapar. İkisi de dünyayı isterse, hayvanlar gibi olur. Yüce Tanrı’nın buyurduğu gibi: “İşte onlar hayvan gibidirler, hatta daha şaşkındırlar.” (K. 7, 179). Ahireti isteyenler, umut (reca) ve korku (havf) ehlidir. Mevlâ’yı isteyenler ise müşahede ehlidir. Gönül gözü olmayanların {gönülden} [Hak’dan] haberleri olmaz. Çünkü şeker yemeyen, onun niteliklerini duymakla tadını bilmez.[65] Can’ın üç çeşidi açıklandı. Dördüncü can marifettir. Can ise bostandır. Marifet onun suyudur. Susuz bostan için su ne kadar faydalıysa, marifet de can için o kadar faydalıdır. Yüce Tanrı, kulları için iki bostan yaptı. Birincisi din, ikincisi iman bostanı. Marifet suyu, gönül gözünden akar ve sulama yapar. [66] Bu bostanın içine bekçi koymuştur. Kim bostan ekerse, önce duvar (ip?) çeker, sonra toprağı düzenler, [118a] sonra çeşitli nimetler eker. Sonra onu sular, sonra yabancı otları ayırır. Sonra, ürünler oluncaya kadar oraya bir kuru kafa (korkuluk) diker. Ürünleri alınca, korkuluğu alıp mağaraya atar. Sonra bostanın ürünlerini akrabaları ve dostlarıyla birlikte yer ve Yüce Tanrı’ya şükreder. Yüce Tanrı, “Ey kullarım, size din bostanı ve iman bostanını ben verdim; inayetimle onu korudum, çevresine rahmetimle duvar ördüm. Gönüllerinizi miskinlikle yumuşattım. Gönlünüzde tevhid (birlik) ağacı yeşerttim. Tevhid ağacında hakikat meyvesini bitirdim. Marifet suyuyla suladım. Yabancı otlar ve dikenlerden ayıkladım. Günahlarınızı bağışladım. [67] Kıyamet günündeki afta, kendi faziletim ve kerametimle ve sizin kulluğunuz sayesinde günahlarınızı mağaraya atarım, sizi cennetimin katlarına alırım,

[118b] Bütün dünya halkı (beni) görür, siz de mutlu olursunuz” diye buyurmuştur.

 

  1. Marifet Bölümü [68]

Âlemin kutbu, “Gönül bir şehirdir” diye buyurmuştur. Yüce ve kutlu Tanrı, arştan toprağın altına kadar ne yarattıysa gönülde vardır, cinan (cennetler) bile. Bu şehirde iki sultan vardır. Birincisi rahmanî, ikincisi şeytanîdir. Rahmanî sultanın adı akıl, onun vekili (naibi) iman, güvenlik başkanı (subaşı) ise miskinliktir. Yürekte   yedi kale vardır.[69] Her kalenin bir koruması/muhafızı (dizdar) vardır. Birinci korumanın adı ilimdir. İkincisi cömertlik, üçüncüsü utanma (haya), dördüncüsü sabır, beşincisi kanaat, altıncısı korku, yedincisi ise edeptir. Her dizdarın/korumanın yüz bin hizmetkârı (hadim) vardır. Bunların hepsi koruyucu ve bekçidir. [70] Yüce Tanrı’dan marifet dilediğimizde, marifet beş hil’atla (giysi) birlikte geldi.

Birinci hil’at ilham, ikinci hil’at anlamak (fehm), üçüncü hil’at aşk,[119a] dördüncü hil’at özlem (şevk), beşinci hil’at sevgidir (muhabbet). Bunlar canın içine konmuştur. Canı (bunlar) diri kıldı, akla uygun geldi ve geleni gideni anladı. Çünkü her şey canla diri olur. Can marifet aracılığıyla dirilir. Marifetli can, peygamberlerin ve velilerin canıdır. [71] Marifetsiz can, hayvanların canıdır. Ölüm {üç}[iki] türlüdür. Bazılarının bedeni ölür, bazılarının canı ölür. Bedeni ölen, âşıktır. Yüce Tanrı’nın buyurduğu gibi: “Allah yolunda öldürülenleri sakın ölü sanmayın. Aksine onlar diridirler; Rableri yanında…” (K. 3/169). Canı ölenin ise, teni hayattadır; kendisi hastadır, kalbi ölmüştür. Yüce Tanrı’nın buyurduğu gibi: “Kalplerinde hastalık vardır. Allah onların hastalığını artırmıştır.” (K. 2/10). [72]

Ve Yüce Tanrı, kullarına şöyle buyurur:

“Ey kullarım,[gördüğünüz her nesneyi gözle mi sanırsınız? Ve yahut söylemekliği dil ile mi sanursız?] Duyduğunuz her şeyi kulağınızla duyduğunuzu mu sanırsınız?[119b] Yürüyüşünüz ayaklarınızla mı? Bağışlanmanız (mağfiret) ibadetlerinizle mi? Ve azabınız günahlarınızla mı sanıyorsunuz? [Veya yanmayı od ile mi sanursınız?] Aksine hepsi benim inayetimledir. Âdem’e cennette bir azap verdim ki o azap ateşte bile yok. İbrahim’e ateşte bir gülistan yaptım ki onun benzeri cennette bile yok. [73]Bin bin (bir milyon) âdemi bağışladım ki hiçbirisinin zerre kadar ibadeti yoktu. Ben her şeye kadirim. Dilediğimi ağlatır, dilediğimi güldürürüm. [74] Yüce Tanrı’nın buyurduğu gibi: “Ben, sizin bilmediklerinizi biliyorum.” Benim inayetim korku (havf) ile ümit (reca) arasındadır.[75]

Can da üç türlüdür: Birincisi bedeni diri tutar(cismani). Bedene dikenin battığını ve kılın çekildiğini duyurur. İkinci can, yemek ve içmektir. Susayana ve acıkana (susadığını ve acıktığını) bildirir. Üçüncü cana revan(hareket eden, ruhani) derler. Beden uyursa, revan uyanık kalır. [76] uyku, bazıları için beden rahatlığı,[120a] bazıları içinse can rahatlığıdır. Cana göre beden, hayvanlar gibidir. Çünkü can, bedene biner. Beden de canın binek hayvanıdır (merkebi). Beden sıcağı ve soğuğu can aracılığıyla bilir. Hayvanlar da evin yolunu bilirler ve yollarını kaybetmezler. Ancak Hak yolunu bilmezler. Çünkü onların gönül gözleri (açık değildir), görmez. Allah’ın yolunda yürümeyenler, hayvanlar gibidir. Marifet özel bir nasiptir. Marifeti isteyen kişiye, Allah ağzından ve dilinden çeşitli haberler verir, o da onları duyar...[77]

Yahya b. Ma’âz (er-Razi ö.875) -Allah’ın rahmeti onun üzerine olsun- şöyle demiştir: “Benim gönlüm, dünyadan ve ahiretten daha üstündür. Çünkü dünya mihnet yurdu, ahiret nimet yurdudur, gönlüm ise marifet yurdudur. Marifet, dünyadan ve ahiretten daha üstündür.”

Dünya, yedi kattır. İnsanın bedeni de aynı şekilde yedi kattır: Deri, et, kan, damar,[120b] Sinir, kemik ve yağ (ilik?). Bunlar yedi kattır.

Dünyada üç türlü ateş [78] vardır: Yemek pişirilen ateş, yıldırım (bark) ateşi ve cehennem ateşidir. Bedenin içinde de üç çeşit ateş vardır: Mide ateşi, şehvet ateşi ve aşk (muhabbet) ateşidir. [79]

Dünyada dağlar, bedende kemikler vardır. Dünyada köyler var, bedendeki organlar da köylere benzer. [80]

Dünyada su kaynakları var; gözyaşı, tükürük ve sümük de su kaynaklarına benzer. Dünyada ağaçlar var, parmaklar da ağaçlara benzer. Dünyada otlar var, bedendeki kıllar da otlara benzer. Dünyada dört çeşit su vardır: Birincisi duru, ikincisi acı, üçüncüsü kuyu ve dördüncüsü yer suyudur (akarsu?). Bedenin içinde de ağız suyu, duru su; gözyaşı suyu, acı su; kulak suyu, kuyu suyu; burun suyu da yer suyudur. [81] Dünyada mümin (inançlı) ve kâfir (inançsız) vardır. Bedende de ilham, mümine; vesvese (kuruntu) da kâfire benzer.

Dünyada [121a] Dört çeşit yel (rüzgâr) vardır: batı rüzgârı (debur), saba rüzgârı, güney rüzgârı ve kuzey rüzgârıdır. Bedende de dört çeşit yel (rüzgâr) vardır: Birincisi cezbe yelidir. [İkincisi] hazime (hazmettiren) yelidir, yemeği midede korur. Üçüncüsü dafia (def eden) yelidir. [Dördüncüsü] kasime (bölen/üleştiren) yelidir. Gönül bir şehir, beden ise kale gibidir. Göğüs içi kalabalığı, pazardaki eşyalara benzer. Böbrek, ciğer ve dalak, dükkânlara benzer. Doğruluk (sıdk), ikrar, sebat, irade, riyazet, özlem (şevk), zevk, sevgi (muhabbet), korku (havf), ümit (reca), yakin (bilme) ve tevekkül kumaşlara ve metalara benzer. İman, cevhere; akıl, mescide; marifet ise arşı, kürsîyi ve ferşi aydınlatan lambaya benzer.[82] İman, sermayeye; diğer ibadetler, metalara; gözler ise teraziye benzer.

[121b]İmanı olmayanın sermayesi yoktur. İki çeşit göz vardır: Birincisi zahiri göz, ikincisi bâtıni gözdür. Bâtın gözüyle görene ne mutlu. Onun terazisi ağır basacaktır. [83]Gök ve yer vardır; sırt göğe, ayaklar ise yere benzer. Arş’ın göğü taşıdığı gibi, sırt başı taşır; sırtı ise ayaklar taşır. Bedendeki akıl, gökteki aya benzer. Marifet kitaplara benzer.[84] İlim ise yıldızlara benzer. Dünyada iki deniz vardır: Tatlı deniz, acı deniz. İkisi de aynı konumdadır ancak biri diğerine karışmaz. Yüce Tanrı’nın buyurduğu gibi: “İki denizi birbirine kavuşmak üzere salıvermiştir.” (K. 55/19). Gözyaşı, acı deniz; ağız suyu ise tatlı denizdir. İkisi aynı evdeler, ama karışmazlar. Çünkü göz, yağdır ve tuza muhtaçtır. Gözyaşı acı olmasaydı, göz kokardı.[122a] gözbebeği suyu tatlı olmasaydı, göz görmezdi. Dünyada bulut ve yağmur var. Üzüntü (gam) buluta benzer, gözyaşı da yağmur gibidir. Gönül ise kuşa benzer.[85] Dünyada pınarlar var. Bedende de aynı şekilde süt {sevda}, safra, kan ve balgam var. Dünyada sultanların başında taç, sırtında giysi ve hil’at var. İnsanda da tevhit, taçtır; İslam hil’âtıdır..[86]

Hikâye:

Bir gün (Hz.) Ali’ye –Tanrı O’ndan razı olsun ve yüzünü onurlu kılsın- (Radiyallahu anhu ve kerreme’llahu vechehu) [87] “Tanrı’yı görüyor musun ki O’na tapıyorsun?” diye sordular. “Görmeseydim, O’na tapmazdım” diye yanıt verdi. [88]

Cennette Tûbâ ağacı var. Cennette her inanan (mümin) için bir “makam var. Her makama bu ağacın bir dalı-budağı girer. Bedende de iman nuru aynıdır; bütün damarlara girer. [89] Ve dünyada dört tür yel havası var. Kış yeli havası, yaz havası, [122b] ilkbahar havası, güz havası. Sağlık, ilkbahar havasına; hastalık, kış havasına, gençlik, yaz havasına; yaşlılık, güz havasına benzer. Dünyada âlimler vardır. Bazıları fıkıh âlimi, bazıları tefsir âlimi, bazıları hadis âlimidir. Bazıları beyan ilmini bilir. Bazıları mantık ilmini bilir. Bazıları ise geometri ilmini bilir. Ağız da acıyı ve tatlıyı bilir; göz görmeyi bilir; dil konuşmayı bilir; burun koklamayı bilir; kulak işitmeyi bilir; organlar gönlün emrettiğini yapar. Dünyada düşmanlar ve savaş var. Nefis de düşmandır. Onun isteklerine karşılık vermemek savaştır. [90] Hak’tan dönmek, putlara tapmaya benzer. Açgözlülük (tamah), muhalefet etmeğe benzer. Dünya işleriyle oyalanmak, aslana benzer. Hem sözde hem davranışta öfke (gazap) ve yoldan çıkaranlar (mugalata ehli), [123a] kurda benzer. Kötü ahlaklılar, domuza benzer. Şehvete düşkünler, hayvanlara benzer. Somurtmak, yılana benzer.[91] Gökte Beytu’l-ma’mûr var, yerde Ka’be var. Beytu’l-ma’mûr’u Kerrûbîler (Tanrı’nın yakınındaki büyük melekler) ve (diğer) melekler tavaf eder.[92] Gönül ise Yüce Tanrı’nın baktığı (nazar ettiği) yerdir.[93] İnsanlar, ayaklarıyla [94]Ka’be’ye yürürler. Âşıklar, gönlü isteyen yüzleriyle yürürler.[95] Yoldan taşları ayıklamak, Ka’be’de Arafat’ın ortasında taş atmaya benzer. Nefsin isteklerini öldürmek, Mekke’de kurban kesmeye benzer. Günahlarından tövbe etmek ve pişmanlık duymak; kalan ömrünü Safa ile Merve arasında yürümeğe benzer. Mağfiret dileğinde bulunup yürümek, Ka’be’yi tavaf etmeye benzer. Sükûnetle yürümek, Arafat’ta yürümeğe benzer.[96] Hac ziyaretinde bulunanların ihramı var. Beden, aile ve akrabalar da ihram gibidir. Dünyada mezarlar var. Burun delikleri de mezarlara benzer. [123b] Burun delikleri iki türlüdür. Bir delik beyne (dimağ) gider; bir delik boğaza gider. Mezarlar da iki türlüdür. Bir mezar, cennet bahçelerinden bir bahçeye; bir mezar da ateş çukurlarından bir çukura gider. Peygamber (A.S.) “Mezar cennet bahçelerinden bir bahçe ya da ateş çukurlarından bir çukurdur” diye buyurmuştur. Dünyada gayipler var. Cennet, ateş (cehennem), arş, kürsi, levh, kalem, melekler, öküz ve balıktan da söz edilir. Ancak bunlar da gayiptir.[97] Dünyada, başları gökte, kökleri toprakta olan ağaçlar var. Başı gökte, kökü yerde olan marifet de ağaçlara benzer. Yüce Tanrı’nın buyurduğu gibi: “…kökü (yerde) sabid, dalları gökte olan ağaç…” (K. 14/24). Marifet ağacının temeli/dibi tevhid, içi iman, aslı yakınlık, kökü tevekkül, dalları kötülükten uyarmak (nehy-i münker), suyu korku ve ümit (havf ve reca), [124a] meyveleri ise ilimdir.

Marifet ağacının beş büyük dalı vardır. Birincisi özlem (şevk), ikincisi sevgi (muhabbet), üçüncüsü inabet (Allah’a dönmek), dördüncüsü irade (istek), beşincisi yakınlıktır. Dünyada yöneticilerin bazıları adaletli, bazıları ise zalimdir. Her biri, başkasıyla savaşır. Bedende de akıl ve arzu (heva) vardır. Akıl askeri her gün arzu askeriyle savaşır. [98]Akıl askeri, arzu askerini yenerse, Yüce Tanrı’nın huzurunda değerli olur. Çünkü Yüce Tanrı, kullarının tedbirindedir. Beden de canın tedbirindedir. Dünyanın varlığı (kevn), ruh iledir. Bedenin varlığı da ruh iledir. [99]

Yüce Tanrı’nın varlığı bilinir, niteliği bilinmez. Namazın durumu da Ahmed’in harflerine dayanmaktadır. “Elif”, kıyama benzer; “ha”, rükûa benzer; “mim”, sücuda benzer; “dal”, tahiyyata benzer. Çocukluk durumu da sabah namazına benzer; ergenlik durumu, öğle namazına benzer; gençlik durumu,[124b] ikindi namazına benzer; yaşlılık durumu, akşam namazına benzer; ölüm durumu ise yatsı namazına benzer. Muhammed Mustafa, (A.S.) başparmağa benzer; Ebubekir, işaret parmağına benzer; Ömer, orta parmağa benzer; Osman, yüzük parmağına benzer; Ali, serçe parmağına benzer.[100] Uyuyup uyanmak, ölüp dirilmeğe benzer. [101] Yüce ve Kutlu Tanrı şöyle buyurmuştur: “Ey kullarım! Bana sorarsanız, yere bakın, yaptığımı görün; gökyüzüne bakın, ferasetimi görün; meleklere bakın, sırrımı görün; dağlara bakın azametimi görün; denizlere bakın, hazinemi görün; kıyamete bakın, heybetimi görün; cennete bakın, nimetimi görün; Kur’an’a bakın, menşurumu görün; âlimlere bakın, hazinemi görün. Sizin için türlü türlü nimetler yarattım.”[102] Ey Tanrı’nın kulları, biliniz ki [125a]Yüce Tanrı sizi yarattı. Göklerde ve yerde ne varsa sizin için yarattı. Gökler, örtünüz; yeryüzü, döşeğiniz; ay, lambanız; meyveler, nimetiniz; hayvanlar, binitiniz; melekler, hizmetkârınız; cennet, makamınız; huriler, eşleriniz; Rıdvan, kapıcınız; Ka’be, kıbleniz; Kur’an, rehberiniz; Muhammed Mustafa (A.S.), şefaatçiniz; Ayşe, ananız; [103] bayram günleri, sevinç günleriniz; Cuma günü, bayram ve mağfiret gününüzdür. Yüce Tanrı şöyle buyurmuştur: “Siz benimsiniz, ben de sizinim. Beni isterseniz, bulursunuz. Ben size, canınızın bedeninize olan yakınlığından daha yakınım. Ben kalbinizden daha yakınım.[104] Pes her kim bu ilmi bilse hakikatdür ki kendözünü bildi. ”Yüce Tanrı’nın buyurduğu gibi: “Biz ona, şah damarından daha yakınız” (K. 50/16).

 

  1. Âdem (A.S)’ın Yaratılışı Bölümü

Peygamber (A.S.), şöyle buyurmuştur:[105] Yüce Tanrı, Âdem’i(n yüzünü) Medine toprağından yarattı. Kulaklarını, [125b] Tûr-i Sina toprağından yarattı. (Başını Beytül Mukaddes toprağından yaratdı.) Yüce Tanrı, onun gözlerini Beytu’l-Harâm’ın toprağından yarattı. (Kulağını Tur-i Sina toprağından yaratdı.) Burnunu, Dimaşk (Şam) toprağından yarattı. Sakalını, cennet toprağından yarattı. Çenesini (alnını), Medine’nin batı tarafının toprağından; burnunu (ağzını) Medine’nin doğu tarafının toprağından; yanağını (dudaklarını), Ber[ber]iyye toprağından; dilini, Buhara toprağından; dişlerini, Harzem toprağından; boynunu, Çin mülkünün toprağından; (Kolların Yemen- Taif toprağından yaratdı Sağ elini Mısır toprağından yaratdı. Sol elini Pars toprağından yaratdı. Dırnaklarını Hıtay toprağından yaratdı. ) parmaklarını, Sistan toprağından; göğsünü, Irak toprağından; (Arkasını Hemedân toprağından yaratdı.) penisini, Hindistan toprağından; (Uylukların Türkistan toprağından) hayalarını Kostantiniye (İstanbul) toprağından;[106] bacağını, Antalos [107] toprağından; topuğunu ise Rum (Anadolu) toprağından yarattı. Sonra kendi kudretiyle ona can verdi ve gözlerini, ibret nuruyla; dilini, zikir nuruyla; dişlerini, Muhammed Mustafa nuruyla; karnını, ilim nuruyla; dizini, rükû nuruyla; ayağını ibadet nuruyla; ellerini, cömertlik (sehavet) nuruyla; kalbini, [126a] Tevhit nuruyla süsledi.[108] Yüce Tanrı, Âdem’in toprağını Azrail’e verdi. Azrail, onu rahmet suyuyla yoğurdu; marifet nuruyla çarptı (depti).Yüce Tanrı, insanoğlunu altmış tür topraktan yarattı. Tek türden yaratılmış olsaydı, hepsi aynı çeşit olurlardı ve birbirlerinden ayırt edilmezlerdi. [109]

Yüce Tanrı, Âdem’i, Mekke ile Yemen’in Taif’i arasında yarattı.[110] Meleklere, onu rıza suyu ile yıkamalarını emretti. Onu yıkadılar, başına izzet tacını koydular ve keramet giysisini (hil’atını) giydirdiler. [111] Âdem aksırdı, “Âlemlerin Rabbi [112] olan Allah’a hamd olsun (elhamdu lillahi rabbi’l-âlemin ala kulli halin) dedi. Yüce Tanrı, “Yerhamuke [rabbuke] yâ Âdem” ([Allah] sana rahmet etsin ey Âdem) diye buyurdu. Yüce Tanrı, “İzzetim ve celalim adına, bu kelimenin? yücelmesi için seni yarattım.” diye buyurdu. Gökyüzüne bakmasını emretti. Baktı; arşın üzerinde “lâ ilahe illallah Muhammedün resulullah (Allah’tan başka tanrı yoktur, Muhammed O’nun elçisidir)” yazılmış olduğunu gördü. Âdem (A.S.) şöyle dedi: “Ey Tanrım! La ilahe illallah, senin adındır. Muhammedün resulullah,[126b] kimin adıdır?” Yüce Tanrı buyurdu: “Bil ki o, benim habibimin (sevdiğimin) adıdır. Senin oğlunun adıdır.” Yüce Tanrı, onun hazretine (huzuruna) ruhları sundu.[113]

Mümin ruhları sağ tarafa, kâfir ruhları da sol tarafa sundu. Yüce Tanrı, “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” diye buyurdu. Hak ehli olanlar, kulak olmadan işittiler, dil olmadan konuştular. Bazıları “evet (belî)” dediler, bazıları “hayır (lâ)” dediler, bazıları ise sessiz kaldılar. Yüce Tanrı, tekrar “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” diye buyurdu. “Evet” demiş olan bazıları “hayır” dediler, bazıları sessiz kaldılar, bazıları ise “evet” dediler. “Hayır” demiş olan bazıları “evet” dediler, bazıları sessiz kaldılar, bazıları ise yine “hayır” dediler. Sessiz kalmış olanların bazıları “evet” dediler, bazıları “hayır” dediler, bazıları ise sessiz kaldılar. İki defa “evet” diyenler, İslam’la yaşadı, İslam’la öldüler. İki defa “hayır” diyenler, küfürle yaşadır, küfürle öldüler. Önce “hayır”, sonra “evet” diyenler, küfürle yaşayıp,

[127a]İslam’la öldüler. Önce “evet”, sonra “hayır” diyenler, İslam’la yaşayarak, küfürle öldüler. Bundan Allah’a sığınırız. O kimseler, hayvanlar gibidir. Yüce Tanrı’nın buyurduğu gibi: “İşte onlar hayvanlar gibidir; hatta daha da şaşkındırlar.” (K. 7/179). Bunları görüp duyduğu halde anlamayan veya insanlar gibi yaşamayan, hayvanlardan daha şaşkındır. [114]

Yüce Tanrı, Âdem’in sol kaburgasından Havva’yı yarattı. O da doksan batında çocuk doğurdu. Âdem, kendi varlığını Şît’e verdi. Onun doksan oğlu ve doksan kızı oldu. Bütün insanoğulları onlardan ortaya çıkarlar. On oğlan ve on kız bıraktı. Hemme, Vedde, Suvâ’, Yagûs, Ya’ûk, Nesren, Abdunnasr, Habil, Kabil ve el-Mâ’(Salih).[115]

Kadın ile erkek bir araya gelirse, arştan bir esinti gelir, [avretin göğsüne dokunur. Ol ikisi suyı kılların dibine surer dağıdur] [127b] Bu soğukluk, annenin rahmine iner. [116] Yüce Tanrı’nın emriyle iki melek gelir, onun mezarından bir avuç toprak alırlar ve bu iki suyla karıştırırlar. Sağ elleriyle kırk gün yoğururlar. Harekete geçer ve pıhtılaşmış kan (alek) olur. Sonra sol elleriyle kırk gün yoğururlar, embriyo (mudga) olur. Sonra sağ elleriyle tekrar kırk gün yoğururlar, sonra bırakırlar ve kırk gün saklarlar. İlk önce yan kemikleri yaratır. Öldükten sonra da yan kemikler, diğer organlardan daha geç toprağa dönüşür. İkinci gün, şehadet parmağını yaratır. Üçüncü gün, sol kolu ile birlikte başını yaratır. Dördüncü gün, ellerini yaratır. Beşinci gün, sol ayağı(nı) yaratır. Altıncı gün sağ ayağını yaratır,[117] damarlarını.. Bazıları hareketli, bazıları hareketsizdir. Yarısından kan, yarısından ise [128a]yel olur. Hareketsiz olursa, damarlarda hastalık olur. Sekizinci gün yüz kırk kemik (yaratır). Dokuzuncu gün yüz bin ve yirmi[dört] bin kıl yaratır. Sonra Yüce Tanrı, dört melek verir. Birisi onun ecelini yazar. Birisi rızkını yazar. Birisi yaşantısındaki bahtını yazar. Birisi ise başına gelecek olayları yazar. Onuncu gün, onun içine can girer. Beş ay tamamlanınca, hareket etmeye başlar. Yüce Tanrı, annenin sırtını çocuk için mihrap yapmıştır. Secde eder. Anne, kuru ve tazeyi bu secdenin bereketiyle yer.[118]

Çünkü insanoğlunun bu yüceliği can ve akıl nedeniyledir.[119]

Akıl, dört tür nurdandır. Birincisi ay nurundan, ikincisi güneş nurundan, üçüncüsü sidretü’l-müntehâ nurundan, dördüncüsü ise arş nurundandır. [128b] Çünkü görüntüde (surette) akıl sultandır, gönülde ise rahatlıktır. Bir haberde “Yüce Tanrı, karanlığı üç nesneyle aydınlatır” diye gelmiştir. Dünyanın karanlığını güneş, ay ve yıldızlarla (aydınlatır). Âdem’i [de üç] karanlıktan yarattı, üç nesneyle aydınlattı. Birincisi akıl nuru, ikincisi ilim nuru, üçüncüsü marifet nuru. Çünkü marifet güneşe benzer, akıl aya benzer, ilim ise yıldızlara benzer. Ay ile güneş, doğar ve batar; ilim de okunur ama her okuyanın gönlünde kalmaz. Marifet ise, Müslüman’ın gönlünde olursa, yok olmaz. [120] Gönülde, akılla birlikte sekiz Rahmani kale vardır. Her kalenin yüz bin burcu vardır. Marifet [güneşi] bütün burçlara doğar ve hiçbir burç yoksun kalmaz. Gönülden doğan nur, arşın ötesine gider. Yüce Tanrı şöyle buyurmuştur: “Muradınız cennettir. Koruyucunuz Rıdvan’dır.

[129a] Hiçbir şeyiniz harap olmaz. Marifetli gönlün koruyucusu benim. Şeytan ona egemen (muzaffer) olamaz. Çünkü o benim bakış (nazar) yerimdir.[121] Buyurulduğu gibi “İlim yıldızlara benzer. İnsanlar, ayaklarının yolunu görürler. İlim sahibi olan ise, Hakk’ın yolunu görür.” Yine buyurulduğu gibi: “İlim ayna gibidir. Aynaya bakan, kendisini görür. İlme bakan ise, görüntüsünü (suretini) görür. Yani mümin, kendi kusurunu görür, başkalarının kusuruna bakmaz. Gökyüzünde (bir) illet olursa, [122] insanlar yollarını görmezler. Aynı şekilde ilmi, aklı ve marifeti olmayan da Hak yolunu görmez. İlim sahibi olan kişi, annesinden ve babasından daha erdemlidir. Ona ikramda bulunmak gerekir. Çünkü anne ve baba, çocuklarını dünyanın belâlarından korur. Âlim ise anne ve babasını [123]ahiretin belalarından ve cehennem azabından korur. Yüce Tanrı, “Ey kullarım, yakında da uzakta da benimle birliktesiniz. Çünkü ben size kendinizden daha yakınım. Kim beni kendisine yakın bilirse, yoksun olmaz.” diye buyurmuştur.

[129b]Kimin giysisi miske yakın olursa, miskin kokusu onun üzerinde kalır. Kim ilme yakın olursa, öğrenmekten yoksun olmaz. Kim Hakk’a yakın olursa, kuşkusuz duası kabul olur. [124] İnsanoğlunun üç düşmanı var: Birincisi arzu (heva), ikincisi sapkınlık (dalalet), üçüncüsü yalan. Bu üç tanesi, insanları doğru yoldan çıkartır. [125] Arzu (heva) isteği; zenginlik ve sultanlıktır. [126] Yalan isteği; maskaralık, kahkaha ve kendi kusurunu görmemektir. [127]

Bil ki mümin; kendini bilen, Rabbinden korkan, Yüce Tanrı’nın buyruklarını yerine getiren, O’nun yasakladığı şeylerden sakınan, sözü ve davranışı şeriata uygun olan, şeriata aykırı olmayan ve âlimlerle şeriat ehlini kınamayan kişidir. Günahları arzulayanın matlubu ateştir, onu ister. Rabbine hizmet etmeyi arzulayanın matlubu ise [130a]Cennettir, onu ister. Bil ki büyüklenmek (tekebbür) şeytanın işidir. Büyüklenen, şeytanın ta kendisidir. Mümin; eziyete tahammül eden, nefsi yumuşak olan (halimü’n-nefs) ve diğer organları onların hizmetinde olduğu halde dilini bütün kötü sözlerden, saçmalıklardan, yalanlardan, gıybetten, ahlaksız sözlerden (fuhş), iftiralardan (nemime) ve suçlamalardan (buhtan) arındıran kişidir. Zahiri (davranışları) şeriata aykırı olan, itikat sahibi de olsa, o bidattir ve Hak’tan uzaktır. Zahiri (davranışları) şeriata uygun olan ise, şeriatın hükümlerine göre o mümindir ve mesuttur. Bağışlayıcı Tanrı’nın yardımıyla sona erdi. [128]

“…veka’a’l-feragu ‘an ketbihi fî vakti’d-duhâ fî yevmi’l-Cum’a fî şehri Ramadânmuerreheten sene selâseâşer ve seb’umâye, kadketebehu’l-fakîri’l-hakîri’d-da’if el-hanîf el-muznib el-muftekirila’llah … Fakih bin Hassân mutemekkinenbi-karyeti Elken fî vilâyeti Turgud afallahuanhuma.”

(yedi yüz on üç senesinin (1314-5) Ramazan ayında Cuma günü kuşluk vaktinde yazma işi sona erdi. Turgut vilâyetinin Elken köyünde ikamet eden Allah’ın rahmetine muhtaç olan günahkâr kul Fakih bin Hasan tarafından yazıldı.)

 

 

 

[1] Radikal Gazetesi, 17, 20, 24 Mart 2010

[2] Yeri gelmişken söyleyelim; Menakıbname’lerde adı geçen -Hacı Bektaş Veli dahil-, “Hacı” lâkaplı kişilerin Mekke Hacılığıyla ilgisi yoktur; 11.yüzyılın sonlarından itibaren Suriye’de, Rum Diyar’ında (Anadolu) gezgin batıni Dai’lerine halkın arasında “Hacı” denildiğini tarihçi Urfalı Mateos yazmaktadır.

[3] Haz. Doç. Dr. Osman Eğri, İlm-i Cavidan Virani Baba, Türkiye Diyanet Vakfı, Ankara, 2008.

[4] Haz. Dursun Gümüşoğlu, Sadık Abdal Divanı, Horasan Yayınları, İstanbul, 2009.

[5] Osmanlı İmparatorluğunda Oymak, Aşiret ve Cemaatlar, İstabul-1979, s.239-40

[6] Bu açıklama, Bektaş =Bek-daş’ın “Tanrıyla eşit-eşdeğer, ” anlamına geldiği görüşüyle tıpatıp uyuşmaktadır.

[7] Ki ol sultanın ismi Hacı Bektaş

Nedir Bektaş anı bil olma şâsi

Berâber dahi bir olmak demektir

Ulûhi bildirir hem bî-te’âti

Hakk’ın aynı kelâmıdır anın buyurduğu erkân

Ol erkâna olan mâhir olardır bil şerif a’lâ (s. 57-58)

Ol Ali’nin sırrıdır bil Hacı Bektaş-ı Veli

Oldurur matlub-ı kevneyn cümleye hem verdi ses(s.125)

Ki ya’ni Hacı Bektaş-ı Velî matlûb-ı ol kevneyn

Mine’l-evvel ille’l-âhir ana olmaz ebed inkâz

Ser-â-pa nûr idi ol âlemin bi’l-cümle maksûdu

Penâh-ı ilticamız ol hem andan dileriz a’vâz (s. 133)

[8] Sâdık Abdâl Divânı, Yayına hazırlayan:H. Dursun Gümüşoğlu, Horasan yayınları, İstanbul,2009 : Dimetoka’daki Seyyid Ali Sultan (ö.1412-20) dergâhında 22 yaşında hizmete başlamış ve yirmi dört yaşında ondan nasip alarak derviş olmuş Sâdık Abdal’ın Divanı’nda Hacı Bektaş Veli, Kızıl Deli Sultan, Abdal Musa Sultan, dergâhlar (Hânkâh) ve Makâlât üzerinde özgün bilgiler elde etmekteyiz.

[9] Anın â’yin [ü] erkânı delil-i nûr-ı bî-hem-tâ

Delil-i vuslat-ı Yezdân Makâlât’dır anın ağmaz

Ser-â-pâ hem libâs-ı hikmeti zü’l-kuvvedir anın

Ayânen cümleye burhân delili nûr-ı bî-enkâz

Kinâyetle yazılmışdır ilâh-ı vâhid-i mevcud

Okur anı kemâl ehli olur anlara hem a’vâz (s.134)

Kelâmı cümle kudrettir ki her lafzında bin hikmet

Dahi lafz-ı ulûhisi Makâlât’ı Şerif a’lâ

Hakk’ın aynı kelâmıdır anın buyurduğu erkân

Ol erkâna olan mâhir olardır bil şerif a’lâ (s. 57-58)

Pir’imizin ol Makâlât’ı yeter

Çam-ı çem(?) mirat-ı âlem bî-hicab (s. 66)

[10] İlm-i Cavidan, Hazırlayan: Doç.Dr. Osman Eğri, Diyanet Vakfı yayınları, Ankara, 2008, s.141-143

[11] SAYM, s.50

[12] Müşerref hânkâh-ı Kâ’be-i ulya ale’t-tahkik

Münevver hem tarik-i keşt-i Nuh anla bi-enkâz

Hânkâh-ı a’zam hem Kâbe-i ulya durur
Beyt-i ma’mûr  ol semâi bî-yasag u bî- ferag

Ol ulûhi sırrına ekmel olan sâdıklara

Hânkâhı arş-ı a’lâ sidre-i âli makâm ((s.133,153,182)

[13] Hamdullah Çelebi’nin Savunması  (Bir İnanç Abidesinin Çileli Yaşamı), Hazırlayanlar: İsmail Özmen-Yunus Koçak, Ankara-2007: Yargılanma ve Savunması Bölümü s.91-145

[14] İsmail Kaygusuz, Ummü’l Kitab, “Adını İmam Bakır koydu, hepsi onun sözleridir”, Demos Yayınları, İstanbul-2009.

[15] Saa’deddin çevirisinde burada, insanın biyolojik oluşumu üzerine iki ayet ve bir Tanrı buyruğu var: “Kavlehu Teâlâ ve etteku Allahu ellezi tesalune bihi ve el-erhamu. /48b/ el ayet ve le-kad halakna el-insane min nutfetin. (K. 4,1:Tanrı buyurur ki, “adını kullanarak birbirinizden dilekte bulunduğunuz Allah’tan ve akrabalık haklarına riayetsizlikten sakının”.). Er suyuna nutfe dirler ve avrat suyuna emşac dirler. Kavlehu Teâlâ inna halakna el insane min nutfetin emsacin. (K. 76, 2: Cenabı Hak şöyle buyurdu: “Doğrusu biz insanı, imtihan etmek için karışık bir nufteden yarattık. Ve onu işitici ve görücü yaptık”.) Kale allahu Teâlâ iza ete er-reculi ve imretehu fe-yemuru Allah ile melekeyni uhuzu leha ve er-reculu maen ve imretehu kale el-melekeyni ya Rabbena hel turidu ve tahluku hateyni nutfeteyni kale allahu Teâlâ ya melaiketi. (Ayet değil: Erkek hanıma yaklaşınca ondan bir su , hanımından da bir su çıkar. Allah iki meleğe  bunları karıştırmasını emreder. Onlar da ‘ya Rabbi! Bu iki nufteden insan yaratmak istiyor musun?’diye sorarlar. Tanrı da “yaratacağım ey melekler”diye buyurur”

[16] Ummü’l Kitab, s. 152;Varak, 83.

[17] Hacı Bektaş Veli, s. 72

[18] Bunlardan Aziz Yalçın, - Türkçü görüşlerinden arındırmak koşuluyla- Makâlât’ı paragraf paragraf açıklayarak batıni açıdan yararlı biçimde yorumlamıştır. Diyanet Vakfı yayını Makâlât’ı hazırlayan İlahiyatçı akademisyenler ise yapıtı, tamamıyla ortodoks gözlükle bakarak değerlendirip yorumlamışsa da, başlangıçta geniş bir içerik özeti vermeleri yararlı olmuştur.

[19] Bkz. İsmail Kaygusuz, Hasan Sabbah ve Alamut (öğretisi, tarihi, felsefesi), Su Yayınları, İstanbul-2004, s. 294-343

[20] Hünkâr Hacı Bektaş Veli, Fevaid (Yararlı Öğütler), Çev.Sharam Bahadori Gharacheh, Yayına Hazırlayan Vaktidolu, s.24-25

[21] Hünkâr Hacı Bektaş Veli, Fevaid (Yararlı Öğütler) s.14.

[22] Al Kolayni, al Kâfi Vol. 2, s.26 ve Al Qadi al Numan, Da’a’im al İslam Vol.1, s.15-17’den aktarıp açıklayan Arzina R. Lalani, Early Shi’i Thougth, The Teaching of Imam Muhammed Bakır, London, 2004, s.84-88.

[23] Hacı Bektaş Veli, Fevaid (Yararlı Öğütler), s.46

[24] Yunus Emre ve Tasavvuf, İst.1961, s. 280–294

[25] Abdülbaki Gölpınarlı, Vilayetname, İstanbul–1990, s. 55–56.

[26] Vilayetname, s. 123.

[27] İsmail Kaygusuz, Görmediğim Tanrıya Tapmam- Alevilik ve Materyalizm, Genişletilmiş 2.baskı, Su Yayınları, İstanbul, 2009, s.164-168’den alınıp yeniden gözden geçirildi.

[28] 14.yüzyılın ilk çeyreğinde vilayet olduğu bildirilen Turgut’un bugün Konya’nın Yunak ilçesine bağlı Turgut kasabası olduğunu sanmaktayız. Elken köyünün yeri saptanamamıştır.  

[29] Molla Saa’deddin, diğer adıyla Said Emre’nin Türkçeye çevirdiği Makâlât nüshalarının başındaki Peygambere, İslam, iman ve Hacı Bektaş’a ilişkin birçok övgüler ve betimlemeleri bu girişte göremiyoruz. Ayrıca burada Muhammed Peygamber için “dügeli âlemi onun dostluğuna yarattı” cümlesini de müstensih kullanmamış.

[30] Hakka yürümüş, cismen yaşamayanlar için kullanılan bu ‘rahmetullahi aleyhi’ ibaresi –ki bazı Molla Saa’deddin çevirisi nüshalarında müstensihler ‘kaddese Allahu sırrahu’l-aziz (Allah aziz sırrını kutsasın) söylemini kullanmışlardır- gösteriyor ki, Hacı Bektaş 1314 tarihinde artık hayatta değildir. Bu yazmayı müstensih Uzun Fakih b. Hasan, büyük olasılıkla Makâlât’ın ilk (yazar) nüshasından ya da ikinci elden kopya etmiş. Elinde Saa’deddin’in orijinal Türkçe çevirisi de bulunduğu halde,görüleceği gibi, birçok yerde kendi inanç anlayışına uygun biçimde kısaltmalar, atlamalar, değişiklikler ve ekler yapmaktan çekinmemiştir.

[31] Saa’deddin çevirisinde son cümlecik “ /3a/..pes kibir ve hased ve buğz ve buhl ve adavet bunlarda hemandur”, yani bununla birlikte büyüklenme, kıskançlık, nefret, cimrilik ve düşmanlık bu kişilerde (ibadet edenlerde) her an görülür. Anlaşıldığı gibi Fakih b. Hasan abidler adına yumuşatarak değişikliğe uğratmış.

[32] Saa’deddin çevirisinde “/4a/pes bu ayet Tevrat’ta ve İncil’de ve Zebur’da ve Furkan’da var mıdur?” sorusu ve Dağ’ın yanıdı da yazılıdır.

[33] Saa’deddin çevirisindeki zahidlere ilişkin “kendi bildikleriyle yetindikleri, nereden gelip nereye gittiklerini bilmedikleri; onlara doğru yolun (hidayet) kapısı açılmadığı ve ancak kendi çabalarıyla Tanrıyı yad ettikleri (anımsadıkları)” biçiminde açıklamalar /5a/ özellikle atlanmış görünüyor.)

[34] Saa’deddin çevirisinde “/5b/âriflerin kendi arılığı ve arıttığı nedir?” Sorulup, yanıt aranıyor: “ Cevab virdiler kim ârifler katında her sözin üç yüz yüzi ve bir ardı vardur ve ayruklar katında her sözin yetmiş iki yüzi ve bir ardı vardur; pes ayruklar bilmezlüklerinden kelimenin ardın söylerler, kendülerin odlu eylerler. Velâkin ârifler her bir kelimenin yüzin söylerler” Fakih ârifleri tanımlayan bu bâtıni anlamlandırmayı da gereksiz bulmuş.

[35] İncelediğimiz ve değişik yüzyıllarda istinsah edilmiş Molla Saa’deddin çevirisi Makâlât nüshalarından en eskisi (1424 tarihli) olan Sefer Aytekin yayınında “bir kabın içine murdar nesne koy” geçmektedir. Diğerlerinde suci (içki) yazılıdır, burada khamr (içki,şarap) olduğu gibi. Çok büyük olasılıkla original (yazar) nüshasında necaset (pislik) geçmekteydi. Uzun Fakih bin Hasan belki orijinale en yakın metinden kopya ettiği halde, şeriata aykırı gördüğü söylemleri değiştirdiği ya da attığı açıktır. Yukarıda verilen önekte “vücuda ve giysiye değip kirleten necaset (pislik” oluyor, ama nedense kabı ve kuyuyu kirletirken içkiye (khamr) dönüşüyor. Arkasından şaraba ilişkin Kur’an ayeti konuyor.

[36] Uzun Fakih burada da Saa’deddin çevirisinde mevcut olan, ârif insanın tanım ve üzelliklerini betimleyen şu sadeleştirdiğimiz paragrafı, Şeriata aykırı gördüğünden atmış bulunmaktadır: “/7b/Bu nedenledir ki ârifler ulu Tanrı sever. Çünkü onların aslı (Tanrı’nın) kendi özündendir. Aslının kendinden geldiği aslını sevmesine şaşılmamalı. Hem hatırlatmalıyız ki, âriflerin ilminin özü, kendi nefsini bildiği yerdir inşallah. Ariflerin ibadetleri ise tefekkür, yani düşünmek, dünyayı ve ahireti terk ederek düşünce üretmektir. Himmet için bakıp onlardan hem velilik (Tanrı dostluğu)) beklemek, hem de Yüce Tanrı’ya yakınlaşmayı arzulamaktır. Ayrıca ârifler içinde bulundukları (manevi) hallerini cümle varlığa değişirler ve bundan kötü bir endişeye kapılmazlar; onların durumları işte bundan iberettir.

[37] Fakih b. Hasan, bu sözü sahih kabul etmemiş olmalı ki, Peygamberin hadisi olarak vermemiş. Örnek verilen önemli bir ayeti ve açıklamasını de atlamış: “/8a/pes muhibler ârife sual ider kim ârif hakkında Çalap Teâlâ Kuran içinde buyurdu kim min-ha halaka-kum ve fi-ha nuidu-kum ve min-ha nahrucu-kum tareten uhra ayet (K.20, 55) manası budur kim yani şundan geldik kim ana girü döneriz ve hem ahir girü andan çıkaruz dimek olur.

[38] Saa’deddin çevirisinde burada âriften sevene bir soru ve açıklayıcı bir yanıt var. İşte Fakih’in gereksiz görerek attığı satırlar: “/8b/ bil kim aslı aslına döner dediğine delildür ve hem ârif dahi muhibbe sorar ki asılda ata mı yeğdür ve ana mı yeğdür ve çoklar öyle ayıdırlar kim ata asıldur ve ana kökdür amma bizüm katımızda ana asıldır ve ata kökdür zirâ kim aslı tohumdur yere ekilicek kök olur.” Karşılaştırdığımız diğer Makâlât metinlerinde “ata asıl ana köktür” geçmekte. Bizim metinde müstensihin hatalı yazdığı, son cümledeki açıklamadan anlaşılmaktadır.

[39] Bu, şeriat ehli Uzun Fakih’in kendi yanıtı. Saa’deddin çevirisindeki bâtıni yanıt şöyledir: “/9a/eger muhibbe sorurlarsa kim Tengri nite (nice, nasıl) bildün? dirlerse pes muhibler cevab virürler kim Tengri’yi kendümüzden bildük ve hem kendümüzü Çalap Teâlâ ile bildük dirler.

[40] Burada da “amma cân anınçün dirilür kim dördüncü cân mârifetdür beşinci cân ışkdur/9a/” cümlesi atılmış.

[41] Burada ‘hatta’nın /9b/üzeri çizilerek, Saa’deddin çevirisinde bu sözcükle başlayan ve beş satır içinde, altıncı gökten birinci göğe kadar aralarına dolan lâtif çiçek kokusu, anber, reyhan, misk ve gül kokularını anlatan kısım yoktur. Açıkça görülüyorki, müstensih Fakih, elindeki Arapça metinden bu satırları bilinçli olarak kopyalamamış, atlamıştır.

[42] Saa’deddin çevirisinde “/10a/kendi muratlarını gidermeyince/görmeyince

[43] Saa’deddin çevirisinde “/10b/ Sühan-ı İlahi, yani tanrısal sözdür bu. Nitekim ol âlem fahri Muhammed Mustafa buyurur kim, her kimin tâati (ibadetleri) yoğsa kamu ettiğü hayr kabul olmaz. Pes bil gel kim ki ulu tâat ‘ya rab’ dimekdür. Amma ihlâs ile ya rab dimeklik genez (kolay) değüldür. ” Bu hadisi yazmak da, sadece beş vakit namaz , otuz gün oruç ve haccı ibadet bilen Sünni müstensih Fakih’in işine gelmemiş. Kişinin “O en güzeldir” demesinden daha güzel bir şeydir, gibi ilgisiz bir cümle eklemiştir.

[44] Saa’deddin çevirisinde, bu kötü fiillerin Şeytan’ın muhafızları olduğu belirtilir ve onlardan korunmak için “/11a/Pes yüreğin sol kulağunda yedi kal’a vardur ve her kal’ada bir dizdar (kale muhafızı) vardur. Ol kal’alara müvekkeldür(vekil edilmiştir). Degme bir dizdarın yüz bin haşedi (askeri) vardur. Degme bir haşedin yüz bin subaşısı(güvenlikçisi) vardur” biçiminde geniş bir açıklama bulunmakta.

[45] Saa’deddin çevirisinde “hilm” değil “ilim”/12a/ yazılıdır.

[46] Bu son cümleyi Fakih’in kendisi eklemiş.

[47] Saa’deddin çevirisinde burada her üçü için “/13a/Pes Hak Teâlâ buyurur kim dostu dosttan ayırmayam dedi” cümlesi kullanılmış. Ayrıca 1569-70 tarihli bizim çalıştığımız nüshada “Ebu’l Hekemin’e dayandığı için helak edilen Ebu Cehl” örneği ve fazladan birkaç ayet bulunmakta.”

[48] Saa’deddin çevirisinde bölüm şöyle bitiriliyor: “/15a/Pes imdi aziz-i men(azizim) muhiblerün şerhi çohdur ve işidelimdür illakim, anların haline akl irmeğe ve gönül dolenmege ve suret duymaga. Bu kadar söz yeter yâd kıldık. Bâkîsini [ne kim var Allah bilür]. Sadeleştirirsek; ‘şimdi azizim bu nedenle sevenlerin açıklanması çok ve uzundur, duyalım. İlla ki, onların hallerine akıl erdirmek, gönülleri doyurmak, hallerini görünür kılmak için bu kadarlık anımsatma yeter. Gerisin Tanrı bilir”

[49] Kuşkusuz Hacı Bektaş Veli kastediliyor ki, Saa’deddin çevirisi nüshalarında “ol Kutbu’l âlem” /15a/ olarak nitelenmektedir.)

[50] Saa’deddin çevirisinin bazı nüshalarında bölüm başlığı “Âdem Tanrı’ya kaç makâmda irer anı bildürür

[51] Burada iki Kur’an ayeti ve açıklamaları atlanmış./15b/

[52] Saa’deddin çevirisindeki bunu kanıtlayan “Kavlehu Teâlâ inne me’a’l-usri yusran. (K. 94, 5: Gerçekten zorlukla beraber bir kolaylık da vardır.)” /16b/ ayeti atılmış.

[53] Saa’deddin çevirisinde “/17b/Üçinci makâmı namaz, zekât virmekdür, orıç tutmakdur. Güci yittükçe hacca varmakdur ve hem gazadur ve hem cenabetten arunmakdur.” Üçüncü ve tek makam olarak bu zahiri (Şeriat) tapınma ve eylemleri Fakih çok daha fazla önemsediğinden, original metnin dışına çıkarak herbirini ayrı ayrı birer makam olarak nitelemiştir.

[54] Son iki makam için Fetih. 48,23 ve Bakara.2,27 ayetlerini/18a/ kullanmamış Fakih.

[55] Saa’deddin çevirisinde bölümün sonu “Pes bu kadar ayat-ı beyyinat dükelisi iman ehli içün gelmişdür. Ve el-bâkî malumun; yani bukadar ayet ve açıklamalar tamamıyla iman ehli için gelmiştir .Ve geri kalan bilinir” sözleriyle bitirilir.

[56] Saa’deddin çevirisi nüshalarında Âdem’in bir günahı yüzünden iki yüz yıl –bazılarında üçyüz elli yıl- ağladıktan sonra tövbesinin, Nuh peygamberin de çok yalvardığı için dualarının Tanrı tarafından kabul edildiği uzunca anlatılmakta ve Kur’an’dan 5-6 ayet kanıt olarak verilip; Tanrı’nın tövbeleri kabul edici, tek bağışlayıcı ve ödüllendirici nitelikleri yarım varak/19b/ boyunca vurgulanmaktadır. Fakih fazlalık olarak görmüş olmalı ki bunları atarak istinsahını (kopyalamayı) kısaltarak sürdürmüş.

[57] Saa’deddin çevirisinde bulunan “Kavlehu Teâlâ fefirru ile Allah. (K. 51, 50: Tanrı buyurur ki, “öyleyse Tanrı’ya koşunuz” /20b/ ayeti atlanmış.

[58] K. 65, 3: “Şüphesi Tanrı,emri yerine getirilendir. Tanrı her şey için bir ölçü koymuştur” ayeti kullanılmamış./20b/

[59] Uzun Fakih, dokuz ve onuncu makam için Saa’deddin çavirisindeki Kavlehu Teâlâ yuhibbuhum ve yuhibbunehu. (K. 5, 54: buyurmuştur ki, “Tanrı onları, onlar da Tanrı’yı severler”) ve Kavlehu Teâlâ teveffeni müslimen ve elhıkni bei’s-salihin. (K. 12, 101: Beni müslüman olarak öldür ve beni salihler arasına kat.) ayetlerini atlamış.

[60] Tanrı Saa’deddin çevirisi nüshalarından Aytekin yayınında “Zira bu makam candır” denilerek onuncu makamın açıklaması içinde verilir. Ayrıca Fakih’te olmayanZirâ kim ışk nasib-i ilâhidür. Her kime kim degse belürtse gerekdür. Bâkî malum, yani; çünkü aşk tanrısal nasiptir, kime değerse belli olması gerekir. Gerisi bilinir” /20b/ cümleleriyle açıklama son bulur.

[61] Saa’deddin çevirisi nüshalarında: Nitekim Hazreti Resul buyurur: Men arefe nefsuhu fe-kad arefe rabbihu, yani; kendini bilen Tanrıyı bilir/21a/”

[62] Fakih b. Hasan Hakikat Kapısı’nın beşinci makamını anlamsız bir biçimde ve sorumsuzca, ama bilinçli olarak değiştirmiştir. Çünkü Fakih’in eğitimini aldığı ve bağlı bulunduğu Şeriat’a, zahiri İslami ilimlere tamamyla aykırıdır: Saa’deddin çevirilerinde Beşinci makâmı mülk ıssına yüz sürüb yüzsuyun hâsıl kılmakdur. Zirâ kim vahdet dahi andadur, vahdet evindedir./21b/” biçiminde verilir. Bu cümlenin bâtıni tasavvufta anlamı derindir: Evrenin sahibine, yani Tanrı’nın huzuruna varıp, Kaygusuz Abdal’ın ‘Veliler, araya Cebrail’i koymadan yüzyüze sohbet ederler’dediği gibi O’na yüzünü sürmek, sohbete oturmaktır . Bu makamda muhib, artık birlik (vahdet) evindedir; Tanrısal birliği yaşamaya başlar, O’nda yokolup tanrılaşacaktır. Yani, Diyanet’in Makâlât yayınındaki gibi (s.78, 81) beşinci makam, “Vahdet evinde olduğu için ,mülkün mutlak sahibi Allah’ın huzurunda eğilip (namaza dolaylı gönderme var İ.K.) itibar bulmaktır” hiç değil. 14.yüzyıldan İslâm hukukçusu (Fakih) adını taşıyan İbn Hasan bu makamı konukseverliğe indirgerken, 21.yüzyılın diyanetçi Hanefi bilginleri de gerçek anlamından saptırıyorlar. Bu makamın en geniş ve tutarlı bâtıni açıklamasını Aziz Yalçın Makâlât çalışmasında (s.222-223) yapmıştır. Aziz Yalçın’ın 1980’li yılların ortalarında yayınlamış olduğu geniş kapsamlı “Yorum ve açıklamalarıyla Makâlât-ı Hacı Bektaş Veli” adlı kitabı, özellikle araştırmasını temellendirdiği Sefer Aytekin yayını Makâlât’ı ve kendi açıklamalarını içeren s.53 ile s.393 arası bu konuda başvurulacak önemli bir çalışmadır. Gönül ister ki yazar, “yetmiş millete bir gözle bakma” ilkesine uyarak, Alevi-Bektaşi inancı, tarih ve edebiyatını Türk milliyetçisi bakış açısıyla inceleme yanlışı yapmasaydı.

[63] “Esrar-ı Hakikat ”, Tanrısal gerçeğin sırlarıdır ve veli (ârif ya da insan-ı kâmil) ruhsal yolculuğunu (seyr’i) tamamlayarak Tanrı’ya yaklaşıp, didarını gözlediğinde (müşahede anında) yaptıkları sohbette konuşurlar sadece; bir de bu sırra ermiş canlarla. Saa’deddin çevirisinin bazı nüshalarında Hakikatin “onuncu makâmı müşehadedür. Çalap Tengri’ye ulaşmakdur. Hevl (korku) bundadur. Yani korku yeziddür” yazılıdır. Hünkâr’ın Tanrıya ulaşma ve didarını görmeyi yezid sözcüğüyle açıkladığı korku kavramıyla değerlendirmesi nasıl açıklanır bilemiyoruz. Herhalde Tanrıya kavuşarak o büyük bâtıni aşkı yaşamak korkunun kendisi olamaz. Ama bu büyük sevgiliyle yaşanan vuslatın (kavuşmanın) fâşedilmesinin yaratacağı korku, mel’un Yezid’in Hüseyin’e ve yakınlarına yaptığı zulüme eşdeğer görülmüş olabilir. Ve ayrıca bize göre, burada Hallacı Mansur’un meydanlarda Ene’l Hak (Ben Tanrı’yım) diye bu büyük sırrı fâşetmesi sonucu katledilmesine dolaylı gönderme vardır; korku bu olsa gerektir. Bölümün sonunda Saa’deddin’in üç kıtalık bu makamı anlatan şiiri var./21b/. Fakih b. Hasan burada bir buçuk bölümlük bir sıra atlaması yapmış: Saa’deddin çevirisindeVarak /22a/ ile /26b/’nin yarısına kadar “Ârif Sual Eylerkim”ve Marifetin Maruf Cevabın Beyan Kılur(un yarısı)” bölümleri ad verilmeden işlenmiş.

[64] Saa’ded din çevirisinde bu söz Peygamber’in hadisi olarak verilmektedir./26b/

[65]Saa’deddin çevirisinin bazı nüshalarında bir ayet ve bir hadisle açıklama yapılıyor: “Anın çün kim hidayet azizdür Halik katında. Kavlehu Teâlâ inne Allah baliğu emrihi kad ca’ala allahu li-kulli şeyin kadiren. Kavlehu Teâlâ ve elaşiyu yuridune vechehu ma aleyke min şeyin ve ma-min isabike aleyhum min şeyin fe-tadrudehum fe-tekune min ez-zâlimin “Onların hesabından sen sorumlu değilsin, onlar da senin hesabından(yaptıklarından) sorumlu değiller.O halde onları yanından kovup da zalimlerden niye olacaksın?" (K. 6,52) Kale en-nebi aleyhüsselam el-fakri fahri ve bihi üftehiru yevmü’l-kıyame “Peygamber buyurur ki; fakirlik övüncümdür, Kıyamette onunla övüneceğim. /27a/,/27b/

[66] Burada açıklayıcı olarak Saa’deddin çevirisinde varolan ayet (K. 49, 7) atlanmış 28a/.

[67] Burada da uzun bir sıra atlaması (veya atılma) görüyoruz: Varak /28b’den /32a/’nın yarısına kadar 7 sayfayı kapsayan kırk makama ilişkin belirlemeler, ayetlerle açıklamalar ve soruları içeren “Ârif Sual Eylerkim” ve “Tevhid marifetlerin beyan kılur”bölümleri atılmış, sadece yanıtları üzerinde durulmaktadır.

[68] Saa’deddin çevirisinde bu ara başlık, “Bu bab mârifetin maruf (tanınmış) cevabların beyan kılur” adını taşımakta.

[69] Saa’deddin çevirisinde “/23B/Ve yüreğin sağ kulağında yedi rahmani kale vardır” denilmektedir.

[70] Saa’deddin çevirisinde: “/23B/ Degme bir haşedin (Diyanet Makt. : hasadın) yüzbin çerisi vardur. Bunların kamusı iman bekçileridür.

[71] Saa’deddin çevirisinde: “can erenlerin canıdır.

[72] Burada kitabı türkçeleştiren Saa’deddin’in Can üzerine iki dörtlüğü bulunmaktadır./24b/ Arkasından Hacı Bektaş’ın söylediklerini şiirsel biçimde anlatmaya ve ayetlerle kanıtlamaya devam ediyor Saa’deddin:

Pes imdi aziz-i men cân ikidir. Birisi cândur birisi cân-u cânandur. Kavlehu Teâlâ yeseluneke ani’r-ruhi kul er-ruhu min emri Rabbi.(K. 17, 85: Sana ruh hakkında soru sorarlar. De ki, ruh Rabbimin emrindendir.)

Anlarısan bu hem hoştur.

Amma bizim katumuzda cân beşdür.

Velâkin bu sözü anlamak hayli işdür.

Ve hem âdem manisi dahi üçdür.

Kendözünü bilmek yavlak güçdür.

Ve hem kendözünü bilmeyenlere bu söz hiçdür.

Ve eger bilmek dilersen kitabda yazdım üşdür.

Kavlehu Teâlâ min-kum men yuridu ed-dünya ve minkum men yuridu el-ukba (ve min-kum men yuridu el-Mevla). (K. 3, 153: Dünyayı isteyeninizde vardır, ahiret isteyeniniz de vardır. (Ayrıca sizin içinizde Mevla’yı isteyen de vardır) O ayetin ma’nası mülke yeter eger bilürse. /24b/, /25a/” Fakih’in bu cümleleri kullanmadığı görülüyor.

[73] Saa’deddin çevirisindeki “/25b/Ve hem Firavun’ı Nil ırmağı içünde gark ittim. Musa’yı Firavun’dan kurtardım. Zirâ kim dostumu kurtardım, düşmenimi helâk kıldım. Ve hem yüzbin firiştehler göyündürdüm (yaktım). Hergiz birisinin günahı yoğ idi” örneği atlanmış.

[74] Buradaki sözlerin Tanrı’ya atfedilmesine rağmen, Kur’an’dan ayetler olduğu kuşkulu.

[75] Saa’deddin çevirisinde, Fakih’in kopya etmeyi atladığı satırlar: “/25b/Dilersem düğünü yas eyliyam, dilersem bir asiyi has eyliyem. Girü sözümüz başına gelelüm. Pes imdi sözümüz cânu beyan kılmakdur ve anların kim aklı faş olmuşdur yani karuşukdur ve gönülleri münkirdir ve cânlaru müddeidür(davacıdır). Pes elest (elestü bi-Rabbiküm (Ben sizin Rabbiniz değil miyim?) deminde yok diyen hayvanlar gibidir. Üç cânlular bunlardur. Ve hiç tanımıyanlar belhüm adalldür (belki hayvanlardan da aşağı olanlardır). Bunları âdem ilminde yad kılur(anımsatır).

[76] “ /26a/ Kavlehu Teâlâ ve ca’elna nevmekum subaten. (K. 78, 9: Uykunuzu bir dinlenme kıldık”ayeti verilmiş. Fakih şu cümleleri de atlamış: “Amma uyku rahatınuzdur. Heman ten maslahatı degüldür. Pes bunda dahi mana vardur. Şöyle bilgel kim üç kişiye kalem yoktur. Evvel na-reside (ergen olmayan) oğlana ikinci delüye üçüncü uyur kişiye ta kim uyanınca. Zirâ kim âdem oğlanı geceleylen dünya günahndan arunur. Anın çün geceyle gün ırak gider. Perde azalur. Pes gündüz günahlar birbirine ulaşur. Anın çün ırak gitmez. Pes bildik ki...”

[77] Buradan itibaren birkaç varak atlanarak sıra değiştirilmiş.

[78] Saa’deddin çevirisinde “/32b/dört türlü od vardır; Evvel taş odu, ikinci ağaç odu, üçüncü yıldırım odu ve dördüncüsü tamu odudur.” Bunlar sırasıyla K. 2, 24; K. 36, 80; K. 2, 19; K. 56, 71 Kur’an ayetleriyle desteklenmiştir.

[79] Saa’deddin çevirisinde “/32b/dördüncüsü, soğukluk odudur.

[80] Fakih’in Saa’deddin çevirisindeki “/32b/-/33a/Ve hem dünyada hemi de deniz vardur gark edici(batırcı, boğucu). Pes âdemde dahi yedi deniz vardur gark edici. Evvel gözi görmekten gark eyler. İkinci dili söylemekden gark, üçüncü kulak işitmekten gark eyler. Dördüncü kursak (mide) eritmekten gark eyler. Beşinci karın karın içine alup gark eyler. Altıncı renc (sıkıntı, zorluk) elemine gark eyler. Yedinci sevda ve cünunluk (çılgınlığı) birl(ikt)e gark eyler” cümlelerini atladığı görülüyor.

[81] Saa’deddin çevirisinde “/33a/ dördüncü koyu su ve burun suyu koyudur” denmektedir.

[82] Saa’deddin çevirisinde “/33b/ Mârifet güneşe benzer. Pes mescid çerağı divarlarına dokunur karaluyken aydın kılur. Amma mârifet çerağı arşdan ferşe degin gösterür.”

[83] Saa’deddin çevirisindeki “/34a/ Zahirde bakan terazisi yeğni gele: Kavlehu Teâlâ fe-men sekulet mevazinehu fe-evleike hume’- meflihune ve men haffet mevazinuhu fe-evleike ellezine hayru enfusehum fi cehennem halidune. Ve hem dünyada zâlimler ve muktasıd ve sabık vardur. Kavlehu Teâlâ fe-minhum zâlimun li-nefsihi ve minhum muktasıdun ve minhum sabıkun bi’l-hayrat.(K. 23, 102-103: O zaman kimin tartıları ağır gelirse, işte onlar asıl kurtuluşa erenlerdir- Her kimin de tartıları yeğni (hafif) gelirse; onlar kendilerine yazık edenler ve cehennemde kalanlardır.” Pes nefs zâlimdür, cân muktasıddur ve gönül sabıkdur” sözü ve bu sözlerin Kur’an ayetleriyle kanıtlanıp açıklanması, zahiri gözle bakan Fakih’in hoşuna gitmemiş olsa gerek ki, olasıyla bilinçli biçimde atlamış. Ayrıca Pes (şu halde) nefs zâlimdür, cân muktasiddur (tutumlu) ve gönül sabıkdur(önce/önde gelendir ” cümlesi de yoktur.

[84] Saa’deddin çevirisinde son cümle yoktur.

[85] Saa’deddin çevirisindeki, “/34b/-/35a/ kuş hod uçarken kimerde (SAYM: kimiyerde; DVYM: kemerde) azar. Velâkin gönül azmaz. Zirâ kim gönülle Çalap Tengri’nin arasında perde yokdur. Ve hem uçmak var ve tamû var. Ve uçmak içinde ırmaklar vardur: Kavlehu Teâlâ (Ve ceale) fi-ha (rev’asiye) enhârun min main gayri essinin ve enharun min lebenin lemyeteğeyyer ta’amehu ve enharun min hamrin lezzetin lil-şarıbin ve enharun min aselin musaffen. (K. 13, 3: Yeryüzünü düzleyen, onda oturaklı dağlar ve ırmaklar yaratan, meyvelerin hepsinden onda iki çift yaratan Allahtır...)” bu sözleri ve ayetleri de geçiştirmiş Fakih b. Hasan

[86] Fakih, Saa’deddin çevirisinde belirtilen Sultan’ın sahip olduklarıyla insandaki bâtıni anlamda karşılıklarının tamamını yazmamış: “/35a/Ve hem dünyada Padişah vardur kim başında tac vardur, boynında tavk (gerdanlık) vardur. Ve egninde hilât (Sultanlık giysisi) ve menşurı (padişahlık fermanı) vardur. Tahtı mülketü (memleketi) vardur ve rağiyeti (halkı) vardur. Pes imdi tevhid tacdur. İbadet tavkdur. Müslümanlık hil’âtıdur. Menşur tahtdur, mülket rağyet i-Islâmdur. Kavlehu Teâlâ inne ed-din indullah illa Islâm. (K. 3, 19 : Allah katında din Islâm’dır.)Pes imdi rağyet (i)-İslâm ihsanı ile memleket-i imandur. Menşur-ı- mârifet tahtdur. Pes ârifler ol mârifet tahtınun üzerinde otururlar. Çalab Tengri’ye münacat kılurlar.”

[87] Gerçekte Aleviler’de Ali’nin adı geçtiğinde; zahirde “Aleyhisselam/Selam O’nun üzerine olsun” ya da bâtında “minhu’s-selâm veya aleyna selamuhu/O’nun selamı üzerimize olsun” denir. Ç.N.

[88] Bizim 1569 tarihli Saa’deddin çevirisi nüshamızda bu yanıt “/35b/ Resulullah Hazreti’nin yanında” verilmiştir.

[89] Saa’deddin çevirisinde: “/35b/Ve hem uçmakda yemek ve içmek vardur. Bevl, gays yokdur. Pes ana rahminde dahi oğlan yir içer, bevl ve hades (büyük ve küçük abdest) yokdur.”

[90] Saa’deddin çevirisindeki “/36a/ Ve hem dünyada Cuhud (Yahudi) var ve Tersa (Hristiyan) var. Ve hem hilâf vardur. Pes günahına muti olmamak cuhuda benzer. Şer’e boyun virmemek tersaya benzer” cümlelerini atlamış Fakih.

[91] Saa’deddin çevirisinde: “/36b/Hoyrat dirliklüler, geçimsizler ayıya benzer. Sovuk hulklular(huylular) donguza benzer. Minnet bilmemek hod (kendisi) hiç nesnedür. Cahil gibidür. Nitekim Resul Hazret buyurubdur: eş-şeyun li’l-cahil leyse bi’ş-şeyun. Ma’nası budur kim, her nesne nesnedir, cahil hiç bir nesnedir”

[92] 1569 tarihli çeviri metnimizde: “Kâbe yirdedür anı müminler tâvaf kılurlar”

[93] Saa’deddin çevirisinde burada Peygamberin vahiy kâtiplerinden olup, vahiy değiştirdiği için dinden çıkan, sonra da bağışlanarak yeniden İslam’a döndüğü söylenen sahabiden bir hadis verilmekte: “/36b/Pes Saad bin Abdullah Nesteri (ö.656) radiallahu anhu buyurdu kim, ‘Muhammed Mustafa’dan işittüm kim, ‘Çalap ile cümle /37a/ nesnenün ortasında hicab vardur. Velâkin gönülle Çalap ortasında hicab yokdur’. Pes imdi müminin gönlü Kâbe’ye benzer.”. Fakih bu cümleleri de şeriat anlayışına aykırı gördüğünden almamış.

[94] “/37b/ Hak Teâlânın kulluğunda geçirmişe benzer ve”

[95] Saa’deddin çevirisindeki “/37a/Ve hem kâbeye giden kıl(a)ğuz gerekdür. Ku’ran ana kıl(a)ğuz yeter. Pes gönül ziyaretine Çalap Teâlâ yoldaş yiterdür. Ve hem kâbede ihram giyerler. Pes hakkı batıldan seçmek ihram giymege benzer” cümleleri burada göremiyoruz.

[96] Fakih’in, Saa’deddin çevirisinde bulunan şu bâtıni söylemleri atladığı görülüyor: “/37b/ Ve hem Kâbe’ye varan dört nurani tavâf kılur. Pes imdi gönülde dahi dört yerde nurani tavâf vardur. Evvel sağında havf (korku) nurı tavâf vardur, ikinci solunda reca (umut) nurı tavâf vardur üçüncü öginde muhabbet nurı tavâf vardur dördüncü ardında şevk (özlem) nurı tavâf vardur.

[97] Saa’deddin çevirisi nüshalarında burada olmayan“/38a/ Hem Çalap Tengri’nin zahiri vardur, bâtını vardur. Ammâ tende dahi us, akl,fehm, ilhâm, hidâyet, fikr, endişe vardur, bunlar dahi gayiptir”benzetmesi vardır.

[98] Bazı Saadeddin çevirisi nüshalarında asker sayısı da verilmekte: “/39b/Ve hem akıl çerisi ellibeşdür. Akıl çerisi dörelikde ve düleklikde emr-i marufdadur (aklın askerleri her durumda irfanun emrindedir) . Subaşı ilhamdur ve hevâ suybaşısı vesvesedür. İkisi hergün (tokuşurlar) savaşırlar.

[99] /38a/-/38b/’ deki iki buçuk paragraph atlanmış gözüküyor.

[100] Saa’deddin çevirisi bazı nüshalarda bu son parmaklar benzetmesi yoktur.

[101] Burada da, Saa’deddin çevirisine göre; bazı paragrafları yukarıdaki bölümlerde verilmiş, yaklaşık iki varaklık atlama bulunmaktadır: /39a/-/41a/

[102] Fakih b.Hasan, attıkları yetmiyormuşcasına Saa’deddin çevirisinden şu cümlelerden farklı olarak, burada da değişiklikler yaparak özetlemiş görünüyor: “Tengri kendü rahmetü birle yâd kılur. Eydür kim; “işidün ey gözlü kullar işidün, ol kadim lem-yezal padişah-ı bi-zeval eydür kim, ‘ibretli kullarım eger beni dilersenüz, yire bakın, anbârum görün. Göge bakın feriştehlerim görün. Feriştehlerime bakın, sırrım görün. /41b/ Dağlarıma bakın ululuğum görün. Denizlerüme bakın, ummanım görün. Kıyamete bakın heybetim görün. Uçmağa bakın nimetim görün. Ululuğuma bakın güçlülüğüm görün. Kullarıma bakın hil’âtum görün. Kur’an’ıma bakın menşûrum görün. Gökler işaretine bakın ulu şanımı görün. Evliyalarıma bakın hazinelerimi görün. Pes sizleri sevdigim içün bunca dürlü kerametler virdüm; delil-i Kuran ve le-kad keremna beni ademe K. 17, 70: Hamdolsun biz, Âdem oğullarına çok ikram ettik.

[103] Saa’deddin çevirisinde “/42a/ Havva ve Hatice analarınızdur”geçmektedir.

[104] Saa’deddin çevirisinde şöyle devam ediyor: “/42a/ Bunca işleri sizler içün araste kıldum(donattım). Ârş’dan ta Süreyya’ya degin her ne kim varsa sizlere bildürdüm. İmdi kaçan kim beni istesenüz sizde isteyin bulasız zirâ size teninüz içinde cânınuzdan yakınım ve gönüllerinizden yakınven ve dilinüz söylemekden yakınven ve hem size sizden yakınven.(DVYM ve SAYM’de. Farsça “ven” eki yerine Türkçe “im/em” kullanılmış; ‘sizinven” yerine “sizinim”, “yakınven” yerine “yakınım/um”gibi.) ve Kavlehu Teâlâ nahnu akrebu ileyhi minkum velâkin la tubsirune. Kavlehu Teâlâ nahnu akrebu ileyhi min hable’l-varid. (K. 56, 85: Tanrı şöyle buyurur: “Biz ona sizden daha yakınız, fakat siz göremezsiniz.

[105] Fakih b. Hasan, İmam Cafer Sadık’ın adını vermemek için, bölümün başında anlatılanları Peygamber’e mal ederek gerçek bir Sünni Hanefi molla olduğunu göstermiştir. Saa’deddin çevirisi mevcut nüshalarında bu bölüm şöyle başlamaktadır: “/42b/Haberde şöyle gelmiştir kim biz âdem zürriyetiyüz, andan yayıldık. Ebu’l-fazl (Fazilet babası) Cafer Sadık aleyhisselam buyurdu kim, bu sözü cân kulağıyla dinleyünüz kim menfaatlü haberlerdir; inşallahu Teâlâ reva kıla tutasız. Pes Hak Sübhanehû va Teâlâ kaçan kim Âdemi yaratmak diledi firiştehlere bildirdi. ‘Kale allahu Teâlâ ve iza kale rabbüke lil-melaiketi inni cailun fi’l-ardi halifeten.(K. 2, 30:Hatırla ki, Rabbin meleklere; ‘’ben yeryüzünde bir halife yaratacağım’ dedi.

[106] “Dizlerini Kırım toprağından yaratdı.”Görüldüğü gibi Fakih’te, Saa’deddin çevirisindeki /43a/ Âdem’in organlarının yaratılış sırasına hiç uymadığı gibi, fazla önemsemediğinden olacak birçoklarını da atlamış ve çoğunu farklı yazmıştır.Onları ayraç içinde verdik.

[107] Andulus veya Antalya? Olabilir.

[108] Saa’deddin çevirisine /43b/ göre Tanrı’nın diğer bazı organlarının bezediği nurlar eksik ya da farklı kullanılmış.

[109] Saa’deddin çevirisinde Azrail’e bu son iki cümle bir ayet olarak söyletiliyor:Ayıttı kim ‘ma haleke Allah âdeme sittin levnen mine’t-turab lev halakuhu min turabin vahidin fe-kane en-nasu ala-suretin vahidin nısfı vahidin lem yârifu ehaden ehada./44a/”

[110] Saa’deddin çevirisinde /44b/ verilen iki ayet atlanmış: “Kale Allahu Teâlâ ve etteku Allah ellezi teselune bihi el-erhamu. (K. 4, 1: Adını kullanarak birbirinizden dilekte bulunduğunuz Allah’tan ve akrabalık haklarına riyayetsizlikten sakının.) Pes hak subhanehu ve Teâlâ /44b/ Hazreti eydür kim, “Âdem’i toprakdan yaratdım ve hem nutfeden yaratdım. Delil-i Kur’an kale Allahu Teala haleke elinsane min salsalin min hamain mesnûnin.” (K. 15, 28: Tanrı buyurur ki, “Kupkuru çamurdan, şekillenmiş balçıktan... Ve hem sülâleden yaratdım. Pes bir nesneyi sıkıp sırnağından çıkana sülâle dirler.” Ve yaratılış sürüdürlüyor: “Ve hem kudretiyle bir zaman yattı güneşde yarıldı ke-el-fehhar (Aytekin Makt.: hemain mesnun oldu. Yani kodular kururdu yarıldı. Kelfüccar oldu.) oldu. (DVYM: Ayetten sonrası eksik) Evvel toprakdı andan suret oldu andan tas tas yarıldı hesapsız yıllar yattı andan Azrail uğrı geldi gördi belînledi ürgdi. Üstine geldi biraz nazar kıldı acepledi mütehayyir oldu(hayrete düştü). Gögsin kakdı küp küp ötdi. Ayıttı kim “ya seyyidi Mevla! Şunun içi kovuğmış bundan hayır gelmez” didi. Pes Padişah-ı Âlem Tengri’den nida geldi kim, “ya Azrail! Ol kakduğun gögüs benim hazînemdür kendü kudretimle /45a/ doldursam gerekdür” didi. Andan Allah Subhanehu ve Teâlâ’nun emri ile hilât tazimi ile cân geldi Âdem’in gövdesine girdi, kalkdı oturdu. Elhamdülillah rabbü’l-âlemin ala-kulli halin didi./45a

[111] Fakih b. Hasan, Tanrı’nın yarattığı Âdem’i öven ve meleklerinden üstünlüğün belirten sözlerini ve ilgili Kur’an ayetlerini geçiştirmiş: “/45a/ ve yücelik kürsisinin üzerinde oturdu ve hem halifelik adın virdiler ve hem yerede gögede halifesin didiler. Pes hak Sübhânehu ve Teâlâ kendü lâfzı birle “uçmak içinde hazinemsin” didi, eline (SAYM ve DVYM: velâyet menşuri) menşûrı virdi. Cümle nesnelerin adın ögretdi. Kale allahu Teala ve alleme âdeme el-esmae kulluha summe aradahum ala-el-melaike. (K., 2, 31: Allah Âdem’e bütün isimleri öğretti. Sonra meleklere arzetti.) Andan feriştehlere sücud kıldırdı. Kale allahu Teala ve iz kulna /45b/ lil-melaiketi’s-sücud vela âdeme fe-secede illa iblise eba ve estekbere (DVYM: ve’stebera ve kâne mine’l-kâfirîn) (K. 2, 34: Biz meleklere; Adem’e secde edin demiştik, hemen secde ettiler. Yalnız İblis diretti, böbürlendi ve nankörlerden oldu.) Pes ol demde kaçan kim(ne vakit ki) cân gögüse girdi. /45b/”

[112] Sa’adeddin çevirisinde “ve her hal üzere bilicisi/besleyicisi”

[113] Fakih b. Hasan bu bölüm içinde de, Hacı Bektaş’ın akıl, ilim ve haya/edep ve bunların karşıtı öfke, tamah ve haset gibi kavramların açıklaması ve insanda varlığı ve yokluğunun öneminin vurgulandığı aşağıdaki satırları çıkarmış: “/46a/Andan sağ yanına baktı. Üç lâtif şahs gördi. Ayıtdı kim, “adunuz nedur? Makâmınız kandedür? didi. Birisi ayıdır kim, “adum akıldur, makâmum baştadur; beynin arasundadur” didi ve hem birisi dahi ayıttı kim, “benüm adum ilimdür makâmum gögüsdedür” didi. Birisi dahi ayıtdı kim “adum hayâdur makâmum yüz üstündedür” didi. Andan Âdem aleyhisselam ayıtdı kim “gelün yerlü yerünize girin” didi. Şolok saat (SAYM: Şolk saat; DVYM: bu iki sözcük yoktur) üçi dahi yerli yerlerine girdiler. Âdem rahat oldı ve hem soluna bakdı yine /46b/ gördü kim üç şahs geldi Âdem bunlara dahi sordu kim “adunuz nedür makâmunuz kandedür” didi ve “ne has kavimsüz?” didi. Biri ayıtdı kim “adum öykedür makâmum baştadur, beyni arasundadur” didi. Andan Âdem ayıtdı: “Baş akıl yeridir senün başda yerün yokdur” didi. Pes öyke ayıtdı “ben gelicek ol gider” didi. Ve birisi ayıtdı kim, “benüm adum tama’dur makâmum yüz üstündedür” didi. Andan Âdem ayıtdı “yüz hod od haya yerüdür senün anda yerün yokdur “didi. Andan tama ayıtdı kim, “ben gelicek haya gider” didi. Ve hem birisi ayıtdı “benüm adım hasetdür makâmum gögüs içinde” didi. Andan Âdem ayıtdı kim, “gögüs ilüm yerüdür andan senün yerün yokdur” didi. Andan hased ayıtdı, “ben gelicek ilüm gider” didi. İmdi şöyle bilmek gerekdür kim, “iman Rahmanundur güman Şeytânundur”. Pes /47a/ güman gelse iman gider.

[114] Saa’deddin çevirisinde benzetmeler birkaç satır daha sürüdürüyor: “/47b/ Her çend(nekadar) kim bunlar âdem suretündedür velâkin âdemlerün yirlerin dar iderler ve rızkların ekserler/ eksüldürler. Bunların cânlaru hiçdur, ol kim âdemilerdür. Çalap celle celâlehu nice dürlü hilâtlarla bezedü ve nice ulu mertebelere dikendürdü ve nice nurla bezedi. Pes imdi bunları görüp ve işidip anlamayan veyahut ademiler /48a/ diriligin dirilmeyen veyahut aslın sevmeyen ılkıdır. Belki dahi kemdür. Zirâ kim Hak ehlin hayvanlar dahi severler, izzet iderler. Ve anlar kim Hak bilmediler ve Hak ehlini bilmiyen ılkıdan dahi kemdür anlarun mertebesi belhum adal’dur (hayvanlardan da aşağıdır.). Ve haberde şöyle gelmüşdür...”

[115] Saa’deddin çevirisinde burada, insanın biyolojik oluşumu üzerine iki ayet ve bir Tanrı buyruğu var:Kavlehu Teâlâ ve etteku Allahu ellezi tesalune bihi ve el-erhamu. /48b/ el ayet ve le-kad halakna el-insane min nutfetin. (K. 4,1:Tanrı buyurur ki, “adını kullanarak birbirinizden dilekte bulunduğunuz Allah’tan ve akrabalık haklarına riayetsizlikten sakının”.). Er suyuna nutfe dirler ve avrat suyuna emşac dirler. Kavlehu Teâlâ inna halakna el insane min nutfetin emsacin. (K. 76, 2: Cenabı Hak şöyle buyurdu: “Doğrusu biz insanı, imtihan etmek için karışık bir nufteden yarattık. Ve onu işitici ve görücü yaptık”.) Kale allahu Teâlâ iza ete er-reculi ve imretehu fe-yemuru Allah ile melekeyni uhuzu leha ve er-reculu maen ve imretehu kale el-melekeyni ya Rabbena hel turidu ve tahluku hateyni nutfeteyni kale allahu Teâlâ ya melaiketi. (Ayet değil: Erkek hanıma yaklaşınca ondan bir su , hanımından da bir su çıkar. Allah iki meleğe bunları karıştırmasını emreder. Onlar da ‘ya Rabbi! Bu iki nufteden insan yaratmak istiyor musun?’diye sorarlar. Tanrı da “yaratacağım ey melekler”diye buyurur”

[116] Saa’deddin çevirisinde bir ayetle açıklanıyor:/48b/ “Kale allahu Teâlâ yehrucu min beynü’s-sulbi ve’t-teraibi.(K. 86, 7: Tanrı buyurmuştur: “Bel ile kaburga kemikleri arasından çıkan (bir sudan..”)

[117] Saa’deddin çevirisinde: “/49a/Yedinci gün üçyüz altmışaltı”

[118] Saa’deddin çevirisinde: “/49b/ ol secde berekâtında anası nesne yemez olur.”

[119] Saa’deddin çevirisinde burada –Fakih’in almadığı- Hünkâr, aklı tamamlayan üç ma’nadan, yani üç kavramdan sözediyor: “Pes çünki cân ile akıl geldi, ol gün ol kulu Çalap temam yaratdı. Amma bunda üç ma’na vardur. Bu üç ma’nayı her kimde verirse akıl tamamdur. /50a/ ve kimde kim, yoğsa anun aklı uyur ve hem cânu uyur bu üç ma’nanun iki kula taallukdur evvel kendözünü bilmek, ikinci tapu kılmak(tapınmak), üçüncü sabır kılmak. Pes üç(üne sahip) olan kişiler ki devletlü kişilerdür. Kale en-nebi el-aklu mizanu allahu Teala fi’l-ardi: Yani, ‘akıl yeryüzünde Tengri’nin terazisidür.’ Pes yeryüzünde akıl terazisünden yegrek terazi yokdur. Zirâ kim yeryüzünde her eyü nesneyü buyuran akıldur.

[120] Saa’deddin çevirisinde: “/50b/mârifet her kimin kim gönlünde doğsa hatta ölüb sinine varınca ayrılmaz ve hatırdan gitmez. Belki sinlede (mezarında) dahi faidesi vardur”satırlarından sonra kendisinden bir dörtlük bulunmakta.

[121] Saa’deddin çevirisinde:Ve hem işidin kim, ‘akıl aya benzer ; hem artar hem eksülür /51b/ ve hem uyagur (uyuklar?)’ didik. ‘Velâkin mârifet temam olucak ne artar ne eksülür ve ne uyağur’ didik.”

[122] Saa’deddin çevirisinde: “/51b/ bulut olucak”

[123] Saa’deddin çevirisinde “/52a/ Velâkin ‘alimler Müslümanları ahiret belâsından” denilerek, bilginlerin önemi genişletilmekte ve artırılmaktadır. Peygamber’in ve Tanrı’nın şu sözleriyle sürdürülüyor:Kale elnebi ehlu’ilmu (ila) ehli’l hassati ve’l ammeti faideten”dir. Yani, dimek olur kim , Peygamber buyurur kim, ilim ehli mecmuı hassa ve â(va)ma faidesi dokunur ve hem Hak Sübhânehu ve Teaâlâ eydür “siz benü dilersüz ben dahi sizü kabul kılam. Kale allahu Teâlâ e-men yucibu’l-muztarru iza deahu. (K. 37, 62: Yahut dua ettiği zaman, darda kalmışa kim yetişiyor?)

[124] Burada, Saa’deddin çevirisindeki uzunca bir paragraph atlanmış: “/52a/ Ve hem Çalap Tengri buyurur kim, “oku(yu)n benim adımı sizin dualarınızı icabet kılan” dır. Kale allahu Teala eduvni istecibu lekum. (K. 40, 60: Tanrı buyurur: “Bana duâ ediniz kabul edeyim.”) Pes bir nice kafir din düşmanıdır (DVYM ve SAYM: Ve bir nice kâfir ten düşmanıdır. Ve bir nice kâfir mâl düşmanıdır.) ve kâfirlerden katı düşman İblis’dür aleyhulane. /52b/ zirâ kim kişiyi muti’likden ve tevâzulukdan yuyar(uzaklaştırır). Eger sen Şeytân’ı yuyarsan (uzaklaştırırsan) uçmak sana vacip olur ve hem öldürürsen gazi olursun ve eger ölürsen şehid olursun şehidlerin mertebesi peygamber mertebesinden beş mertebe artukdur. Evvel, peygamber ölücek yuvarlar, şehidleri yuvmazlar(yıkamazlar). İkinci, peygamberler ölücek donların (giysilerini) çıkarırlar, şehidlerin çıkarmazlar. Üçinci peygamberler ölücek kefene sararlar, şehidleri sarmazlar. Dördünci, peygamberler ahrette şefaat olur, şehitlere şimdiden şefaat olur. Beşinci, peygamberlere yılda birkez ziyaret ederler şehitleri her gün ziyaret ederler. Ve hem kâfirlerden ulu düşman vardur; evvel hevâ ve hevâset, ikinci kibir dalâlet, üçinci yalancılık kallaşlık.”

[125] “/52b/Bu üç nesne İblis’le ortaklıkdır müminleri yoldan çıkarırlar.

[126] Kibir isteği atlanmış Saa’deddin çevirisindeki “/53a/ kibir dilegi toyunca yimekdür ve eyü geymekdür ve Hakk’a mutî (itaatkâr) olmamakdur.”

[127] Buradan itibaren Fakih bin Hasan mensubu olduğu Sünni inancının din ve şeriat anlayışına uygun kurallar çerçevesinde inanan kişinin (müminin) tanımlamasını yapmıştır; tamamıyla kendi sözleridir. Makâlât’ın sonu böyle bitmemektedir.

[128] İkinci bölümde bizim incelediğimiz üç ayrı Saa’deddin çevirisi nüshalarındaki sonuç, ayet ve hadislerle açıklamalı olarak aşağıdaki gibidir: “/53a/Pes imdi İblis dilegin gördük ve işittik ve bu işler kimdeyse İblis kendözüdir. Ve her kimde yoğusa hasdur. Hak Sübhânehü ve Teâlâ buyurur “kim hevânızı terk idin kıyamat korhısı çün”. Kale Allahu Teâlâ ve inne minkum illa variduha. (K. 19, 71: Tanrı buyurur: “İçinizden oraya uğramayacak hiç bir kimse yoktur.”) Ve Çalap Teâlâ dilegin işle gel tamû korhısı çün. Kale allahu Teala ve inne cehenneme (mev’idühüm ecmain) meşven lilkafirin. (K. 15, 43: Cehennem onların hepsinin buluşma yeridir.)Ve hem Şeytândan sakının Çalap fermanı içün. Kale allahu Teâlâ inne eş-şeytân lekum aduvvun fe-ettehizuaduvven. (K. 35, 6: Tanrı buyurur: “Şeytan sizin düşmanınızdır, siz de ona düşman olun.”) Ve hem müminlere dünya sevmek ulu noksandur. Kale en-nebi hubbü’d-dünya re’su kulli hatıetin terkü’d-dünya re’sü kulli ibadetin. (Peygamber buyurur: “Dünya sevgisi bütün günahların başıdır; dünyayı terk de bütün ibadetlerin başıdır.) Kale allahu Teâlâ fe-emma men tağa ve eserü’-hayatü’d-dünya fe-inne’l-cehime hiyye el me’va. (K. 79, 37,38,39: Artık kim azmışsa ve dünya hayatını ahirete tercih etmişse, şüphesiz cehennem (onun için) tek barınaktır ) Ve dünyayı sevmemek Allahu Teâlâ’nın hoşnutluğun bulmakdur: Ve emmâ men hafe makâme rabbihi ve neheye en-nefs an-el-hevâ fe-elcenne hiye elme’va. (Her kim Tanrının makamından korkmuş, nefsini boş heveslerden menetmişse, muhakkak onun varacağı yer cennettir.) Bâkî kelâm, mübarek haberler ve hayırlı sözler Kur’an tefsîrinde ve hadîs-i nebevide (Peygamber hadislerinde), tezkiretül Evliya (Evliya risaleleri) ve mutavvel (daha geniş anlatılmış) kitaplarda malûm oluna sallallahu ala seyyiduna ve alehu ecmain temmet el-evrak bi-avnullah el-hallak ve bihi nasta’in. (DVYM ve SAYM: bu son Arapça cümle yoktur.)

 

Kitabın devamını pdf okuya bilirsiniz