Oku, bilgilen, fikir sahibi ol; zihnin ve gönül dünyan zenginleşsin! Dr. Ismail Kaygusuz

Koridorlardaki Postal Sesleri

Rap! Rap! Rap! Rap!…

103 numaralı odada Klasik Filoliji, Arkeoloji ve Eski Çağ Tarihi öğrencileriyle ortaklaşa yaptığı Eski Yunanca Gramer dersindeydi. Fakülte binasının üçüncü katı burası. Kırk kişilik sınıf ağzına kadar dolu, ama çıt çıkmıyordu. Koridordaki iki silahlı askerin, yürüyüş kolundaymışçasına birbirlerine uydurdukları ayaklarının sesleri kapıya yaklaştıkça, sınıf daha da sessizleşiyor. Boyunlarını büküyorlardı. Hoca ise, askeri darbeden sonra bir gecede sınıf ve amfi kapılarının ortasına açılmış avuç içi genişliğindeki deliğe doğru bakıyor ve oradan içeriyi dikizleyen askerlerin gözlerini yakalamaya çalışıyordu. Sanki öfkesini o gözlerden çıkaracaktı!

Rap! Rap! Rap! Rap pa da Rap!..

Kapının önünden her geçişlerinde birkaç saniye ‘Rap! Rap!’lar susuyor, sonra yeniden başlıyordu. Postal seslerinin kafalarda tam mehter müziğine dönüşmeye başladığı koşullanma noktasındaydılar sınıftakiler. İçeriye girip her biri bir köşede elleri tetikte bekleyebilirlerdi de! Askerlerin görevi vatanı milleti kollayıp korumak değil miydi? Öyle ya hoca ve öğrenciler bu millertin bireyleri, Üniversiteler de vatanın küçük bir parçasıydı!

Rap! Rap! Rap! Rap! Rap!

Günlerden çarşambaydı. Sabahın 10.00 nundan 4.30’a dek, gün boyunca aralıksız üç ayrı sınıfa dersi vardı. Öğrencileriyle konuşup, onların diğer ders saatlerine göre ayarlama yapmış, iki saatlik derslerin 15 er dakikalık teneffüslerini birleştirerek başa ya da sona koymuşlar. Böylece ara vermeden bir buçuk saat ders yapıyordu her sınıfta.

Yarım saat boyunca o günkü gramer konusunu anlattı. Kuralları örneklemeler yaparak yineledi. Okuttuğu Eski Yunanca gramer kitabı, bir Klasik Filoloji profesörü  tarafından, bazı ufak değişikliklerle İngilizceden aktarılmıştı 1950’li yıllarda. Osmanlıca kırması bir dille yazılmış. Onlara kitaptaki kuralları sadeleştirerek,  derslerinde anlaşılır kılmaya çalışıyordu. Hiç de çekici olmayan bu kuru, konuşulmayan dilin usandırıcı dersini öğrenciye sevdirmek, çekici kılmak için çırpınır dururdu. Çalışma yaşamı hep öğretmenlikle geçmiş olduğundan, öğrenci psikolojisini iyi biliyordu. Dağılan dikkatlerini, o anki ilgi alanlarına girip, çaktırmadan derse yönlerdirmesine öğrencilerin kendileri de şaşardı çoğu zaman.

Rap! Rap! Rap! Rap pa da Rap!

Koridordaki askerlerin postallarının çıkardığı sesler kafasında zonklaya zonklaya dersi sürdürüyordu. Şu gençler darbeden önce böyle miydiler? Kurallar, tümceler üzerinde tartışıyorlar; bunların betimsel çağrışımlarından esinlenip sorular soruyor, antik çağın sosyal ve ekonomik yaşamını didik didik ettiriyorlardı. Bir anda gramer dersi Eski Çağ Tarihi ve Kültürü dersine dönüşürdü. Anlatırken ve tartışırken kendisi de çok şeyler öğrenmişti düşünüyordu da. Tarihsel olayları yorumlama ve tanımlamalarda gençlerden bir çoğunun kendisini aşmış olduklarını görür ve bundan da kıvanç duyardı. Hegel diyalektiği bu aydınlık dafaları bağlamadığı gibi, doyurmuyordu da. Varoluşculuğun bireyci karmaşıklığına düşmeden Marks'ı keşfetmişlerdi… Şimdi düşündüklerini değil söz ve yazıyla, el ve yüz işaretleriyle bile dışavuramıyorlardı. Düşüncelere zincir vurulmuştu. Sol elini kaldırmak derste, sol gözünü kırpmak ya da sol ayağını öne atmak bile muhbirlere iş çıkartıyordu. Hoca dolaylı yolla bile dersin konusu dışına çıkamazdı.

Darbecilerin yarattığı YÖK sistemiyle, Üniversitelerin özerkliği toptan ortadan kaldırıldığı gibi, bilimsel araştırma ve tartışma özgürlüğü de yokedilmişti. Öğretim üyeleri ve öğretim görevlileri derslerini, hazırladıkları kendi plan ve programlarına göre uygulayamıyorlardı artık. Ders programları konularına kadar ayrıntılanarak Ankara'dan, yani YÖK'den geliyordu. Üniversitelerin araştırma ve bilgi üretme işlevi ortadan kaldırılmış; öğretim üyeleri  “müderrisler” gibi, “takrir” uygulamaya zorunlu kılınmıştı. Ders saatleri artırılarak, bilimsel araştırma ve incelemeye zaman bırakılmamıştı. Üstelik “danışmanlık” adı altında yeni bir görev yaratılarak; tıpkı liselerdeki sınıf ve yatılı okullardaki küme hocaları gibi, Bölüm ve Ana bilim dalı öğrencilerinin Fakülte kayıt fişlerini doldurma, devam ve devamsızlıklarını izleyip hesaplama biçimindeki, Dekanlık memurlarının yaptıkları işler de hocalara paylaştırılmıştı. Bu suskun ve özgürlüksüz ortamda, Üniversite nasıl özgür düşünceli insanlar yetiştirebilirdi? Öğrencilerin üçü-beşi biraraya gelerek konuşup tartışamadıkları gibi, zamanları da yoktu. Bir dersten diğerine koşuyor ve birkaç dakika geciktiklerinde derse alınmıyorlardı; müderris kafalı hocalara gündoğmuştu, tüm kompleks ve doyumsuzluklarını boşaltıyorlardı. Öğrencilerin koridorlarda dolaşması ve beklemeleri yasaktı. Görülenler dışarı atılıyordu.

Rap! Rap! Rap! Rap pa da Rap! Rap pa da Rap!...

Darbeden önce de askerler vardı. Koridorlar dolusu öğrencilerin arasında dolaşırlardı polislerle birlikte. Gözleri genç kızların göğüslerinde kalçalarındaydı, tatlı hayallere dalarlardı. Çoğu kursal kesimlerden gelmiş, Üniversitenin sadece adını dıymuş bu Mehmetlerin şaşkınlığını polisler kullanıyorlardı o zaman. Şimdi ise özel olarak eğitilmiş timlere mensup, eli tetikde komando askerler koridorların davetsiz konuklarıydı. Onların arasında koşar adımlarla hızlı hızlı yürümek kuşku uyandırdığından hemen durdurulurdunuz. Böyle bir koşar adım yürüyüşü sırasında Hoca'yı da durdurmuşlardı iki asker. “Ben Hocayım” demesi yetmemiş, kimliğini görev kartını istemişlerdi masası üzerinde unuttuğu. Sonra onu aralarına alıp odasına götürerek görev kartını bizzat tetkik etmişlerdi. O günden sonra bir daha yakasından eksik etmemişti kartını. Kimlik kontrolundan, derslerinden birinde kullandığı bir sözcüğün anlamının açıklanmasına kadar aldığı çeşitli uyarmalardan sonuncusunu ise, bir dekanlık yazısıyla dün almıştı. Bu kez görevde kusur cinsindendi. “…23.5.1982 tarihinde 245 no.lu odadaki dersinizde bulunmadığınız saptanmıştır. Niçin derste olmadığınızı yazılı olarak açıklayınız!…” deniliyordu yazıda. Oysa kesinlikle o gün ders yapmıştı. Ancak ispatlayabilmesi için o saatlardaki yoklama listesini bulmalıydı. Dosyasında yoktu, acaba o gün yoklama yapmamış mıydı? Kendisi çok kere unutuyordu ama önden bir öğrenci bir kağıda adını ve soyadını yazıp, imzaladıktan sonra arkasındakine uzatıyor ve kağıt dolaşarak ona ulaşıyordu. Yahut da sonuncu öğrenci arkasından odasına getiriyordu. Anlaşıyordu ki, o günkü yoklama kağıdını, ya sınıfta unutmuş ya da düşürmüştü. Genellikle öğrencilerin arasında dolaşır ve alıştırmaların gereği gibi yapılıp yapılmadığını izlerdi dersinde. Belli ki, kapının ortasındaki delikten bakan askerler, arka sıraları dolaşan Hoca’yı görememişler ve derste bulunmadığını komutanları kanalıyla dekanlığa ulaştırmışlardı.

Odasının kapısını açıp, sabahın ilk saatlarında böyle bir yazıyla karşılaşması sinirlerini bozmuştu. Yoklama kağıdını bulamadığına göre, nasıl ispat edecekti ders yaptığını? Tam o sırada 3. sınıf öğrencilerinden Ezel içeri girmişti bir şey sormak için. Yüzünden gülümsemesini kiç eksik etmeyen Arkeolojinin bu güzel kızı, durumu öğrenince, gülümsemesini daha da artırıp, “Üzülmeyiniz Hocam, demiş, o gün dersiniz bizeydi. Üstelik beni tahtaya kaldırmıştınız alıştırmalar için. Bakınız burada tarihi yazılmamış bir kaç yoklama kağıdı var. Ayrıca birine ben başlamış ama tarih atmayı unutmuşum. Aynı kalemle sorulan günün tarihini attımmı, tamam! Hocam niye tatlı canınızı üzüyor sunuz?” Ve dediğini uygulayarak bir çırpıda çözüm bulmuştu soruna.

Rap! Rap! Rap! Rap pa da Rap! Rap!..

Konunun alıştırmalarına geçtiler. Cümleler Türkçeden Grekçeye çevrilecekti.Tahtaya Secda kalktı gönüllü olarak. Evde çalışıp hazırlanmıştı. Ne rahatsız edici bir rastlantı! Sanki koridorda ileri geri uygun adımlarla gidip gelmekte olan askerler yetmiyormuşçasına, alıştırmaları oluşturan cümlelerin hepsi de askerler, komutanlar ve muharebelerle ilgiliydi. Kitabın yazarı cümleleri İ.Ö. 5.yüzyılda yaşamış Ksenophon'un Anabasis adlı yapıtından alarak basitleştirmiş:

“Ksenophon'un ordusu Manisa'dan Salihli'ye doğru yürüyüşe geçmişti. O STRATOS TOU XENOFONTOS EPOREUSE EK MAGNESIAS EIS TAS SARDAS =O STRATOS TOY KSENPHONTOS EPOREUSE EK MAGNESIAS EIS TAS SARDAS”

“Askerlerin komutanlara itaat etmeleri her zaman gerekli değildir.

OU KRE TAS STRATIWTAS AEI KELEUSQAI TOIS STRATEGOIS=OU KHRE TAS STRATİOTAS AEİ KELEUESTHAİ TOİS STRATEGOİS”

“Yunanlı komutanlar Kyros’a yardım etmek için askerleriyle birlikte önce Burdur-Isparta yöresini istila ettiler ve daha sonra da Çukurova bölgesine saldırdılar. OI  STRATEGOI TWN  HELLENWN PROTWN  BOIEQEIN TW KURW, META TOUS  STRATIOTAS AUTWN  EISEBALON EIS THN YIDIAN, PROSEBALON EPEITA TE KILIKIA=HOİ STRATEGOİ TON HELLENON PROTON BOİETHEİN TO KYRO, META TOUS STRATİOTAS AUTON EİSEBALON EİS TEN PSİDİAN, PROSEBALON EPEİTA TE KİLİKİA”

“Büyük generaller Anadolu halkını hileyle kandırarak, baskı altına almaya başladılar. Vatandaşların bu zalim generallere ellerindeki silahlarla karşı çıkmaları lazım gelir.

OI  MEGALOI STRATEGOI EPIBOULEUONTES MEN TON DHMON THS ASIAS, ARCWNTAI UPOPOEIN BIA AUTOUS, DEI TOUS POLITAS LABONTAS TA OPLA EN TAIS CERSIN EPANISTASQAI TOUTOIS  TOIS KAKOIS STRATEGOIS=HOİMEGALOİ STRATEGOİ EPİBOULEVONTES MEN TON DEMON TES ASİAS, ARKHONTAİ HÜPOPOEİEN BİA AVTOUS, DEİ TOUS POLİTAS LABONTAS TA HOPLA EN TAİS KHERSİN EPANISTASTHAİ TOUTOİS TOİS KAKOİS STRATEGOİS”

“Bu kötü generaller kendi askerleri tarafından oklanarak öldürülecekler. OUTAI OI KAKOI STRATEGOI  AROQESWNTAI UPO TAXEUONTWN  TWN STRATIWTWN AUTWN= HOUTAİ HOİ KAKOİ STRATEGOİ APOTHESONTAİ HÜPO TAKSEVONTON TON STRATİOTON AVTON...”

Cümleler bu biçimde sürüp gidiyordu. Türkçelerini biriki kez yüksek sesle okuyan Hoca, onları Grekçeye çevirmelerini söyleyerek, sıralar arasında dolaşıp yazabilenleri kontrol ediyordu. Birkaç dakika geçtikten sonra tahtadaki öğrencinin yaptığı çeviri üzerinde tartışılıp, düzeltme yapılarak defterlerine geçiriliyordu öğrenciler tarafından. Sınıf sessizdi. Hepsi cümleleri Grekçeye çevirmek için sözlük, kitap karıştırıp sözcükleri bulma ve kuralları gözden geçirme çabası içindeydiler. Bu nedenle kağıt hışırtıları arasında sadece Hocanın sesi çınlıyordu. Bir de:

Rap! Rap! Rap! Rap pa da Rap! Rap pa da rap! Rap! Rap! Rap!

Farkında değildi ama koridorda ayak sesleri artmıştı. Kapının ortasındaki küçük camdan bakan yüzler sık sık değişiyordu. Durumu farkeden öğrencilerde tedirginlik başlamıştı. Beşinci cümleyi yinelerken, birden kapı gürültüyle açıldı, üç erle birlikte Yüzbaşı daldı içeri. Erlerden ikisi, koşar adım öğrencilerin karşılarına denk düşen iki köşeyi tutup, silahlarını onlara çevirdiler. Herkes şaşırmış ve birbirlerinin yüzlerine kuşkuyla bakmaya başlamışlardı, içlerinden kimi götürmeye gelmişler, diye. Mutlaka terörist olarak aranan birisine ilişkin ihbar yapılmış olmalıydı. Ve bu kişi aralarındaydı demek? Herkes yanındakine kuşkuyla bakarken, kızlarden bazıları ağlamaya başlamışlardı bile. Birkaç saniye içerisinde kafalarından geçen şey olmadı, yanılmışlardı. Hocanın kafası ise bir tahmin, bir varsayımla eğil, öfkeyle dolmuştu. Üçüncü asker onun önüne gelip, silahını çevirdiğinde Yüzbaşı gürledi:

“Hoca kesin dersi! Benimle Dekanlığa gideceksiniz. Dekan bey sizi bekliyor!”

Hoca şaşkınlık ve çekingenlik duvarını çoktan aşmıştı Zaten hep beklenen durumdu. Aynı tonla öfkeyle bağırdı:

“Ne demek bu Yüzbaşı? Öğrenciler sessiz sedasız ders dinliyor, sınıfta herhangibir olay olmamış. Bu baskın niçin? Ne hakla dersi kesiyorsun? Dekan beni çağırıyorsa hizmetlisini gönderir, silahlı askerlerle çağırtmak densizliğini göstermez!”

Böyle bir çıkış beklemeyen Yüzbaşı, bir an şaşkınlığa düştüyse de kendini çabuk toparladı.

“Ben burada, askeri yönetimin yetkili komutanıyım!” diye bağırdı. “Gerekirse Dekanı da odasından alır götürürüm. Seni öğrencilerinin karşısında mahçup etmek istemediğim için öyle söyledim. Hayır, Benim odaya gideceksin. İlk ifadeniz orada alınacak. Genç öğrencilerin kafalarını daha fazla zehirlemenize göz yumamam! Asker çıkar şunu dışarı! Bakalım nasıl yazdırıyormuş “vatandaşların ellerine silahları alarak generallere karşı çıkması lazımdır!” diye. Bir kaç öğrenciye işaret ederek, “Sen! Sen! Ve sen! Defterlerinizi ve kitaplarınızı alın benimle geleceksiniz!” Asker seslendi:

“Komutanım! Kelepçe vurayım mı şu komonist Hocaya?” Yüzbaşı lütfetti(!); “Yok yok, gerekmez. Kaçmaya teşebbüs sıkar biraz!”

İki kız öğrenciyle bir erkeği kaldırmıştı. Birden beklemediği bir şey oldu Yüzbaşı’nın; öğrencilerin tümü ayağa kalkıp bir ağızdan: “Hepimizi götürün! Biz de hocamız ve arkadaşlarımızla birlikte geleceğiz!”diye bağırdılar. Bu davranış üzerine, Yüzbaşı tabancasını çekince, köşelerdeki askerler makinalı tabancalarına mermi sürüp atış durumuna geçtiler. Yüzbaşı:

“Oturun yerinize! Yoksa hepinizi tıkarım içeri!” diye gürledi. “Sadece ayırdıklarım gelecekler. Onları tanıklık için götürüyorum!” Askerin önünde kapıya kadar gelmiş olan Hoca Yüzbaşıya dönüp, “Siz çıldırdınız mı Yüzbaşı? Ne yapıyor sunuz?” dedi, Fakülteyi işgal altında tuttuğunuzu ıspatlamak mı istiyorsunuz silahlarınızı üzerimize çevirerek? Oturunuz arkadaşlar lütfen. Görelim Dekan bey ne diyecek bu sınıf baskınına!” Yüzbaşının silahla tehdidine rağmen oturmayan öğrenciler, sessizce yerlerine oturdular bu kez.

Askeri yönetimin Edebiyat fakültesindeki temsilcisi komutanın, sanık ve tanık olarak seçtikleri 103 no.lu dersaneden çıktılar. Yüzbaşı önde, Hoca ile öğrenciler ortada, askerler yanlarda ve biri arkada olmak üzere, bomboş koridorlarda ilerliyorlardı. Arada bir açılan kapılardan başlar uzanıyor, ama uzanmasıyla geri çekilmeleri bir oluyordu. Üstelik açık kapılar da kapanmaya başlamışlardı.

Rap! Rap! Rap! Rap! Rap! Rap! Rap! Rap! Rap! Rap!…

Kalın tabanlı demir uçlu amerikan postallarının çıkardığı bu sesler, birer çekiç vuruşu olmuş, kafasına kafasına iniyordu Hocanın. Hiç değilse kelepçeli olmadığına şükrederken içinden bir yandan da: “Anlaşılıyor ki geleck yıl gramer dersinde kullanılacak alıştırma cümlelerinin de tepeden saptayarak gönderecek askeri yönetim!”diye mırıldanıyordu. Biriki örnek de düşünmeden edemedi:

“Askerler generallerin öl dediği yerde ölmelidir.”

“Muharebeyi vuruşan askerler değil komutanlar kazanır.”

“Generaller vatandaşları ülkeden sürüp çıkarmak istiyorlardı, onlar de sessizce boyun eğip yerlere kapanıyorlardı…”

Kim demiş generaller sadece “harp sanatını” bilir, cümlelerden, sözcüklerden anlamaz? Oysa onları en iyi anlayıp anlamlandıran ve değerlendiren sayın komutanlardır. Askerlerin arasında yürüdüğü yerde bunları düşünürken, birden geçen yazki Enez kazısı dönüşünü anımsadı:

Prof. Erzen başkanlığındaki kazı ekibi, bir aylık arkeolojik kazı ve araştırma döneminde ele geçen İ.Ö.7.yüzyıldan, İ.S. 13.yüzyıla uzanan çağlara ait buluntuları Edirne müzesine teslim etmeye gelmişlerdi. Sinan'ın eşsiz yapıtı Selimiye camisinin arkasındaki müzenin bahçesine girince, sol taraftaki bir mermer lahtin önünde durdular. Profesöre bu lahdin yazıtına ilişkin bilgi verecekti. Tabula ansata (sınırlandırılmış levha) içerisine kazınmış yazıtta, lahdin Roma İmparatorluk döneminde, yani 2.3. yüzyıllarda yaşamış ve Roma vatandaşlığı hakkını almış Hadrianopolis’den (Edirne) bir aileye ait olduğu anlatılıyordu. 7-8 satırlık bu Grekçe yazıt, ölçülü uyaklı bir şiirdi. Yaptıran kişi Agatokles'in, polites sıfatıyla 'vatandaş' olduğu belirtilmişti. Bir podyum üzerine yerleştirmiş olduğu bu koca lahdi karısı, çocukları ve kendisi için hazırlamış. Ayrıca lahit açılıp başka biri gömüldüğü takdirde, yasal hakkını kullanarak, Hadrianopolis veznesine 2500 dinar para cezası ödemesi gerektiği maddesini koydurmuştu.

Müze müdürü birkaç ay önce bu yazıtın fotoğrafını göndererek okuyup, türkçeleştirmesini rica etmişti kendisinden. Ancak yazıt ölçülü bir elegia (Ağıt) olduğundan, çözmek için epeyce uğraşmıştı. Lahdin önünde yazıtı açıkladıktan sonra, ziyaretçiler için hazırlanmış olan Türkçe levhaya gözü ilişti. Kendi yaptığı çeviriydi. Ancak ilk satırda, polites'in karşılığı olan ‘vatandaş’ sözcüğü silinmişti. Profesöre  baktı, o da müze müdürüne. Bu bakışlar “Neden silindi bu sözcük?”sorusuydu. Müze müdürü bu bakışların altında ezile büzüle anlattı:

“İki gün önce Edirne valisiyle, Trakya bölgesi sıkıyönetim komutanı Orgeneral müzeyi ziyarete gelmişlerdi. Orgenaral yazıtı okuyunce öfkelendi bağırdı: ‘Bu Yunanlı adının başına ne diye 'vatandaş' yazdınız? Yani Yunanlıların buranın eski vatandaşı olduğunu mu ıspatlamak istiyor bunu tercüme eden hangi papaz ise? Siz de düşünmeden levhaya yazıp bu suça ortak oluyorsunuz. Müzeyi ziyarete gelen ecnebilerin eline koz veriyorsunuz! Hz. Adem'den(!) bu yana bu vatan Türklerindir ve Türk olarak kalacaktır. Anlıyor musunuz? Derhal bu kelimeyi silin buradan!’ diye emrederek, elindeki genaral asasıyla levhayı söküp yere attı. Dün öğle vakti bir kurmay albay gönderip, silip silmediğimizi de bizzat tetkik ettirdi!”

Kazı başkanı Profesör, diğer uzmanlar ve öğrenciler herkes birbirinin yüzüne şaşkın şaşkın bakarken, bu utanç verici saçmalığı altında ezilip yokolmuşlardı sanki…

Silahlı askerlerin arasında bir kanlı katil gibi iki koridor daha geçip Dekanlık bölümüne girdiler. Herşeye rağmen Dekanın odasında sorgulamanın yapılacağını düşünüyordu Hoca. Böyle bir anlamsız nedenle tutuklama olur muydu hiç? Ama gördü ki Dekan ve Fakülte sekreteri, sıkıyönetim yüzbaşısının odasının kapısı önünde dosyalar ellerinde bekleşiyorlardı. Ceketlerinin önü de ilikliydi.

Rap! Rap! Rap! Rap pa da rap! Rap! Rap! Rap! Rap pa da rapppppp!

Şimdi işte bu sesler, birer sivri uçlu çivilere dönüşüp, çakıldı kaldılar kafasında...