Oku, bilgilen, fikir sahibi ol; zihnin ve gönül dünyan zenginleşsin! Dr. Ismail Kaygusuz

Giriş Öyküsü Ya Da Paris’te Bir Araştırmacı Kendine Kimlik Arıyor

Onu on gün önce gördüğümde yorgundu, ama sevinçten uçuyordu. Büyükçe bir odada birkaç dikiş makinası, eldokuma tezgahı, motorlu kıltestere; kumaşlar, giysiler, kumaştan çantalar ve tahtadan oyma oyuncak arabalar arasında bir köşedeki masa üzerinde yığılı kitaplar kağıtlar içinde gömülü bulmuştum. Kıpırdayacak yer yoktu odada. Üstelik burada onbeş gün boyunca çalışarak, bir amatör grup için tarihsel tiyatro kostümleri de hazırlamışlar.  Üzerinde, hatalı olduğu için bırakılmış birkaç  kostüm bulunan sandalyayı boşaltıp altıma vermiş. Sonra karşıma geçmiş, gözlüklerinin altından zaten iri görünen gözlerini daha da irileştirerek, edindiği yeni bilgilerle sevinç saçıyordu:

“Antik Perge kentinin İ.S. 1.2. yüzyıllarda yaşamış iki büyük ailesinin hemen hemen tüm bireylerini saptadım. Cornutus ve Plancius aileleri burayı, Roma imparatorluğunun gözde kentlerinden biri olmasını sağlamak için ellerinden geleni yapmışlar. Zaman zaman politik hasım olmuş, biri diğerine üstün gelmiş kentte. Plancius Varus, Küçük Asya’nın (Anadolu) çeşitli eyaletlerinde valilikler yaparak imparatorun hizmetinde bulunmuş. Ana kentte adına Themis’ler (bayram şenlikleri) düzenlenmiş imparatorluktaki büyük ününden dolayı. Öbür yandan Cornutus, içinde atletler yetiştirilen, eğitim-öğretim yapılan ve hatta tanınmış hekimlerin geniş salonlarında konferanslar düzenlediği bölgede nam yapmış bir gymnasion yaptırırken, oğullarından ikisi imparatorlar adına yarışma düzenleyiciler (s-agonathetes) olarak ün kazanıyorlar. Küçük oğlu Tertullus ise imparator Traianus’un (98-117) arkadaşlığını kazanmış, Kuzey Afrika ve Küçük Asya eyaletlerinde valilikler yaparak, impartorluğun önemli yöneticileri arasına girecektir. Senatör adayı olur olmaz, onun yükseleceğinin farkına varan Plancius Varus en az yirmi yaş daha küçük olmasına rağmen kızı Plankia Magna'yı onunla evlendirerek iki aileyi yakınlaştırmış. Böylece aralarındaki rekabeti de kaldırmış oluyor. Çok tutkulu bir kadın olan Plankia Magna, yaşamınca her iki aileden de bazı erkeklerin ulaştığı ünü aşmak çabasıyla, sık sık imparatorlara yaklaşmış samimi ilişkilere girmiş olduğunu anlıyoruz.

“Ana kentlerini Cornutus'un oğulları ve torunları demiourgos (belediye başkanı) olarak ellerinde tuttukları sırada, Plancia Magna çocukluğunu ve ilk gençlik yıllarını yaşıyordu. Kommegene (Adıyaman çevresi) başkenti Samosata (Samsat), Nikaia (İznik), Nikomedia (İzmit) ve Prussa (Bursa) gibi Bithynia-Pontus’ta, Ephesos ve Miletos gibi Asia eyaleti kentlerinde, Ankyra (Ankara), Athenai (Atina) ve Roma'da öğrenimini sürdürüyor, Olasıdır ki birinci yüzyılın en tanınmış rhetor (hatip), filozof ve şairlerinden ders alıyordu. Bu tür yetiştirilme onun için olağandı. Çünkü Plankia Magna imparatorluğun tanınmış devlet adamlarından birinin kızı olduğu kadar, Armenia kralı Tigeranes'in torunu, Kommegene kralı Antiokhos IV’ün damadı ve Vespasianus’a (69-79) bağlanmış olan Kilikia kralı Aleksandros'un yeğeniydi. Ana kentin yönetimini bütünüyle ele aldığında soyunu-sopunu kurduğu anıtlarda mermerlere kazıtacak ve Perge'nin kurucuları (ktistes-ktisths) Truvalı kahramanlarla eşleştirecekti. Çünkü Homeros geleneğine göre Troialı kahraman ktisteslerin kurduğu bir kentti. Gerçekte ise yerli Pamphylia halkı tarafındna temeli atılmış ve iki bin yıllık şehircilik geleneği olan, yerli tanrıça Preiia'nın adından çıkarılmıştır Perge. (Wanassa Preiia adını taşıyan Tanrıça, daha sonra Artemis Pergaia, yani Perge Artemis'i adını alacak ve Hristiyanlık döneminde de Meryem'le eşleştirilerek kutsal yaşamını sürdürecektir.) Kendisinden en fazla üç-dört kuşak önce, Roma'nın eski kabilelerinden(tribus-Fulh) Collina'ya bağlı maceracı gemici (navigator-nauigatwr) ataları İtalya'dan gelmiş ve bu kıyı kendini kendilerine yurt edinmişlerdir.Kara ve deniz ticaretini birlikte sürdürmüşler ilk zamanlar.  Fenike ve Mısır'dan Kıbrıs üzerinden getirdikleri çeşitli ticaret mallarını, Atteleia (Antalya) limanından küçük gemilerle Kestros(Aksu) ırmağından Perge'ye ulaştırmışlar. Bu italyalı kolonizatör gemici aileler ilk zamanlar; Side, Atteleia (Antalya), Phaselis liman kentleri ve Kıbrıs’a ve Rhodos'a uzanan deniz alanı içerisinde zeytinyağı ve şarap alıp satmışlar. Perge’ye yerleşince kara ticaretine el atmışlar; Torosları aşarak eşek ve katır kervanlarıyla Anadolu’nun içlerine doğru yönelmiş olmalılar. Ankyra'daki (Ankara) akrabalarının ve Apollonia (Uluborlu), Antiokhia (Yalvaç), Doryleion (Eskişehir) ve Magnesia’da (Manisa) bu ailelerin soyundan gelenlerin adlarının kazındığı anıtlar, sınır taşları bu bölgelerde çok geniş topraklar sahip olduklarını gösteriyor. Demek ki, Pamphylia'dan Galatia ve Paphlagonia'ya ulaşan bir kervan ticareti ağı kumuşlar. Yarım yüzyıl içinde Küçük Asia'nın İtalyan kökenli en varlıklı aileleri durumuna yükselmişler. Örneğin Plankia Magna'nın babası Plancius Varus çok genç yaşda imparatorların yakın adamları arasına katılarak Roma’da Senatoya girmişti. Emekliye ayrıldığında kendi sınıfından bir Roma yurttaşının yükselebileceği en son makamda bulunuyordu. Öyle ki Roma'da bir Diana Plankiana tapınağı bile yaptırıp, kentinin tanrıçası Artemis’i, ailesi adına başkente taşımıştı.

“Plankia Magna imparatorlardan - olasıdır ki imparatoriçelerin kıskançlığnı çekerek - arzu ettiğini bulmayınca, Perge'nin yönetimini ellerine almış ve ömrünün sonuna dek sürdürmüştür. Taklar, tapınaklar heykeller, onur yazıtları ve diğer çeşitli anıtlarla süslemiş kentini. İmparatorları kentinde konuk eylemiş, onurlarına dillere destan anıtlar dikmiştir. Atletik yarışmalar ve festivallerde, sanat ve eğitimde imparatorluğun en çok sözü edilir kentleri arasına sokmuştur. Bu temelde kent üstünlüğünü hep sürdürecektir. Örneğin imparator Tacitus (275-76) zamanında Perge'nin sanat, sosyal ve politik olaylarda bir dünya merkez kenti olduğunu görüyoruz. İki yıl önce yayınladığım bir yazıtta, Roma Sanatosunun verdiği yirmiden fazla onursal sıfatlar kentin ulaştığı yüksek düzeyi açıkça belirliyordu.

 

“İşte bu italyan kökenli iki ailenin bireyleri, memuriyetleri, birbirleriyle akrabalık ilişkileri, kent ve imparatorluk genelinde hizmetlerini gösteren yazıtları saptayıp yorumladım bu son makalede. Bazıları yarışma ve onur yazıtları, bazıları heykel kaidesi, bir kısmı ise mezar ve anıt yazıtlarıydı. İçlerinden bir kaçı elli-altmış parça halinde  ve üç dört yılda bulunup tamamlanmış otuzdan fazla yazıt üzerınde çalıştım. Yüz yıldan beri bilinen ama yanlış okunup yorumlanmış yazıtları düzeltmek; iki aile arasındaki tahmini ilişkileri kesin doğrularla saptamak; eyalet dışı akrabalıklarını bulmak bana kısmet oldu. En çabuk tarafından bilim dünyasına sunmak istiyorum. Üç gecedir sabahlıyorum daktilosunu bitirmek için. Yarın Almanya'ya göndereceğim. Epigraphica Anatolica'nın editörü meslekdaşımla telefonda konuştum, ilk çıkacak sayıda yayınlanacak. Yaklaşık bir yıldır üzerinde çalışıyorum, bitirdim sonunda. Karalama notlarımdan Fransızcaya çevirdim…”

Sonra dosyadan çıkarıp ayrıntılara girmişti: Hepsinin aklımda kalması olanaksızdı; anladığım, mesgul olduğum bir konu değildi ki... Bu yazdıklarımı da Fransızca makaleye eklemek üzere yazdığı Türkçe özetten aldım. Otuz beş daktilo sayfası doldurmuş ve kırka yakın fotoğraf ve çizim vardı. Anadolu'nun Akdeniz kıyısındaki bir antik kentin 1.2 yüzyıllardan toplumsal yaşamı verilmişti. Grekçe yazıtları sadece teknik ve gramer açısından keğil, yazıldıkları çağla birlikte yorumluyordu. Vespasianus’ tan başlayarak, Taraianus, Hadrianus ve Pius dönemlerinden Küçük Asia eyaletlerine değin siyasetler ve olaylardan kesitler vardı. Ona göre bu kentin insanları 17-18 yüzyıl önce yaşamış olsalar bile Anadolu insanıydı. Onlara vatandaşlarımız gözüyle bakıyordu. “ Mademki aynı ülkenin insanlarıyız, onları bizden bir parça olarak görmeli ve sahip çıkmalıyız. Dahası bu gün antik kentin çevresinde yaşayan yurttaşlara da geçmişin haklarını sevdirerek, tarihsel hemşehrileri olarak benimsetip, onlardan kalanları korumaya yöneltmek gerek. Ülke yöneticilerinin politikası bu olmalıdır. Anadolu’nun tarihi, 11. yüzyılda Türklerin işgaliyle değil, 11 bin yıl önceki taş çağı insanıyla başlamıştır. İşgaller, istilalari savaşlar ve fetihleri yazıp; hep kazananlar ve yöneticiler açısından geçmişe bakmak yanlıştır. Kölelerin, üretenlerin, ezilen ve yenilenlerin kıyısından girerek insanlık tarihinin özüne ulaşılır” diyordu.

Bunları anlatırken de hiç boş durmadı. Dikiş makinesinin önüne oturup, yarım bıraktığı, kumaştan sırt çantasını dikti. Soluk mavi kumaştan yaptığı çantanın üzerine kırmızı ketenden bir Türk halısı motifi eklemişti. Bir yanda duvar dibine sıralanmış çeşitli renk ve kalite kumaşlardan kesilmiş kare, üçgen ve dikdörtgen parçalar duruyordu. Bunları uygun biçimlerde birleştiriıp dikerek patchwork kumaş oluşturmuştu metrelerce. Onları ellediğimi görünce bu kez patchwork (paçvork) söylevine girişti:

“Bizde yamalı bohça dedikleri şey bu patchwork. Amerikan kadınının icadı olarak biliniyor. Modası hiç geçmez yamalı bohça kumaşların! Pariste Patchwork mağazaları var, el sanatı olarak yaşatılıyor; kadın giysileri, kabanlar, gömlekler, yatak-yorgan ve masa örtüleri, hatta tablolar yapılıyor. Benim denediğm gibi çantalar da dikiliyor patchwork kumaştan. Çeşitli dillerde dergiler çıkıyor patchwork el sanatını yansıtan, açıklayan, öğreten.

“Aslı işe yaramayan, yırtılmış kumaş parçalarını biriktirip, sonra da çeşitli biçimlerde kesip birleştirerek kullanılır hale getirmektir. Küçüklüğümde anam da yapardı; artık giyilemiyecek gömlekler, şalvar ve çeketlerden düzgün yamalıklar çıkarırdı küçüklü büyüklü. Renk, desen ve biçimlerine göre onları eliyle dikerek birleştirip yorgan yüzü yapardı, kocaman bohçalar ve çarşaflar dikerdi. Dahası henüz biçimi bozulmamış ceketeleri paltoları kare ve dikdörtgen yamalarla giyilir hale getirirdi bir renk cümbüşü içinde. Sırtıma bu yamalı ceketi verdiği zaman giymez mızmızlanırdım. Oysa geleneğimizde vardı dervişler-dedeler kırk yamalı hırka ve aba giyerlermiş. Gerçekte yoksulluğun, gerçeksinimin yarattığı basit bir olaydı! Ama burjuvazi ele geçirince- her iyi şeyde olduğu gibi - moda yapmışlar; düzenleyip, sanat ve eğitimini geliştirerek yaygınlaştırmış ve kendilerine mal etmişler. Kar ve kazanç aracı haline sokmuşlar…”

Ne anlatıyordu bu arkadaş Tanrı aşkına? Yazıt ve kazıbilimci ve eski çağ tarihçisiydi. Konuşurken patchwork çanta dikiyordu, oysa yaşamının ilk kırk yılında eline iğne almamış ve dikiş makinasını tanımamıştı. Öbür yanda meşe tahtasından kaba bir büfenin üstüne sıralanmış, kıltestereyle oyduğu tablolar ve oyuncak atlı arabalar duruyordu. Bu tablolarda Mısır uygarlığından figürler yansıyordu; Firavun Tutmosis, Amonophis ve tanrı Amon,Rha, Oziris, Toth vb.

Bir yılı geçiyordu ki burada Fransa'da oturma iznini uzatma çabası içindeydi. Çalışma izni olmadığından yasal olarak çalışamıyordu. Birlikte kaldığı Fransız arkadaşına pazarcılık izni aldırdı; bu diktikleri çantaları hazırladıkları şeyleri, parça kumaşlarla birlikte pazarlarda satacaklardı. İki hafta içinde 6-7 kere çıkmışlardı satış için. Ama pek iyi gitmiyor ve sonu gelmiyecek gibi görünüyormuş. Tahta ve ince bakır levhalardan hazırladıklarını de Metrolarda satmaya çalışacakmış. Kısacası zorlu bir yaşam savaşımı içindeydi...

“Özgürlüğüm elimden alınmış, istediğimi yazıp, söyleyemiyorsam; Üniversitemde bilgi üretemiyor ve araştırma yapamıyorsam ne diye kalacaktım? Kişiliğime aykırı bir yönetimin kuklası olamazdım; eline tutuşturulmuş müfredat programını uygulayan ilkokulu öğretmeni gibi davranamazdım. Kaldı ki ilkokul öğretmenliği yıllarımda bile, programda çalıştığım çevreye uymayan yersiz ve tutarsız fazlalıkları çekinmeden atardım. Bu yüzden defalarca kovuşturmaya uğramıştım. Ünıversitenin özgürce bilgi üretmek ve inceleme araştırmalar yapıp, sonuçlarını topluma ulaştırmak ana işlevini yokettiklerine göre, onlara kulluk edip boyun mu eğecektim kalıp da? Ve gördüğüm, yaşadığım, tanık olduğum onca acı olaylar...” diyerek geldiği bu yabancı ülkede, ufak bir iş yaparak yaşamını sürdürebilirse bilimsel araştırmalarını özgürce yapabileceğine inanıyordu. Böylesi bir çaba ve girişimlerle herşeyi denemeye hazır ve yatkındı.

Sonunda bitirip yayına hazırladığı ilk bilimsel çalışmasının verdiği sevince beni on gün önce ortak etmişti. Aslında o gün ona benim başka önerilerim olacaktı, ama sevincini bozmak, yön değiştirmek istememiştim. Bu gün görmeğe geldiğimde ise onu, masasındaki kitapları ve dosyaları kapatmış, daktilo makinasını bir yana kaldırmış buldum. Kırgın ve kızgın, singerden motorlu kıl testeresine, testereden dikiş makinasına, oradan da pirinç ve bakır levhalara koşuyordu. Birşeylerden, bir sıkıntıdan kurtulmak istercesine atmış kalemi, kendini elişine vermişti. “Hoş geldin!” bile demeden, masanın üzerinden alıp bir mektup uzattı. Mektup Türkiye’den geliyordu. Altını çizdiği satırları gösterdi:

“…Sen kim oluyorsun da benim kazımın malzemesini yayınlamaya, yabancılara vermeye cüret ediyorsun? Kazı başkanıymış gibi kendi kendine karar veriyorsun, benim kazıma ait kitabeleri başkalarıyla yayınlamaya teşebbüs ediyorsun? Seni uluslarası mahkemelerde sürüm sürüm süründürürüm, anlayormusun!..”

Bu mektup, yedi yıldır epigrafik çalışmasını sürdürdüğü arkeolojik kazının yaşamboyu başkanı(!) bayan Profesörden geliyordu. Sanki Perge antik kenti “bir okka taşına kadar” kendi mülkiyetindeydi. Mademki Fakültedeki görevinden ayrılmıştı artık kazının elemanı da sayılmazmış. Öylese bunca yıldır üzerinde çalıştığı yazıtları yayınlayarak değerlendiremezdi. Bilim adamı ve büro memuruna aynı gözle bakıyordu yönetim. Elindeki malzeme dediği de,  yazıtların kağıt çıkartma kalıpları ve fotograflardı.

“Şu Hocaya bak, diye bağırdı, nasıl da üzerime çamur atıyor utanmadan! Ne diye ve niçin vereyim yılarca üzerinde çalıştığım yazıt malzemesini başkalarına? Kendi mesleğim, kendi ilgi ve bilgi alanıma ait gereçleri başkalarına vermem için deli olmam gerek. Geçen gelişinde sana uzunca anlatmıştım; şu son çalışmam bütünüyle özgün ve yepyeni bilgiler getiriyor. Kazının yapıldığı antik kente ait bilinenlere yeni katkılarda bulunuyor. Bir başka bilim adamıyla işbirliği yapmak ise tamamen doğal. Kendisi Side heykeltraşisi üzerine bir İngilizle ortak kitap hazırladı. Daha çabuk yayınlanıp ve daha az yanlışla bilim dünyasına sunulmasını amaçlar bu tür ortak çalışma. Üstelik zamanı da yarıya indirir. Sorun ne biliyormusun? Kentin bugüne kadar çıkarılmış heykelleri üzerine, yirmi yıldır bitiremediği kitabının yayınlanmasından önce, tamamıyla kendi ilgi ve bilgi alanı dışında da olsa, yanında çalışmış birinin yayın yapmasını asla istemiyordu. Bu anlayışa göre bir onbeş yirmi yıl da benim beklemem gerekli. Mektupta  sadece yazıtların yayın haklarını elimden aldığını yazmıyor, aynı zamanda onları Epigraphica Anatolica’nın editörü arakadaşa verdiğini söylüyor. Oysa ben aynı kişiye dostça, yıllarca üzerinde çalıştığım ve teknik ve tarihsel yorumlarını yaptığım yüzlerce yazıtı, Türk Tarih Kurumu’nun matbaalarında uzun yıllar sıra beklemesin ve çabuk yayınlansın diye, iki imzalı yayınlamayı önermiştim. Tek yapacağı şey özetleyip Almanca’ya çevirmek olacaktı. Ben bu önerimi Ankara'da yapılacak yıllık kazı sonuçları seminerleri sırasında, kazı başkanına aktarmasını istemiştim. Oysa onlar aralarında anlaşıp,  beni dışlıyorlar. Bu mesleki dergi editörü kişinin, ne Türk üniversiteleriyle ve ne de Perge kazısıyla ilişkisi olmadığı halde bana, bunu neden olarak gösteriyor.Yayına hazır olan makalemi bile engelliyorlar. Seninle konuştuğumuz günü akşamı fotograf ve çizimleriyle birlikte göndermiştim. Bu editör meslekdaş iki yüzlülüğü sayesinde araştırıp ortaya çıkardığım bütün yeni bilgi ve yorumlara da elkoydu, Perge tarihini yarıyarıya öğrendi. Yazımı geri isteyeceğim, ama ne farkeder? Bu haksızlığı yapan kişi okuyup bilgilendikten sonra! Elbetteki kopyasını alakoyacak…” Soruyorum:

“Peki Fransa'da yok mu bu makaleni yayınlayacak bir meslek dergisi?”

“Elbette var; yayınlamasına aracı olacak bir çok kişi tanıyorum araştırmacı meslektaşlardan. Ama hepsinin de çalışmaları Küçük Asya, yani Türkiye arkeolojisine dönük, ülkemizde çalışıyorlar. Elbetteki benim yüzümden oradaki araştırma ve çalışmalarında pürüz çıksın istemezler resmi makamlarla. Özellikle bana engel olan Profesör'ün sözünün geçtiği Türk Tarih Kurumu ve Eski eserler ve müzeler genel müdürlüklerinden izinlerini iptal ettirebilir ve bilimsel yayınlarını engelletirirdi. Daha önce birlikte yayın yapmış olduğumuz bazı kişilere, örneğin Colége de France’dan Denis Feissel’e, aleyhimde mektup yazıp, onlara uyarma bile yaptı. Hangisi cesaret edebilir bundan sonra benimle yakınlıklarını sürdürmeye? Öyle görünüyor ki, bu defteri kapatmam gerekecek... ”

Az susuyor, derin derin içini çekiyor. Tam ben teselli edici birşeyler mırıldanmaya hazırlanırken, birden yeni bir enerjiyle söze başlıyor:

“Şimdi Eski çağ dil, kültür ve sanat bilgi birikiminden yararlanıp, uzun zamandır ilgimi çeken Türk halk edebiyatı öncüleri halk tasavvufu ozanları ile 13 ve 14 yüzyıl Bizans hünamizması ve mistisizmi üzerinde karşılaştırmalı bir çalışmaya başlamak istiyorum. Bir yerde bu, Anadolu’ya yerleşmiş ilk Türklerle Bizanslıların kültürel ve insancıl ilişkilerini incelemek olacak. Elbetteki burjuva tarihçileri üst düzeydeki devlet ve politik ilişkileri hiç de tarafsız olmayan ve eğilimlerine göre uzun uzun işlemişlerdir. Halk Tasavvufu öncüleri ve ozanlarının, yönetim merkezlerinin ve büyük kentlerin dışındaki halk çoğunluğunun sığınağı ve temsilcisi olduğu bu çağlar; Türkmen halk hareketlerinin yükseldiği, arkasından Moğol istilasına direnişler ve işbirlikçi vezir ve beylerin yönetiminde Konya Selçuklu Devleti varlığını sürdürme çabasıyla Türkmen  halklarına zulmünü daha da artırdığı dönemlerdir. 1240 Baba İlyas ve Halifesi Baba İshak başkanlılarındaki büyük alevi halk hareketi çok kanlı bir biçimde bastırıldıktan sonra korkunç bir Türkmen kırımına girişmişti Selçuklular. Malatya, Tokat, Sivas ve Amasya binlerce Baba İlyas yandaşı Alevi Türkmen katledilmişti kadın çoluk çocuk denimeden, bunu İbni Bibi gibi resmi Selçuklu tarihçileri söylemektedir. Kırımdan kurtulan ve diğer bölgelerdeki Türkmenler, Baba İlyas'ın halifelerinden Hacı Bektaş Veli'nın Karacahöyük’de (Hacıbektaş ilçesi) yakmış olduğu Çerağ ateşinin aydınlık birliğine koşuştular. Arkasından Moğol istilası başlamıştı. Hacı Bektaş, gazileri ve halifelerini Türkmen güclerinin başında küme küme, köyleri kentleri yakıp yıkan, acımasız Moğol istilacılarına karşı direnişe yöneltti. Türkmen direniş hareketinin genelleşmesini kendilerine yakın duran Sultan İzzettin Keykavus’u destekleyerek sağladılar bu kez. Ancak Rükneddin’i Sultan yapmış ve Moğollarla işbirliği içindeki Pervane karşısında yenildi İzzettin Keykavus. 1262’de yenik Sultan’la birlikte Hacı Bektaş'ın halifelerinden Saru Saltuk Dede'yi Bizans başkentinde görüyoruz. Buyruğu altında oniki bin kadar Türkmen kuvveti vardır Saltuk'un. Piri Hacı Bektaş'tan destur alıp, Bizans imparatoru Mikhail Palaiologos VIII’ın kendisine verdiği Balkanlardaki Dobruca'ya geçer ertesi yıl. İmparator, başkentin karşısında Üsküdar'da konaklamış çok sayıdaki bu Türkmenlerin silahlandığında yaptırımcı acı gücünü çok iyi tanıyor olmalıydı. Gençlik yıllarında Konya Selçuklu sarayından Emir-ül Ahur’luk (Süvari komutanlığı) yapmış, üstelik bir süre Kastomonu Türkmenleri arasında yaşamıştı. Kuzenleri Selçuklu Sultanlarını nasıl zorladıklarını biliyordu. Şimdi Boğaz'ın öbür yakasında kendi başına dert olabilirlerdi. Zaten Latin'lerden Konstantinopolis'i geri alarak, İznik'ten yeni taşınmış ve bin türlü derdi vardı. Daha bir kaç ay geçmeden Saltuk'un Türkmenleri İstanbul sokaklarını doldurdurmaya başlamışlardı bile. Hatta Boza esnaflığı yapmaya başlamışlardı geçimlerini sağlamak için. Menakıbname’lerde Saltuk Dede'nin postunu deniz üstüne atarak üstüne oturup, keramet gücüyle bugünkü Romanya kıyılarına Dobruca'ya çıktığı anlatılmakta. Acaba bu, Türkmenlerin Boğazdan geçerek Karadeniz'in batı kıyılarını takip ede ede deniz yoluyla Balkanlara geçmelerine yardım edildiğinin olağanüstülükler olarak yansıması değil midir? İmparator, başkentin karşısındaki ne yapacağı bilinmeyen bu kuvvetten kurtulduğu gibi, imparatorluğun kuzeybatı sınırlarına onları yerleştirerek, ilk Selçuklu Sultanlarının Ortaasyadan, Horasan'dan gelen Türkmenleri Uc'lara iskan ettirdikleri gibi, Bogomil Bulgar’lara karşı kullanabileceğini de planlamış olmalıdır. Saru Saltuk'un ve Türkmenlerin bu bölgede ne yaptıklarına dair kaynaklarda gerçek tarihsel bilgiler yoktur. Sadece Baba Dağı'ndaki Sarı Saltuk tekkesinin - ki 17. Yüzyılda Evliya Çelebi hakkında uzun uzun bilgi vermektedir- bugüne dek yaşadığını biliyoruz...

“Bir süre sonra, yine Baba İlyas'ın halifelerinden ve Hacı Bektaş'ın arkadaşlarından olan Nuri Sufi'nin oğlu Karaman Mehmet beyin güneyKaraman ve Afşar Türkmenlerinin başında işbirlikçi Konya Selçuklu devletine karşı baş kaldırdığını görüyoruz. Mehmet bey yine bir Selçuklu prensini desteklerek Konya'yı ele geçirmiş. Tanınmış fermanından da anlaşıldığı üzere Türkmenlerin amacı devletin kesinlikle Türkleştirmek ve dillerini hakim kılmaktı. Moğollar yine silindir gibi üzerlerinden geçip, işbirlikçilerine devrettiler Konya'yı. Bu sırada yine Baba İlyas'ın halifelerinden Ede Balı seçimini yapmış Söğüt'te hem kızını hem de desteğini vermişti Osman Bey'e. Baba İlyas'ın altmış halifesinden biri ve Hacı Bektaş'a candan bağlı Ede Balı Osman beye geleneksel börk giydirıp kılıç kuşatmış ve Türkmen birliğinin Osman bey’i destekleyerek sağlanacağını diğer halifelere inandırmıştır. Bursa'nın alınışında Abdal Musa, Geyikli Baba ve Karaca Ahmet gibi Hacı Bektaş'ın yakınları gazilerin bulunması bize bunu göstermektedir. Ancak arkasından Hacı Bektaş'ın çok yakını ve ikinci Pir olarak bilinen Abdal Musa'nın Orhan Bey’le anlaşamayıp ayrıldığı ve  “dağları taşları peşinde yürütüp”, Akdeniz kıyılarında yurt edinme, bir beylikte birleşme arayışını görür gibi oluyoruz...

“Bu sıralarda, Aydınoğulları ve Saruhan beyliğinin deniz üstünlüğü, yani Ege ve Çanakkale boğazına, kısmen Marmara'ya egemen oldukları yıllarda Bizans taç kavgasıyla sarsılmaktadır. Bu beyliklerin ise Bizans'la ilişkileri, aristokratların temsilcilerinin yanında yer alarak sürmektedir. Oysa geleneğe göre, Baba İlyas halk hareketinin içinden gelmiş, Hacı Bektaş Veli'nin baş halifesi Abdal Musa Sultan'ın börk giydirdiği (Eflaki'ye göre ise Mevlana'nın elinden giymiştir) Aydınoğlu Umur Paşa, Kantakuzenes'e yardım için geldikleri Trakya'da kasaba ve köyleri, sayısız akınlarla yağma edip ateşe vermişti. Çok ilginçtir ki isyan, başkaldırı hareketleri içinde yaşamları sürmüş bu Türkmenlerin; 1340’larda dinsel sapkınlıklarla birlikte Selanik'de doğup gelişen ve büyük toprak sahipleri, aristokratlar ve Kilisenin zenginliğine karşı çıkıp, yakaladıklarını Selanik ve Edirne'de kulelerden atarak parçalayan, yani devrimci şiddeti en yüksek boyutlara ulaştıran, Ortaçağın bu çok ilginç ihtilalci topluluğu Zelotları ve Bogomil Bulgar başkaldırılarını bastırıyorlardı. İhtilalci Türkmenleri Bizans imparatorluğundaki diğer ihtilalci halk yığınlarını ezmek için kullanılmıştı para ve yağma karşılığında.

“Dördüncü Haçlı seferi sırasında Latinlerin İstanbulu işgal edince, İmparatorluk İznik’e  (Nikaia) taşınmıştı. İznik bu 50 yıllık sürgün İmparatoluk dönemi içinde kültür, bilim ve felsefe merkezi durumuna girmişti. Selçuklu Sultanlarıyla yüksek dostluklar derecesinde politik, ticari ve akrabalık ilişkileri içindeydiler. Halklar birbiriyle yakınlaşmış, birbirlerinin dillerini öğrenerek dinsel tartışmalara girmişler. Mutasavvıflar ve manastır keşişleri arasında kendi dinlerini savunarak, biri diğerini ikna edip dinine çevirmeye çalıştıklarını öğreniyoruz çeşitli halk kaynaklarından. Yunus Emre'nin, Abdal Musa'nın hristiyan keşiş ve rahipleriyle tartışmalara ve özellikle keramet yarışmalarına girip onları müslüman ettiklerini Vilayetname’lerden okuyoruz. Sarı Saltuk'un İstanbul'daki konukluğu sırasında dönemin İstanbul başrahibiyle tartışmaya girdiği ve bu tartışmayı izleyen başrahibin evlatlığının müslüman olarak, Sarı Saltuk Dede'nin müridi olduğu ve Barak Baba adıyla Yunus Emre'nin şeyhi Tapduk Emre’yi yetiştirdiği anlatılmaktadır. Bu arada Yunus Emre’nin şiirlerini tetkik ederken gördüm; Yunus bir şiirinin sonuna Bizans yöntemiyle tarih atmış.

“Bu arada bir Selçuklu prensi olan Kutlumuş'un Hristıyan olup, Athos (Ayanoros –s) dağındaki 12 manastırdan en önemlilerinden birini kurduğunu Kutlumuş manastırı belgelerinden öğreniyoruz. Kutlumuş manastırının bulunduğu yerleşim biriminin bugün dahi Kariye (köy) adıyla yaşadığını ve dolayısıyla burasının hristiyanlaşmış Selçuklu dönemi Türkleri tarafından kurulmuş olduğunu söylemek yersiz bir iddia olmaz. Bu dağdaki manastırlarda hristiyan keşişler yaşamaktaydı. Balkanlarda ve Athos-Ayanoros dağı manastırlarında doğup yayılan Hesychasmus-Hxs (kutsal sessizlik) akımı ile Türk halk tasavvufu arasında bir yakınlık ve etkileşim söz konusu olamaz mı?..”

Şu bir solukta anlattıkları gösteriyordu ki, yeni bir araştırmanın içine balıklamasına, çoktan girmişti. Daha fazlasına fırsat vermedim. “Bana bak dostum dedim, sen araştırma için doğmuş görünüyorsun. Bu inanç içinde olabilirsin. Ama şunu söyleyeyim sana, yolunu hala bulamamış ve öylesine dağınık çalışıyorsun ki! Bir bakıma nedine yeni kimlik  arıyorsun. Eğer birkaç şeyi birarada yapma huyundan vazgeçmezsen, başarılı olamazsın. Neden eski çalışmalarını başka bir biçimde değerlendirmiyorsun, madem yayınlarnmasına engel olundu? Neden onlardan birkaç uzun öykü veya bir roman çıkarmıyorsun? Daha geniş kitlelere gidersin; söyleyeceklerin ve anlatacakların halka ulaşır...”

“Düşünmedim mi sanıyorsun? Hep bunun için bir yol aradım, dedi. Son makaleyi hazırlarken, bir yandan da yazıtlarda adları geçen kişi ve ailelerin arasındaki yakın ilişkiler ve o dönemki Roma imparatorluk eyaletleri içinde oynadıkları rolleri belirleyen bir çalışma içindeyim..”

“Çok iyi bir haber bu! Roman mı?”

“Hayır diye yanıtladı, iki veya üç bölüme ayrılabilecek bir sahne oyunu oluştu. Neredeyse bitmek üzere!”

"Bana sorarsan Roma dönemine ait ve Anadolu'da yaşamış kişi ve kişilere ait tarihsel roman hiç de fena sayılmaz. Hep demez misin? Hangi çağda yaşamış ve hangi uygarlık dönemine ait olurlarsa olsunlar  onlar Anadolu insanıdırlar, bizim insanlarımızdır; bıraktıkları yapıtlar da bizimdir. Onlara sahip çıkıp koruyarak, bizden sonrakilere ulaştırmalıyız! Üstelik böyle bir roman da yoktur Türk yazınında...”  Yüzü güldü:

“Haklısın arkadaşım dedi, hemen başlayacağım. Dediğin gibi romanla daha geniş kitlelere ulaşılabilir. Ama bir yazar olarak, sen de bana yardım etmelisin roman yazma konusunda. Dur bir dakika! Ne zamandır sana okuman için vermek istediğim bir defterim var. İçinde çeşitli günlük notlar, öykü denemeleri ve öyküleştirilecek olaylar var, ama çalakalem yazılmış. Üniversite günlerimde, araştırma ve kazılarda yazmıştım. Özellikle anarşik dönem, darbe günleri ve darbe sonrasında yaşadığım, işitsel ve görsel tanıklığımla aldığım bu notları, öykü denemelerini ilginç bulacaksın sanıyorum. Ben Perge kentinde yetişmiş, kente ve daha doğrusu, 1 ve 2. yüzyıllarda tüm Küçük Asya'ya damgasını vurmuş. İmparatorluğun çeşitli eyalatlerinde valilik ve Roma Senatosu üyeliği yapan bireyler yetiştirmiş iki ailenin romanı üzerinde çalışırken, sen bu yazıları düzene sok; öyküleştir, geliştir! Gerçek ve yaşanmış olaylardır...”

Anlaştık aramızda; karakaplı defteri aldım. Biraz zor okunuyordu elyazısı, ama başlayınca bırakamadım. Doğruları ve yanlışlarıyla yaşadığı kendi kişilik karmaşasıydı sanki. Üniversite ve araştırma çevresi, yaşanmış olaylar; toplumun bir kesiminden bir dönemin canhıraş öyküleri.  Çok kere günü gününe, kısa aradan sonra alınmış notlar, anılar; gerçekçi ve bazan bir banta kayıtlanmış gibi konferans ve bilimsel tartışmalar. İçiçe büklüm büklüm örgülenmiş bilimsel ve politik tartışmalar; ülkenin kaderine silahla el koyanların yapacakları üzerine yürütülen doğru ve yanlış tahminler,  yaşananlar. Bir Fakültede darbe öncesi ve sonrası olup bitenler, görüp geçirilenler. Bazan yanlışlığı  sen yapıyorsun, diyor ona hak veremiyorsunuz. Bazan bir günde peşpeşe yaşamış olduğu, değişik ve kahredici olayların, onun kişiliğini nasıl parçalayıp yok etmediğine şaşırıp kalıyorsunuz! Derken birden 1800 yıl öncesine, tarihin derinliklerine inip, bir Roma hamamının anıtsal soyunma odasının önünde, kent meclisi üyesi Roma vatandaşı Claudius Piso ile yüzyılımız üzerine yapılan bir söyleşiyi dinliyorsunuz...

Anlaşmaya uymadım, yanı ne değiştirdim ve ne de geliştirdim. Sadece konu birliği ve bütünlük verici durum sağlamak için bazı seçmeler yapıp, yeni bir sıralamaya soktum. Olaylardan sonunu merak ettiklerim oldu. Amaçlananların nasıl sonlandığını ağzından dinleyerek, ilgili öykülerin içine ya da sonlarına ekledim kendi anlatımımla, onları ayraç içine alıp, tamamlanmışlığına ufak katkılarda bulundum. Bazılarına da yeni başlıklar attım. Bir çeşit roman bütünselliğine kavuştu...

Paris-1987