Oku, bilgilen, fikir sahibi ol; zihnin ve gönül dünyan zenginleşsin! Dr. Ismail Kaygusuz

Diyanet İşleri Başkanı Neler Söylüyor ve Ne Yapmak İstiyorlar?

İsmail Kaygusuz

2 Şubat 2004 tarihinde Milliyet’in web sitesindeki “Sohbet Odası’nda Diyanet İşleri Başkanı Prof Dr. Ali Bardakoğlu konuk olarak ağırlanmıştı.  Başkan, köşe yazarı Derya Sazak’ın sorularını yanıtlarken, genellikle göreve geldiği aylar içinde söylediklerinin özet bir yinelemesini yaptı. Bunların yanısıra bazı yeni şeyler de  söyledi; Alevilik ve Aleviler üzerinde  görüş ve düşüncelerini dillendirdi...

Dindarlık ve Reform

Dilerseniz önce “dindar ve dindarlık, çağdaş Müslümanlık, dinde reform, laiklik, türban vb.” konularda –bazılarına çok kısa ve geçiştirici- verdiği yanıtlara gözatalım:


“Modernleşme, çağdaşlaşma, batılılaşma, bunlar iç içe kavramlar” diyor Prof Bardakoğlu:


“Burada asıl üzerindeduracağımız şey dindar ve dindarlık kavramıdır. Bir insan dindarlığını nasıl kurmalı, inşa etmeli, sorgulamalı. Din peygamberlerin getirdiği bir öğreti. Ama dindarlık bizim o öğretiyi, dini kendi hayatımıza aktarıp onu örneklendirme çabamızdır. O halde din, nasıl reforma tabi olmazsa, dindarlığımız da aksine o derece değişime ve her gün yeniden sorgulanmaya açıktır.”

Modernleşm-çağdaşlaşma,  batılılaşma kavramlarının iç içeliği bir yana, çoğu kez aynı anlamda kullanılır. Ama merak ediyoruz, kuşkusuz “batılılaşmış Müslümanlık” denilemeyeceğine göre; acaba İslam dininin, “çağdaş Müslümanlık”  söylemiyle, bilgi ve iletişim çağını yaşamakta olan batı uygarlığının akla gelen her alanda gelişmiş  ölçütleri içinde değerlendirilmesi ya da yorumlanması mı amaçlanıyor? Çünkü böyle hedef koyma, “dinin reforma tabi tutulmasına” başlangıçtır. Ne varki Başkan,  “din reforma tabi olmaz”, ancak “aksine dindarlık değişime ve sorgulanmaya açıktır” diyor. Ama öbür yandan bunu, çağdaş ya da batılı anlayışın tam karşıtı, bilinçli-bilgili, düşünen ve üreten insan  yerine, “dindar insan yetiştirme ya da bireysel dindarlık kurarak” yapacağını ileri sürüyor. Yani, Profesör Bardakoğlu’na göre “çağdaş Müslümanlık”,  dindar bireylerin artmasıyla gerçekleşecektir, öyle mi?  Doğrusu kendisinin, bile bile yarattığı bu çelişkileri  nasıl aşacağını ve daha doğrusu bu ikiyüzlülüğü ne zaman bırakacağını   merakla bekliyoruz. Gerçekte “çağdaş Müslümanlık” bir reformcu söylemidir; bu kavramın içi safsatalarla, ikircikli sözcüklerle doldurulamaz, bilim adamına bu yakışmaz.

“Dinde Reform Olur ve Olmalıdır” başlıklı  ve çeşitli web sitelerinde yayınlanmış yazımızda  şunları söylemiştik:
“Siyasetçi çengeline takılmaktan kurtulmak istediğini” söyleyen Prof. Bardakoğlu  siyasetçi ikiyüzlülüğüyle, ‘Dinde reform olmaz. Ama, dindarlık anlayışında reform olur’ biçiminde bir kavram karmaşasına başvurmuş bulunuyor. Din ve dindarlık birbirinden ayrılabilen kavramlar mıdır? Din olmadan dindarlık varolabilir mi?  Kuşkusuz,  hayır. Eğer dindarlık yoksa din varlığını sürdüremez. Dindarlık bir dine gönülden inanma ve o kutsal kitabındaki  buyruklarını yerine getirmektir. Dindar insanlar ise ya ılımlı dindardır ya da bilinçli olarak inanmaya başladığından beri, çevresindeki değişimleri hiçe sayarak-karşı olarak, yaşamının tüm evrelerini din adına ne söylenmişse onlara göre ayarlayan ve geçiren aşırı dindardır. Eğer dindarlıkta reform, bu aşırı dindarlığın akıl çerçevesinde ve yaşanılan çağın değişim ve gelişimlerine uygun biçimde algılayan ılımlı dindarlığa göre yenileme-düzenleme, ya da  Başkanın deyimiyle ‘dini biraz hafifletmek’ ise, bu dinde reformun kendisidir.”  
Derya Sazak’ın “dinde reform olmaz mı” sorusunu  şöyle yanıtlıyor Prof. Dr.Ali Bardakoğlu:
“Reformla dine yeniden şekil vermeyi kastediyorsak, peygamberlerin getirdiği Allah'ın gönderdiği din zaten çok geniş yelpazesi olan bir öğretidir. Biz ona yeniden şekil vermek yerine, kendi dindarlığımızı yenileştirme, modernleştirme ve çağa göre anlamlı hale getirme imkânına sahibiz. Yenilenme bize göre dinin yorumunun yenilenmesidir. Dindarlığımızın, dine bakışımızın yenilenmesidir. Onu din olarak gören kişiye göre ise bu dinde reformdur”.
Daha önceki konuşmalarında reform sözcüğüne şiddetle karşı çıkıyor ve yine yaman bir çelişkiyle  farklı anlamlara çekileceğini düşünmeden “reform olmaz, yenilik olur; ama içini nasıl dolduracaksınız?” diyordu. Buna karşılıkbiz de aynı makalede şöyle deyip, sormuştuk:
“Siz status quo’nun siyaset baronlarından korktuğunuz için 21.yüzyılın iletişim ve bilgi çağının koşullarına uygun biçimde İslam dininde reform gereksinimi vardır, demeye cesaret edemiyorsunuz, ama içerik konusunda endişelisiniz; henüz içine neler dolduracağınızı bilmiyorsunuz, öyle mi?”
Şimdi ise reform sözcüğüne “dine yeniden şekil vermek”  biçiminde farklı bir anlam vererek karşı çıkıyorsa da, bizim yukarıda belirttiğimiz  dinin ve dindarlığın  farklı ve birbirinden uzak kavramlar olmadığının farkına varmış. Onun için “dindarlığı ve dine bakışı, din olarak görenler için, dinsel yorumun yenilenmesi  dinde reformdur” demek aşamasını göstermiştir ki doğrusu da odur. Zaten hiç bir kimse refomla dine yeniden şekil vermeyi kastetmemektedir. Sözünü ettiğimiz yazıda dinde reform hareketi ve İslamda reformun önünün kapatılması üzerinde  şu kısa açıklamada bulunmuştuk :
“ Dinsel reform hareketi, yaşadığımız bilgi ve iletişim çağının bilimsel gelişmelerinin yarattığı büyük değişim ve ilerlemelere uyum sağlamak için o dindeki öz inanç (iman) doğrultusunda ve aklın önderliğinde yapılan yeniden düzenlemedir. Bu da o dinin kutsal kitabının, çağın büyük değişim ve gelişimlerinin yarattığı  toplumsal koşullarına göre yeniden yorumlanması demektir. Dine, akıl dışı ve yönetici sınıfların egemenlik cıkarlarına uygun sokuşturmalar da “yenilik” adına yapılmıştı. Adlarına ehlisünnet mezhepleri kurulmuş kişiler dahil olmak üzere bütün fakih ve muctehitler zihinsel emeklerini halifelerin, sultanların emirlerin, kısacası egemen yüksek yönetici sınıfların çıkarları doğrultusunda kullanarak tefsirler (Kuran yorumları) yapmış, hadis derlemiş-üretmiş (İkinci Abbasi halifesi, bugünün deyimiyle bir hadis üretme bürosu  kurdurmuştu) ve dini, çeşitli uygarlık, inanç, bilim ve felsefeyle karşılaştırarak değişen toplumsal koşullara göre değil, efendilerinin erklerini güçlendirecek biçimde kirletmişlerdir. İşte tarihlerde dine müdahele edilmiş  ve İslam dini olarak algılanan, geleneksel dogmalar böylesine bilinçli sokuşturulmuş. Sonra da ictihat kapılarının kapandığını ilan edilerek reformların önü kapatılmıştır.”
Dindarlar, Dindar Olmayanlar ve Seküler Ahlak

Başkanın ahlak konusunda söyledikleri genel doğrulardır, tümüyle katılıyoruz:

“Sadece belli ibadetleri yaparak Allah'a ve insanlara karşı, insan olmamızın borcunu yerine getirdiğimizi iddia edemeyiz. Ahlak, Allah'a inandığımızı ve ona bağlı olduğumuzu davranışlarımıza yansıtma bilincidir. Ahlaklı olmak için dindar olmak şart değil ama dindarın mutlaka ahlaklı olması lazım. Seküler ahlakı da Türkiye'de oluşturalım. Biz dinin ve dindarlığın ahlaki boyutunu fazla öne çıkaramadık. Sadece namaz kılan, oruç tutan, hacca giden insan değil, aynı zamanda davranışlarında o erdemi gösterebilen, toplumun hepsini kucaklayabilen bir ahlakı savunabilmeliyiz.”     

Bu sözler güzel de, dindar insanların, iyi ahlak sahibi ve erdemli fakat  dindar olmayan insanlara karşı ahlak dışı ve bağnazca davranışların da ötesinde saldırıları (dinin koşulları olarak ileri sürülen belli uygulamaları yerine getirmedikleri bahanesiyle) nasıl önlenecektir? Camilerde verilen vaazların, hutbelerin içeriğini değiştirmek buna  yeter mi? Olasıdır ki arkasından okullarda din ve ahlak derslerine ağırlık kazandırma önlemi(!)gündeme gelecektir. Ama sayın Başkan şimdilik bundan sözetmiyor; hiç çekinmeden hutbelerde vaazlarda değiştirilecek olan“içeriğe inanan bir din görevlisi ordusu yetiştirmek” gibi tehlikeli bir hedefi açıklıyor. Her TC yurttaşının bildiği, kendisinin ve ülkesinin güvenliğini emanet ettiği tek bir Türk Ordusu vardır. Mevcut yüzbin kişilik imam ordusu yetmiyor, bir okadar daha yetiştirilmesini istiyor Diyanet İşleri başkanı. Peki kime karşı ve ne için? Ahlakı düzgün, hoşgörürlü ve barışçıl dindarlar toplumu  yaratmak için mi?  Yoksa, aynı paragraf içinde ve satır arasında tek cümleyle verdiği “Türkiye’de seküler ahlakı da oluşturalım”  arzusu için mi?

Daha önceki demeçlerinde, “o bir siyasi terim” diye geçiştirerek, demokrasinin olmazsa olmazı laiklik sözcüğünü ağzına almayan Prof. Bardakoğlu, bu sohbetinde tek cümleyle de olsa  Türkiye’de oluşturulması-doldurulması gereken ‘bir laik ahlak boşluğundan’,  yani ‘laik ahlaksızlığın’ varlığından  sözediyor. Yılların gazetecisi Derya Sazak, ülkeninin  iç ve dış siyaset gündeminin nabzını tutan bir köşe yazarı olarak, bu cümle ile ne demek istediğini sormuyor; Başkan’dan bu sözünü açıklığa kavuşturmasını istemiyor; niçin? Kimbilir, belki de öküz altında buzağı  aramak istememiştir! Ama, bizce merak etmeli ve sorgulamalıydı. Seküler ahlak oluşturulmasını isteyen  Diyanet İşleri Başkanı, TC laik yönetiminin, laik anayasasının ve laik yurttaşlarının ahlak ve erdemine inanmamaktadır. Oysa aynı paragraf içinde, “ahlaklı olmak için dindar olmak şart değil” diyordu. Tüm bu çelişkili söylemler Başkan’ın samimi olmadığı ve ikili de değil birkaç yönlü davranışı sonuna kadar kullandığını gösteriyor.

Prof. Dr. Ali Bardakoğlu, Cumhuriyetin laik niteliği  ve laikliğe ilişkin soruya “Cumhuriyet, dini toplum yaşamından çıkarmadı. Bir alan ayırımı yaptı” yanıtını veriyor. Laik sözcüğünü kullanmaktan özenle kaçınıyor.    Bırakınız Atatürk devrimlerine,  her eylemine karşı olan Diyanet zihniyeti yeni başkanı aracılığıyla, işine geldiği için “Diyaneti kuran Atatürk. Diyanet, Cumhuriyet’ özgü bir anlayışı ifade eder” diyerek  ona sahip çıkıyor. Yine  bir takım kelime oyunlarıyla karşı karşıyayız: Gerçekte, kasıtlı bir biçimde  “toplum” ve “devlet” kavramları birbirine karıştırılarak, Cumhuriyet yönetiminin dini devletten ayırmadığı, sadece bazı alanlarda sınırlar koyduğu ifade ediliyor. Bunu da Atatürk’ün kurduğu, –her zaman söylediğimiz gibi demokratik ve laik Cumhuriyet yönetiminin temel anlayışına ve Cumhuriyet Anayasasının özüne aykırı bir teokratik yapılanma olduğu için kaldırılması gereken- Diyanet kurumunu model göstererek yapıyor. Ne yazık ki o günün koşullarında, altı yüzyıl boyunca yönetiminde Şeriatın ağır bastığı bir İmparatorluğun teba’asına gerçek laikliği empoze etmek olanaksızdı. Ama kuşkunuz olmasın sayın Başkan, Mustafa Kemal birkaç yıl daha yaşasaydı; o günün koşullarında kurmak zorunluğu duyduğu sadece başında bulunduğunuz kurum değil, sizleri  Ortaçağ zihniyeti ile donatan İlahiyat Fakülteleri de olmayacaktı Türkiye Cumhuriyeti devlet yapısı içinde!

Örtünme, Kuran Kursları ve Diyanet

“Müslümanlar kadının örtünmesini 14 asırdan beri dinin gereği olarak görüyorlarmış” yanlış. Bu Arap müslümanlar için geçerli ve üstelik  İslam öncesi bir bedevi Arap çöl geleneğidir; kadınlar da erkekler de yüzlerini kapatır, nikab takarlar. İslam diniyle de ilgisi yoktur. 10.yüzyılın ikinci yarısında Sünni İslamı kabul ettikten sonra Türklere  bir Arap geleneği olarak örtünme geçti. 920 yıllarında Abbasi Halifesinin elçilik heyetine misyoner olarak katılmış olan gezgin İbn Fadlan, Türk kadınlarında örtünme olmadığı, hatta derelerde ırmakta erkeklerle birlikte yıkandıklarını anlatır. Eğer türban takan kadınlar çağdaş görüntü kazanıyor ve dolayısıyla “Çağdaş Müslümanlık” böyle oluyorsa, erkekler de nikab taksınlar da olsun bitsin  ve dindarlık tamamlansın, ne dersiniz sayın Başkan? Oysa siz de biliyorsunuz ki, Kuran’daki “ziynetinizi kapatınız” anlamına gelen ayetin yorumu da tartışmalıdır. Zaten bunu bildiğiniz için “örtünmek dindarlığın yegane şartı değildir. Dindarlığın olmazsa olmaz şartı, inanmaktır, imandır” demek lütfunda bulunuyorsunuz.

Kamuoyu tepkisinden dolayı geri çekmek zorunda kaldıkları Kuran kursları yönetmeliği ile ne yi amaçladıkları sorulduğunda şu masum (!) yanıdı verdiğini görüyoruz:

“Kapalı kapılar ardında Kuran okutulmasını ve Kuran okutma adı altında başka işlerin yapılmasını önlemek istedik.”

Doğrudur, onlara göre Kuran kursları gizli ve çekinerek verileceğine ilköğretim kadar toplumsal-güncel  yaşamın bir parçası olmalı ki, dindar bir toplumun oluşmasının süresi kısalsın! Unutmayalım ki kastedilen dindarlık, Maturidi meşrepli Hanefi dindarlığıdır; hoşgörüsü yoktur; diğer din ve inançlara yaşam hakkı tanımaz. Diyanet’in kuruluşundan ve Elmalılı Hamdi Yazır’a Kuran’ı Kerim’i “Hanefi içtihatlarına uygun biçimde Türkçe tercüme ve tefsir ediniz!” emri verildiğinden beri bu böyledir; o tarihten beri Türkiye Cumhuriyeti zımnen (kapalı olarak) Sünni Hanefiliği resmi din seçmiştir. Her fırsatta söyledikleri, “Diyanet İşleri bir Sünni-Hanefi kuruluş değildir, her inançtaki yurttaşlara hizmet vermektedir” lafı kocaman bir yalandır. İlahiyat Fakülteleri de öyle; diğer İslami mezheplerinin inanç, düşünce ve dinsel uygulamaları da Sünni bakış açısıyla incelenmektedir. Bunları İlahiyatçı bilginlerin bilimsel (!) araştırma ve inceleme yazılarında açıkça görmekteyiz.   

Bu bölümü Kuran Kurslarına ilişkin unutamadığımız bir anıyla kapatarak, Diyanet İşleri Başkanı’nın Alevilik ve Aleviler hakkında  söyledikleri üzerinde durmak istiyoruz.

1960’lı yılların sonlarında Edebiyat Fakültesinde okurken, bir yandan da öğretmeni olarak Eyub/Silahtar/Emniyettepe İlkokulunda  çalışmaktaydım. Sanırım 4. sınıftı; zil çalmış birinci derse başlamıştık. Dersin ortalarına doğru, evlerinde kirada oturduğumuz Safiye Akyıldız girdi. Başına sıkıca sardığı eşarbına boynundan sıkı bir düğüm atmıştı. Ayrıca kızcağızda kalça çıkıklığı vardı ve topallayarak yürüyordu. Hiç birşey söylemeden yerine oturdu ve başından eşarbını da çıkarmamıştı. Safiye’yi hiç öyle asık surat ve sinirli görmemiştim. Gözucuyla onu izliyordum. Başını açmasını isteyen arkadaşlarına kızıyordu. Yanına gittim ve ben daha birşey sormadan ağlayarak konuşmaya başladı:
“Öğretmenim, ben Pazar günleri camideki Kuran kursuna gidiyorum. (Sınıfa göz gezdirdim birkaç kız ile biriki erkek öğrenci de parmak kaldırmış, aynı kursa gittiklerini belirtiyorlardı) Dün gece çok kötü düşler gördüm; saçlarım tel tel yılan olmuş boğazıma sarılmışlardı. Beni boğmaya çalışırken, bir yandan da konuşuyorlardı”
Tahmin etmiştim arkasından ne çıkacağını. Neler söylediklerini anımsayıp anımsadığını sorunca sürdürdü: “Öğretmenim bana dediler ki,  eğer bir daha saçlarını açarsan, bir tek telini bile kmseye gösterirsen her gece seni böyle boğarız...”Çocuklar gülmeye başlamışlardı. Sınıfın zeki ve çalışkan kızlarından biri olan Fatma parmak kaldırmış söz istiyor ve bir yandan da gülüyordu. Konuşmasını isteyince anlattı ve Safiye ile diğerleri de onu onayladı ya da söze karışıp ayrıntıladılar:

“Öğretmenim Safiye’nin o düşü neden gördüğünü ben söyleyeyim. Kuran kursu hocası,  hep bize  yalnız kursa gelirken değil her zaman başınızı örtün, saçlarınızı kapatın diyordu. Biz de okul müdürü ve öğretmenimiz kapatmamızı istemiyor, biz de istemiyoruz diyorduk. Öğretmenim, o hoca zaten hep öğretmenlerin aleyhinde konuşuyor; sizin anlattıklarınızın tersini söylüyor. Amerikalı astronotların da aya indiğine de inanmıyor. (öbürleriyle birlikte tek ağızdan:) Dünyanın  yuvarlak olduğuna da, döndüğüne de. Öğretmenim, dünkü kursun sonunda dedi ki-zaten her sefer birşey söylüyor-  ‘bakın Kuran’da yazılı; kızların saçlarının bir telini göstermesi bile günah, onlar cehennemlik olacak. Saçlarının her teli yılan olup boyunlarına sarılacak. Boğulduktan sonra da zebaniler onları ateşe atacaklar!’ Ben inanmadım, hiç Allah böyle şeyler söyler mi Kuran’da? Safiye inandığı için korkmuş ve rüyasında görmüş”

Olay korkunçtu, uyduruk din kuralları adına, Kuran’da yazılı yalanları söylenerek  körpecik beyinler korkularla dolduruluyordu. Okul yönetimi, benim adalete şikayet önerimi benimsememiş ve bazı  veliler aracılığıyla Cami hocasını uyarmıştı. Ancak  Safiye’yi, okul dışında başını kapatmaması için kimse ikna edemedi. Belli ki kızcağız okul içinde başını açarak işlediği günahı azaltacağını düşünüyordu!...

Derya Sazak’ın Diyanetin yeniden yapılanması ve  Alevilerin  temsili hakkındaki sorusuna verilen yanıtlardan, AKP hükümetinin uzun döneme yayarak kafalarına ve dinsel anlayışlarına göre -Alevilere rağmen-Aleviler için bazı adımlar atmaya karar verdikleri anlaşılıyor. Bunları  kamuoyuna Diyanet İşleri Başkanı Prof. Bardakoğlu  yazara verdiği yanıtlarla açıklıyor:

“...(Adım) atacağız tabii, toplumun tüm kesimlerini kuşatan bir Diyaneti olmasına özen göstereceğiz. Sadece 50'sinden, 60'ından sonra camiye gidenlerin Diyanet'i değiliz. Figüratif bir din kurumu olmak istemiyoruz.   Bilgiyi esas alarak dini anlatıyoruz. Kutsala bağlılık, dindarlık, birçok alanda sömürülüyor. Biz bunlarla sağlıklı bilgi üreterek mücadele ederiz.”

Böylece dindarların sayısını artırıp, dindarlığın alanını devletin diğer kurumları içinde genişleterek nereye kadar gidecekler? Cumhuriyet’in niteliğini değiştirinceye kadar mı dersiniz?
Başkan’ın Aleviliği tanımlamasına gelince: Bugüne kadar Diyanet dahil Sünni çevrelerin çeşitli kesimlerince “Alevilik Türk Sünniliğidir; Alevilik Türk İslamı, halk İslamı, Anadolu İslamıdır; Alevilik Hanefi mezhebinin bir tarikatıdır; Alevilik bir meşrebdir...”biçiminde yapılan tanımlara göre,  pek çok eksik ve olumsuzluklarına rağmen daha ileride ve biraz da uzlaştırıcı olmaya çalışıyor. Ancak temelde Diyanet İşlerinin öteden beri yaptığı Alevilik değerlendirmesinme  fazla birşey getirmiyor:

“Aleviler bizim Müslüman kardeşlerimizdir. Aleviliğin ayrı bir din olarak görülmesine tahammül edemeyiz. Alevilik, İslamın içinde bir kültürel anlayıştır, mezheptir. Üst kimlik Müslümanlıktır” diyor


“Alevilik Bir Kültürel Anlayış” Değildir

Diyanet İşleri Başkanı İlahiyat Profesörünün tanımlamaları ve İktidarın teşvik ve telkinleriyle kafasında  kuramsallaştırıp  uygulamaya sokmak istediği modeli irdelemeye geçelim. Başkan’ın  Milliyet köşe yazarının “kafanızda bir model var mı?” sorusuna verdiği yanıt şöyle:

“ (Aleviliğin) kültürel kaynaklarının ortaya çıkması lazım ki, Sünnileri Alevileri az dindar, çok dindar noktasından çıkarıp söylemimizi ortak paydamız olan Islam çizgisine çekmemiz lazım. Anadolu'daki Alevilik, Osmanlı döneminde Sünnilik, halifelik içinden çıkmış bir eğilimdir, Şia'dan kaynaklanan bir şey değildir. Anadolu kültürünün bir parçasıdır. Diyanet'te bir araştırma merkezi kuracağız. Orada 'Müslümanlık üst kimliği altına girebilen kültürlere nasıl bir din sunabiliriz'in programını yapacağız. O bakımdan ağır hareket ediyoruz, çünkü bunların bilimsel verilere dayanması gerekiyor.”

“Aleviler Seçimler ve Diyanet” başlıklı yazımızda şunları söylemiştik:

“Çağdaş-laik-demokratik bir devletin, öz sistemini belirleyen bilimsel (devlet) felsefesi vardır, fakat asla resmi dini olmaz. Ama ülkemizde, laiklik kavramının özüne ve anlamına aykırı, ‘Türkiye tipi bir laiklik’, devletin yapısı içinde inatla sürdürülmekte ve ısrarla savunulmaktadır. Kısacası çağdaş demokratik devletin olmazsa olmazı, sosyo-politik anlamda bir laiklik yoktur Türkiye’de, çünkü devlet gizli bir resmi din uygulaması içindedir; bu din Ortodoks İslamın, yani Sünniliğin Hanefi Mezhebi’dir. Devlet, bu mezhebin inanç sistemi ve şer’i ilkelerini, İslam dininin kendisiymiş gibi  anlatmakta ve (İlkokuldan Üniversiteye kadar) eğitiminin yapılmasına aracı olmaktadır. Diyanet İşleri, resmi bir devlet kurumu olarak, 75 yılı aşkın bir zamandır büyüye büyüye ‘devlet içinde, sınırsız olanakları,vakıfları,  bütçesi ve kadrolarıyla bir din devleti’ gibi siyasete egemen olmuştur; toplam nüfusun üçte birini oluşturan İslam Heterodoksizmine bağlı, yani Alevi toplumunun inancını, Ortaçağın din devletleri anlayışı çerçevesinde değerlendirmektedir. Kendine özgü bir Tanrı anlayışı ve ibadet kurumlarıyla bir İslami inanç ve felsefi  sistem olan Aleviliği kabul etmemekte ve Hanefi mezhebinin bir tarikatı olarak tanımlamakta, dolayısıyla bu mezhebin ilkelerine uymayı dayatmaktadır.”(www.alewiten.com)

Bu görüşlerimiz değişmiş değildir. Çünkü açıkça görüldüğü gibi, AKP iktidarının “Türkiye tipi laikliğe” bile tahammülü yoktur; dinin Diyanet kurumu aracılığıyla Cumhuriyet yönetiminde etki alanını genişletmek ve yönetimin niteliğine müdaheleyi amaçlamakta. Dindarlığın sınırlarını yapabildiğince ilerilere çekmek ve dindar nüfusu artırmak için “yeni din görevlileri ordusu” oluşturmayı da bu hedefin araçlarından biri yapmak sevdasındadır. Yeni Başkan  Aleviliğe, bir “Hanefi tarikatı” demiyor; “İslamın içinde bir kültürel anlayıştır, mezheptir” tanımı getiriyor.  Ama hangisi? Kültürel anlayış mı, mezhep mi? Bu açık değil. Yoksa ikisini de mi kapsamaktadır? Ya da iki kavramı aynı anlamda kullanmaktadır. O zaman her iki durumda, basit bir mantık önermesini kullanarak; genel  anlamda ‘mezhep” denildiğine göre biz de Sünniliğe “İslamın içinde bir kültürel anlayıştır” (mı) diyececeğiz? Sünni İslam tarihçisinden, İlahiyatçısından tutunuz da bakanına Başbakanına kadar ilgisi olan olmayan herkes Aleviliğe bir tanım getiriyor, “inanç değil kültürdür, kültürel anlayıştır”; tapınma törenlerimize “halk oyunları, folklor” ya da “cünbüş-eğlence”  diyorlar.

“Aleviler bizim Müslüman kardeşlerimizdir” diyen insanlar,  inancımızı sadece aşağılamak için “Aleviliğe kültürdür (ki “kültür” sözcüğü gerçekte sosyoloji ve sosyal bilimler sınırları
içerisindeki din, inanç, mezhep dahil pek çok kavramları içinde barındırır), inanç değildir” diyerek düşmanlık gösterir mi? Hem sonra bizi ve inancımızı kafanıza ve keyfinize göre tanımlama hakkını size kim verdi? Hangi ahlak ölçüsüne sığar bu?  Alevi yazar ve araştırmacılar;
“Sünniler camide dedikodu yapmak ve birbirini çekiştirmek için toplanıyor; namaz dedikleri de eğilip doğrularak, yere uzanarak yaptıkları bir takım cimnastik hareketleridir. Bu nedenle Sünnilik bir çeşit bereysel ve toplumsal kültürel alışveriştir” biçiminde tanımlamalar yapsa tepkiniz ne olur ? Doğrusu bu bir merak konusudur!

Alevilik,  İslam dininin Sünnilikten farklı ve ona aykırı düşen (heterodoks anlamda, yani ortodoksluğun karşıtı) batıni yorumudur; ayrı bir din değil, İslamın kutsal kitabı Kuran’ın batıni yorumuna (tevil, içsel ve mecazi anlamını çıkarma) uygun düşen diğer birçok (tarihsel ve bölgesel) dinsel ve felsefi inançlardan ögeler özümsemiş bir syncretic(birleştirmeci-bağdaştırmacı) inanç sistemidir.

Sünnilik de İslam dininin kendisi değildir; dört büyük İslam fıkıh okulunun (ya da mezhebin) kurucusunun yorumladıkları İslami yorumlardan oluşan (zahiri) inanç sistemidir. Öbür yandan İmam Cafer’den esinlenip İmamiye mezhebi (Oniki İmamcılık) olarak bilinen  ve 17.yüzyılda katı ortodoks Caferiliğe dönüşen Şiilik inancıyla İslam ortodoksizmini oluşturur.

Alevi inancında Muhammed rehber, mürşid Ali’dir ve Muhammed’in rehberliğinde  Ali’ye varılır; bu demektir ki Muhammed’i tanımadan  Ali’ye varamaz ve Ali sırrına eremezsin. Allah-Muhammed-Ali üçleminde vahdede (Birlik) ulaşılır.  Alevi inanç anlayışında Muhammed zahiri (açıklığı, biçimsel tapınmaları), Ali batını (gizli tapınmayı; yani ‘ölmeden önce ölme, ahiret hesabını burada görme; benliği öldürerek özünü tanıma ve  el ele, el Hakk’a-hakikata ulaşmayı) temsil eder. Ali’den sonra ikinci büyük batıni üstad İmam Cafer Sadık’tır. Alevilerin batıni tapınmaları Görgü Cemlerindeki adab-erkandır; cemlerde yapılan “Ali meydanında malı-varlığı ortaya koyup; malı mala, canı cana katma” törenleridir.  Alevi adab-erkanını anlatan  “Buyruk” metinlerinde;  “Eğer sorsalar, ikrar-ı tercüman nedir?” sorusuna şu yanıt verilir: ‘Cevap: Şah-ı Merdan kuluyum, Al-i aba nesliyim, İmam Cafer Sadık mezhebindenim. Rehberim Muhammed, mürşidim Ali’dir.” Anadolu Alevi-Bektaşileri İmam Cafer Sadık mezhebine bağlıdır; ancak onların mezhebi heterodoks,  yani batıni Caferiliktir.

Bir İlahiyat Profesörü olan Diyanet İşleri Başkanı’nın  ve bağlı bulunduğu devlet bakanlığı makamında oturan  İlahiyatçı ve felsefeci Prof.Dr. Mehmet Aydın’ın, ülke nüfusunun üçte birini oluşturan bir büyük  topluluğun (Alevilerin) inancı hakkında doğru bilgi sahibi olmamaları kocaman bir ayıptır! Batı Üniversitelerinin Teoloji Fakültelerinde bütün dinler ve mezheplerle birlikte heretic (sapkın) niteledikleri tüm Hristiyan heterodoks inançları da araştırıp incelemekte ve okutmaktadırlar; özel araştırma kürsüleri ve departmentları vardır. Türk Üniversitelerinin İlahiyat Fakültelerinde bugüne dek Alevilik hakkında araştırma-incelemeler, tezler yazılarak doğru ve ayrıntılı bilgi üretilmemiş; çağımızın bilimsel görüş ve anlayışı içinde –eski ortodoks İslam heresiografları terminolosiyle değil- değerlendirilmemiş olmasını nasıl nitelemek gerekir dersiniz ayıbın ötesinde?  Hanefi mezhebi inanç ve anlayışı çerçevesinde ve  devletin  Türk-İslam ve assimilasyon siyasetleri açısından yaklaşılarak yapılan bazı arştırmaların da sonuçları ortada!

Prof. Dr. Mehmet Aydın’ın geçen yılki demeçlerinden birinde, “İslamın Alevi yorumu üzerinde bilgi yoktur; Alevi dünyasındaki düşünce ve bilgi zenginliğini yeterince bilmiyoruz” demesini o zaman çok yadırgadığımızı yazmıştık. Şimdi ise üzülerek kınıyoruz.  

Ancak onun,  hiç değilse “Alevilik İslamın bir yorumu kabul edilir” demeye dili varmıştı. Oysa Diyanet İşleri Başkanı Profesör Bardakoğlu ise Aleviliği “İslamın içinde kültürel bir anlayış” olarak değerlendiriyor. Arkasından yanlış uygulama istekleri peşpeşe sıralanıyor:

“Sünnileri çok dindar, Alevileri az dindar, noktasından çıkarıp söylemimizi ortak paydamız olan İslam çizgisine çekmemiz lazım” diyor. İyi de  ortak paydamız İslam, ama Alevilerin Tanrı ve dinsel inanç anlayışı ile Sünnilerinki farklı birbirinden, çok da aykırı. İslam çizgisinde ortak olduğumuz tek önemli ilke “Kelime-i Şehadet”; onu birlikte  söyleriz, ama biz fazladan olarak içimizden de “Aliyyün veliyulllah” (Ali Tanrının dostudur) deriz.

Mademki Diyanet İşleri Başkanı aramızdaki bu aykırılığı bilmiyor-kuşkusuz bu büyük ayıp-, öyleyse bir ulu ozanımızdan bazı inançsal ilkeler geçelim de öğrensin, ne dersiniz? Ayrıca  “Anadolu'daki Alevilik, Osmanlı döneminde Sünnilik, halifelik içinden çıkmış bir eğilimdir, Şia'dan kaynaklanan bir şey değildir” gibi sözler ettiğine göre, heterodoks –batıni anlamda Aleviliğin çıkışı hakkındaki bilgisi de çok zayıf. Şia’dan maksadı İran Şiiliğiyse  doğrudur, ama Ali yandaşlığı anlamında kullanmışsa çok büyük hata yapıyor; çünkü Alevi inancının merkezinde baştan sona Ali vardır.

Sünniliğin, mezheplerin ortaya çıktığı Abbasi halifeleri döneminde oluştuğu doğru da, Anadolu’da 16.yüzyılda yükselen Aleviliğin kendisi değil, Aleviliğin Kızılbaş siyasetiydi; çünkü Alevilik Anadolu’ya yüzyıllar önce gelmişti.

Aleviliğin  Ortaya Çıkışı,  İnançsal Özelliklerine Değinmeler ve Sonuç

Prof. Dr. Mehmet Aydın’ın bir demeci üzerine yazmış olduğumuz “Din Konularında Gerçekçi ve Cesur olabilmek ve Diyanet varolmalı mıdır?” başlıklı makaleden-eminiz ki, ne Diyanet İşleri Başkanı ne de diğer Diyanet yetkilileri okumuştur- kısa bir bölümü burada yinelemek yerinde olacaktır:

Prof. Dr. Mehmet Aydın gibi İslam felsefeleri ve tarihini çok iyi bilen bir teolog ve felsefecidir. Onun, özellikle Halife Osman (644-656) döneminde gulat ve guluvlar (taşkın/azgın ve aşırılar) adı verilen Ali tanrısallığı inancıyla başlayıp; bölgesel  din, inanç ve felsefi akımlardan bazı ögelerle birleşerek (syncretisme) sürekli yenilenen, değişik adlarla yönetimlerin resmi dinine (Ortodoks İslam ilkelerine) aykırı ve çoğu kez karşıt gelişen Heterodoks akımları ayrıntılarıyla bilmemesi olanaksızdır. 12.yüzyılın başlarında yazılmış Şahristani’nin al-Nihal al-Milal’ında anlatılan 100’e yakın heterodoks gruptan %90’ı anthropomorphist (insan biçimli Tanrıya inanma) ve Ali-Ehlibeyt tanrısallığını temel alan batıni-Alevi kümeleşmelerdir. Özellikle İmam Bakır (ö.740) ve İmam Cafer (ö.765) çevresindeki bu proto-Alevi kümeleşmelerin büyük bir bölümü, insan biçimli Tanrı, Ali-Ehlibeyt tanrısallığı, İnsan-Tanrı birliği kavramları, düşünce ve inançlarını Kur’an’ın  batıni (ésotérique) yorumlarından çıkarmışlardır.

İşte kökeni bu erken heterodoks akımlara dayanan, onların batıni inançlarından kaynaklanan Anadolu Aleviliği(-Bektaşiliği), Ortodoks İslam (Sünni) inancına aykırı bir Tanrı ve tapınma anlayışına sahiptir. Büyük Alevi düşünür ve ozanı Kaygusuz Abdal’ın (14. 15.yüzyıl) Vücudname’sinden yaptığımız aşağıdaki alıntılar bu anlayışı, yorum gerektirmeyecek bir biçimde yansıtmaktadır:  
“Evvel ü ahir menem...Cümleye Mabud (Tanrı) benem, Kabe benem put benem; Alem külli vücudumdur vücudum, Özüm özüme kıluram sücudum (yani secdeleri, tapınmamı kendime yaparım İ.K.). Eşya-yı mahluk Halik’ten ayrı degüldir(yani yaratılmış nesneler-maddeler, yaratıcısıyla birdir; ayrı olamaz, herşey Tanrıdır İ.K.).”

“...İmdi herkim herşeyi görür, Hakk’tan ayru nice görür. Bunlar Hakk’tan ayru degildür. Çünki Hak taala hazretleri eşyaya ‘muhit’ imiş. Yabanda aramanın aslı yoktur. Yabanda arayanlar bulamadılar. İmdi eşyada aramanın aslı budur ki delili ‘adem’dür. Yani ‘insan-ı kamil’dür...Delil ‘adem’dür, sıfat ‘adem’ sıfatıdur. Ve zat-ı kadim’dür. Ezelidür ve ebedidür; Tanrı’dur. Her mekanlar anundur ve sıfat ve hem alem anundur. Hem şekiller ve hem varlık anundur…”

“Yine Resulullah Sallallahü Aleyhi vesselem buyurdu ki: ‘Külli maksudin mağbudun’ . Bir kişinin maksudı (yani erişmek istediği meramı, arzusu İ.K.) ne ise Mabudu (Tanrısı)  dahı  oldur dimek olur. Zira özini bir mürşide irişdür. Gözin aç özin bak gör heman kul mısun, sultan mısun?...”

“Pes adem  kendüyi bilmek mücerred (soyut) Hakk’ı bilmek gibidür...Zira ki mahluk (yaratık, yaratılmış), sıfat-ı Hak’dur. Çünki sıfat rencide olır ise, zatı dahı rencide olur. Çünki Akıl Allahu Taala’nın terazisidir (Nisa Suresi, ayet 126). Gerekdür ki egri yola gitmeyüz. Hayr u şer fark ola, Eşya-yı mahluk Halik’den ayrı degüldür (yani yaratılmış nesneler-maddeler, yaratıcısıyla birdir, ayrı olamaz İ.K.)...Yirde ve gökte her ne var ise adem(de)dür. İşte yirün gögün ‘Halifesi’ ‘adem’dür. Her ne ki istersen ademde bulınur...”(Kaygusuz Abdal, Vücudname’sinden)  

Şeyh Bedreddin (ö.1420)  de, “Hakka erişmek, onunla birleşmek demek insanın kendi saf varlığına erişmesi demektir” diye açıklıyor. (Varidat, s.125)

Bunlar gerçekte Hacı Bektaş Veli’nin Makalat’ında söylediklerinin başka sözlerle anlatımı ve genişletilmesinden başka bir anlayış değildir ve tasavvuftaki vahdet-i vücud ‘dan (insan-Tanrı birliği), vahdet-i mevcud’a (pantheism) uzanan Tanrı inancıdır. Bu çeşit Tanrı algılaması olmasaydı, ne hümanizm yani insanseverlik, ne de doğa-çevre sevgisi oluşurdu.

Batıni-Alevi inanç anlayışında insan, Tanrının yeryüzünde hem vekili, hem mazharı, hem de kendi parçalarından bütüne ulaşan birliğidir; adı Tanrı, Ali, Muhammed, Ehlibeyt beşlisinin ya da Allah Muhammed Ali üçlüsünün birliği, Muhammed Hanefi, Haşim,  Muhammed Bakır, Cafer, İsmail, Salman vb. olsun farketmiyor. Hepsi de birer insandır. Bunlar, tarih boyu değişmez dogmalara sahip ortodoks İslamın bidat ve sapkınlık olarak gördüğü ve hiçbir zaman hoşgörü göstermediği anlayışlardır. Egemen ortodoks yönetimler tarafından , bu özgür inanç biçimlenmelerine eğilim duyanların oluk oluk kanları akıtılmış, derileri yüzülmüş, birçoğu da diri diri yakılmışlardır.( İlk örneklemeler için “İmam Bakır ve Cafer Çevresinde Oluşan Proto-Alevi Kümeleşmeleri ve Muhalefet Hareketlerine Katkıları” makalemize bkz. www.Alewiten.com/tarih-genel) Ayrıca Tanrı kurtarıcılık görevini verdiği dostlarında, yani Velilerde-İmamlarda görünüm alanına çıkar (manifestation).  Ali, veliliğin ve velilerin şahı (Şah-ı Velayet), İmamların atasıdır. Ve Batıni-Alevi inancında tüm zamanların/dönemlerin velileri, İmamlar ve kurtarıcı yüce kişiler (insan-ı kamiller) Ali olarak nitelendirilir ve birer Tanrısal mazhardır; tek aydınlatıcı ışık olan olan Tanrının parçaları ve yansımalarıdır. Her sıradan inanan da ‘Ali’nin hizmetinde bir Salman olmaya’ çaba gösteririr. (www.alewiten.com/genel  )

İşte Alevi-Bektaşiliğin gerçek inancı ve Tanrı anlayışı budur. Bunlar Hanefi Sünnilik anlayışına sığar mı? Ortodoks İslamı  yeniden canlandıran, yani “İhya-ı Din”yapan ( ve batıni Aleviliğin büyük düşmanı); namazı, abdesti, dahası  “tuvalete girerken önce sol ayağınızı atınız” diyecek denli  İslami yaşayışı katı kurallara bağlayan ve bu yüzden Muhammed Peygamber kadar saygı gören  İmam Gazali’nin (ö.1111) doğmatikleşmiş Sünnilik düzenlemesiyle asla bağdaşmaz Alevilik.!

Derya Sazak’ın yaptığı söyleşide, Diyanet İşleri Başkanı son sözler olarak diyor ki:

“Alevilik Anadolu kültürünün bir parçasıdır. Diyanet'te bir araştırma merkezi kuracağız. Orada 'Müslümanlık üst kimliği altına girebilen kültürlere nasıl bir din sunabiliriz'in programını yapacağız.”

Kültür kavramının içerdiği anlamların çeşitliliği bağlamında, Türkiye toplumu olarak, Aleviliğimiz kadar  Sünniliğimiz de Anadolu kültürünün bir parçasıdır. Magreb ülkelerinde (Kuzey Afrika), Arabistan, Hindistan-Pakistan, Ortaasya Türki Cumhuriyetleri, Endonezya vb.ülkelerde yaşayan Sünni topluluklar –inancın özündeki birlikteliğe rağmen- birbirinden çok farklı dinsel yorum ve uygulamalar içindedir. Dahası Hindistan-Pakistan ve Endonezya Hanefi Sünniler bile Türkiye Hanefilerinden büyük farklılıklar gösterir.  Farklılıklar kültür kavramının bu özelliğiyle ilşkilidir; yaşanılan ülkenin kültürüyle karşılıklı etkileşim ve bütünleşme! Aynı şekilde İran’daki Ehl-i Haklar-Karapapaklar-Kızılbaşlar, Irak’ta Kakailer-Şebekler, Suriye’de Nusayriler-Şahi İsmaililer, Yemen ve Hindistan’da  Mustali İsmaililer(Bohralar), Endonezya’da Sasaklar ve dünyanın 20 ülkesine dağılmış Nizari İsmaililer adları altında yaşamakta olan Alevi topluluklar da aynı batıni inanç özelliklerini birbirinden farklı biçimde yorumlamada ve tapınma uygulamalarını sürdürmektedir.  

Diyanet İşleri Başkanı’na göre önce “üst kimliği Müslümanlık olan kültürlere nasıl bir din götürüleceğini” saptamak gerekliymiş. Cümle bu durumuyla anlaşılmaz ya da anlamsız  bir karmaşıklık içinde. Sormazlar mı? Mademki sözünü ettiğiniz kültürler (ki bu kültürlerden Alevilik(!) dışında hangilerini kastettiği belli değil) İslam dininin alt kimliğini taşıyor, yani Müslümanlık kapsamı içinde bulunuyor, neden onlara bir din götürmekten sözediyorsunuz? Ama biz yine bunu bir sözcüğün yazılması unutulduğu ve “din hizmeti” götürülmesi istendiği biçiminde kabul ederek; Diyanet’te kurulacağını söylediği araştırma merkezinin,  kültür anlayışı olarak niteledikleri Aleviliğe neyi götürmeyi  planlayacağını şiddetli merak ediyoruz.

Görünen o ki, bu merkezde istihdam edilecek İlahiyatçı araştırmacılar ve Sünni ulema, Türkiye’de yaşayan Alevilik ve Alevi toplumuna kendi dinsel ve siyasal inançları doğrultusunda resmi bir ad koymaya, tanımlamalar yapan, dinsel hizmet dedikleri ilkeler getiren kalın kitaplar yazmaya hazırlanıyorlar.  “Dinim Muhammed, imanım Ali ve mezhebim İmam Cafer Sadık” diyen, “Allah Muhammed Ali Birliği’inde, Ehlibeyt ve Oniki İmam sevgisinde, Hacı Bektaş Veli’nin Pir’liğinde bütünleşmiş ve onun “eline beline diline sadık ol” sözünü kendisine ahlak kuralı edinmiş koca bir toplumun bin yıllık inancını kültürel anlayış, bireysel ve toplumsal yaşamlarına düzen veren sazı, sözü semahıyla kadın-erken birlikteliğinde yaptıkları tapınma törenlerini kültürel etkinlik-eğlence saydıkları için, onlara din götürmeyi tasarlıyorlar; yani assimilasyon planını başlatma aşamasına girmiş bulunuyorlar. Yaparlar mı yaparlar, çünkü yüzlerce trilyonluk bütçesi olan bir devlet kurumu ve ülkenin en büyük Holdingleri arasında yeralan Diyanet Vakfı ellerinde !     

Alevi-Bektaşi toplumu olarak Diyanet İşle Başkanı’na topluca sormamız gerekiyor:

Neden  bizim gerçek inancımıza, Alevi kimliğimize saygı göstermiyor da, kendi anlayışınıza göre bize yeni bir elbise giyirmeye ve Alevi-Bektaşilik için yeni tanımlamalar ve kurallar üretmeye çalışıyorsunuz?  

Gerçekte siz, İslam dinini Hanefi Sünni Şeriatına indirgediğiniz ve bu bağlamda Alevileri müslüman saymadığınız için, bu yolla bizleri müslümanlaştırma gayreti içindesiniz. Bu arada heterodoks İslam tarihini bilmeyen,  yanlış anlayan ya da kasıtlı bazı Alevi araştırmacıların, “Alevilik İslam dışındadır” diye yalan-yanlış şeyler yazıp çizmeleri de ekmeğinize tereyağı sürüyor, değil mi?

Zaman ve uzaklık boyutlarının aşıldığı ve uzay içinde dünyasal değil, evrenseli yaşadığımız bilgi ve iletişim çağında,  neden ve nasıl, Alevilik inancına ortaçağ anlayışı yaklaşımı içinde olabiliyorsunuz?