Oku, bilgilen, fikir sahibi ol; zihnin ve gönül dünyan zenginleşsin! Dr. Ismail Kaygusuz

"SUFİ KIRAN" ÇALDIRAN SAVAŞI VE ÇALDIRAN SONRASI SAFEVİ-KIZILBAŞ YÖNETİMİNİN ÇÖKÜŞ EVRESİ

İsmail Kaygusuz

1. Şah İsmail Hatayi'nin bir Şiirinde Çaldıran Savaşı

Alay alay geldiler
Koşan koşan durdular
İkinci gelen bir top
Atıldı ana saldılar

Eskerler örüledi
Çakmaklar kuruladı
Ol kâfir Melhuçoglu
Şah üstüne duruladi

Hey al kana al kana
Kızıl kanlar çalkana
Melhuçoğlu kılıç urdu
Şahım aldı kalhana

Şah anda bindi ata
Yezitler döndü mata
Şah bir kılıç urdu ki
Kelleden indi ata

Melhuçoğlu attan düştü
Şah anda geriye kaçtı
Beş yüz elli tüfekçi
Şah'ın ardına düştü

Ün edüben gittiler
Şah'ın ardından yettiler
Sultan Ali Mirza'mı
Bu kavgada tuttular

Dört yanın uladılar
Ciğerciğim dağladılar
Sultan Ali Mirzam'ın
Ağ ellerin bağladılar

Bindirdiler atına
Göt(ür)düler inkar katına
İnkar bir sual sordu
Bakınca suratına

Sağ mısın esen misin
Ciğerciğim kesen misin
Koca haydar zül olası
Şah dedikleri sen misin

Elifim var kaddim var
Bir İskender hadd'im var
Ben Şah'ın kurbanıyım
Şah olmaya ne haddim var

Seni attan indirmiyem
Gül benzin soldurmuyam
Gel Şah'a şek getür sen
Vurup boynun öldürmeyem

İşte geldim yanına
Sığındım Sübhan'ıma
Ben Pire şek getürmem
Lanet senin canına

Şunu atından indirin
Gül benzini soldurun
N'oldu benim cellatlarım
Vurun boynun öldürün

Cellatlar aralandı
Ciğerler parelendi
Sultan Ali İmirza'm
Bu kavgada parelendi

Gönül hüma kuşudur
İşitenler nâşidir
Baş(?) verip ser kurtarmak
O da Mervan işidir

Çöl olasi Çaldıran
Altun kadeh kaldıran
Hatayi'm ağlar gezer
Musahibin aldıran

Bizce önemli bir belge olarak ortaya çıkan şiirin, Türk tarihçileri tarafından görülmediği, görülmüşse de önemsenmediği anlaşılıyor. Osmanlı tarihyazıcıları kadar, çağdaş Türk tarihçileri için de doğru olan,Yavuz'un çevresinde seferin günlüğünü (Ruzname) tutan Haydar Çelebi ve Şah İsmail'den kaçıp onun hizmetine girmiş İranlı ulema takımından Hasan Can'dan nakleden oğlu Hoca Sadeddin'in anlattıklarıdır.

Şah ismail Hatayi bu 16 dörtlükte, kendisinin de hücum hattı içerisinde göğüs göğüse çarpıştığı Çaldıran savaşından önemli bir kesiti vermektedir. Uğruna canını vermiş, "musahibim" dediği Sultan Ali Mirza'nin yakalanışı ve Osmanlı Padişahı Yavuz Selim'in huzurunda

sorgulanıp, cellatlara nasıl parçalatıldığını çok duygulu ve etkileyici biçimde, yedi heceli dizelerle destanlaştırmıştır.

Sultan unvanını taşıyan ve sadece bir Afşar Türkmeni olduğu bilinen Ali Mirza, öyle görünüyorki Gilan'dan beri onun çok yakınında bir kimseydi. İ. Hakki Uzunçarşı'lının tanımladığı gibi sadece, "Şah'ın maiyetindeki zabitlerden biri" değildir. Şah İsmail Hatayi, Muhammed-Ali'den, Ehlibeyt, Oniki İmamlar ve Hacı Bektaş'dan başka hiçkimseyi nefeslerine, şiirlerine konu edinmemiştir. Büyük mutasavvıfların adlarını elbette zaman zaman yadetmiştir, ama içlerinden hiçbirine bir şiiri ya da destanını ayırmış olduğuna biz rastlamadık. Onu çok sevdiği ve yitirdiğine çok fazla üzüldüğü için bu şiiri yazdığı anlaşılıyor.

1a. Şiirin Açıklaması Ve Verdiği Farklı Bilgiler

Şiirde olaylar "ben" ile birlikte, daha çok "o" şahıs zamiri kullanılarak, yani üçüncü kişinin, ağzından anlatılmıştır. Çaldıran savaşının irdelenmesine geçmeden önce şiirde anlatılanların daha iyi anlaşıkabilmesi bakımınından, onu düzyazı biçiminde vermeyi deneyelim:

"Alay alay gelen Osmanlı askerleri, koşaraktan sıraya girdiler. İkinci topun patlatılmasından sonra ona (Şah'ın kendisine) saldırdılar. Askerler taşlarla örülü bir duvar gibi sıralanmış tüfeklerinin çakmaklarını kurarken, o kâfir Melhuçoğlu (Malkoçoğlu Tur Ali Bey,İ.K.) Şah'ın üstüne doğrulayıp, hücuma geçti. Her taraf kızıl kan çalkalanıyordu. Melhuçoğlu'nun kılıç vuruşunu, Şah kalkanla karşıladı. Zaten anında atına binince yezitler (Sünni Osmanli askerleri İ.K.) şaşkına dönmüştü. Ardından düşmanının kellesine öyle bir vurdu ki, kılıcı vücudunu ikiye bölüp ata ulaştı."

"Melhuçoğlu attan düşünce Şah atını çevirip geriye kaçtı. Bunun üzerine beşyüz elli tüfekçi, bağıra çağıra Şah'ın ardından koştular. Ulaştıklarında onun yerine, Sultan Ali Mirza'yı kavganın ortasında yakaladılar."

"Dört yanını çevirip onu aralarına alınca, ciğerim yandı, çok üzüldüm. Sultan Ali İmirzam'ın ellerini bağlayıp ata bindirdi ve İnkar'in (Alevi inancına düşman Yavuz Selim kastediliyor İ. K.) katına çıkardılar. Yavuz Selim, Sultan Ali Mirza'nin yüzüne bakarak onu sorgulamaya başladı:

"YAVUZ: 'Ciğerimi yerinden söken, beni bu kadar öfkelendiren adam, sen hala sağ ve esen misin? Kahrolası koca arslan, sen misin Şah dedikleri? (Koca Haydar, diye Şah'ın babasının adıyla hitap etmiş gibi görünüyorsa da, izleyen konuşmalar; haydar'ı arslan anlamında kullandığını gösteriyor. İ.K.)"

"ALİ MİRZA: 'Elif gibi doğru ve uzun boyum ve İskender'inki gibi bir yüzüm var. Yani Şah'a benziyorum, ama ben haddimi bilirim; Şah değilim, Şah'ın kurbanıyım, ona kurban olurum ben."

"YAVUZ: 'Seni atından indirip, eziyet ederek gül benzini
soldurmuyayım. Gel inat etme. Şah'a şek getir; yani o olduğunu farzet, onu yadsı ve Şah olduğunu söyle. O zaman boynunu vurdurtmam, seni bağışlarım."

" ALİ MİRZA: 'İşte yanındayım. Ama, sana değil ben Tanrıma sığınırım. Senin canına lanet olsun; ben ne Pir'imi yadsır ve ne de kendimi onun yerine korum."

" Bunun üzerine Yavuz öfkeyle: 'Neredesiniz cellatlarım? Şunu atından indirip, önce eziyet ve işkenceyle soldurun yüzünü. Sonra vurun boynunu öldürün' diyerek Sultan Ali Mirza'yı cellatlara teslim etti."

"Cellatlar oradan, Sultan Ali Mirzam'ı alarak ayrıldılar. Onu parça parça ederek, sevdiklerinin de ciğerini dağladı, onları acılara boğdular."

"O, Mervan işi işlemedi; kendi başını kurtarmak için, başındaki Şah'ına ihanet etmedi, hakkında bilgi vermedi. Gönlümüzde bir cennet kuşuydu o, uçtu gitti. Bütün bu bilgiler, bizzat olayı işitenlerden çıkıp, yayılmıştır."

"Ah! Çaldıran olmaz olsaydın; toprakların çatlayıp kurusun, çöle dönüşesin. Kendisine altın kadehle şarap dolduran musahibi Sultan Ali Mirza'yı, senin toprağın üzerinde düşmana kaptıran Hatayi artık ağlar gezer oldu."

2. Savaş Öncesi Yavuz Selim ile Şah İsmail'in Siyasetleri

Baştan söyleyelim: Çaldıran savaşının galibi, dönemin ahlaki değer ölçülerine vurulduğunda yiğitlik değil, ama yenilik olmuştur. Erlik ve yiğitliğin ölçütü olan kılıç, ok ve mızrak değil, o çağın savaşlarında teknik yeniliğin simgesi olan (500) top ile (12 bin) çakmaklı tüfek, Çaldıran savaşını Yavuz'a kazandırmıştır.

Kuşkusuz Şah İsmail, ateşli silahlara sahip olmamak ve kullanmamakla, elbetteki yanlışın en büyüğünü yapmışır. Oysa dedesi Akkoyunlu Uzun Hasan bile, elli bir yıl önce Otlukbeli savaşında, Fatih'e karşı top kullanmıştır.

R.M. Savory'nin "ateşli silahların kullanılışını insanlığa ve yiğitliğe-şövalyeliğe aykırı buluyordu" düşüncesine, Ali donunda ortaya çıktığına inanılan Şah İsmail'in askerine kurşun işlemez gibi aşırı fanatikliği de belki eklemek gerekir. Ama asıl, bu dönemde Şah'ın çevresini yeni sarmış olan İranlı Ş umera ve ulemasının bilinçli telkinlerini unutmamalıyız.

1499'dan 1514'e kadar Şah İsmail'e, Ceyhun'dan Buhara'dan Fırat'a, Bağdad ve Kayseri'ye uzanan bir imparatorluk kazandırmış Kızılbaş ordusu, yenilmezliği ve çok hızlı hareket yeteneğine sahip süvari gücüyle ün salmıştı. Onun içindir ki Yavuz, Osmanlı'da o tarihe kadar az görülmüş, 140 bin kişilik bir ordu ve çok üstün ateşli silah gücüyle bu savaşa çıkmış ve hiçbir şekilde zaferi şansa ve yiğitliğe bırakmamıştır.

Yavuz'un amacı, İran'da egemen olmak isteyen Şii devletini ortadan kaldırmak değil, kızılbaş askeri aristokrasisinin oluşturduğu yönetimi ve kızılbaş ordusunu yoketmekti. Kültürüne, dili ve edebiyatına hayranlık duyduğu İranlılara düşmanlığı yoktu, olmazdı. Yavuz'un düşmanlığı,
Anadolu Alevi-Bektaşi Türkmenlerinin, yaklaşık elli yil boyunca sürdürdükleri ihtilalci Kızılbaşlık siyasetlerinin sonucu kurduklari Kızılbaş Safevi Devleti yönetimine idi.

Tarihçilere ve konuya ilişkin bildiklerimize çok aykırı gelecek ama, bize göre Şah İsmail'e bu dönemde Yavuz'un kişisel kini de olmaması gerekir. Çünkü 1508-9 ile 1514 arasında Kızılbaş askeri aristokrasisinin kendi aralarında ve Şah İsmail ile büyük sürtüşmeler vardı; bir bakıma İran milli devletine doğru gidiş ve Şah'ın Kızılbaş Türkmenlerin nüfuzunu, çeşitli yollarla kırma siyasetinden Yavuz Selim'in haberdar olmadığı düşünülemez.

Bir başka gerçek daha var: 1509 yılı Şah İsmail'in, Anadolu Kızılbaş Türkmen boyları temsilcileriyle yaptığı Yıldız dağı toplantısında Kızılbaş siyaseti bölünmüş: Bir yanda başında, Balım Sultan'ın kardeşi Kalender Çelebi'nin bulunduğu ve onun talibi büyük halk ozanı Pir Sultan Abdal'in sözcülüğünü yaptığı "Padişah'ın tacı ile tahtını ele geçirmeye" yönelik Kızılbaş siyaseti, diğeri ise Şah İsmail'in Safevi İran İmparatorluğu kurma siyaseti vardır. Yukarıda anlattığımız üzere, bu tarihten itibaren Anadolu'dan, 6-7 yil önceki gibi akın akın Şah İsmail'in Kızılbaş ordusuna gidip katılan olmamıştır. Oysaki, Kızılbaş ordusunu oluşturan Kızılbaş Türkmen kabileleri de, son yarım yüzyıl boyunca Azerbaycan ve İran'a göçüp yerleşmiş akrabalarından başkaları değildi. Gidenlerin amacı zaten Şah İsmail'in Anadolu'ya gelip kendi devletlerinin başına geçmesini sağlamaktı. Kurtuluşlarını Şah'a bağlamışlardı. İşte bu umut büyük çapta yokolduğundan dolayı, aynı yılın sonunda Şah İsmail'in Dulkadiroğlu Alaüddevle ile yaptığı savaşa Anadolu Kızılbaşları katılmamıştır. Şah İsmail de bu tarihten sonra Doğu'da fetihlere yönelmiştir.
Birkaç yıl sonraki Şahkulu Sultan ve ardından Nur Ali Halife başkaldırıları bağımsız Anadolu Kızılbaşlarının ayaklanmaları olarak kalmıştır; Şah İsmail onlarla ilgilenmemiştir. Yavuz'un yeğeni Şehzade Murad'ı her iki harekette de Kızılbaş yandaşı olarak görmekteyiz. Ama, Şah İsmail bu hareketlerin ikisine de sırtını çevirmiş, Osmanlı'dan yana tavır almıştır. Örneğin, Şahkulu başkaldırısının bastırılması sırasında kırımdan kurtulanların İran'a gittiklerinde, kervan soydukları bahanesiyle hepsinin Şah İsmail tarafindan yokedildiği bilinmektedir. Ayrıca, birkaç yıl önce Kayseri'ye kadar gelmiş olan Şah İsmail isteseydi, Sivas, Çorum, Tokat va Amasya Kızılbaşlarını ayaklandırıp, kendi adına hutbe bile okutan ve Erzincan'da kendisini bekleyen Nur Ali Halife'nin yardımına gelemez miydi? Gelebilirdi, ama gelmedi.

Fazla ayrıntıya girmeden söyleyelim: Yavuz'un tahta çıkar çıkmaz, Kızılbaşlar hakkında Kemal Paşazade ve Müfti Hamza'ya fetvalar yazdırttıktan sonra, "yediden yetmişe defter edilerek" giriştiği 40 bin ile 100 bin arasında Kızılbaşı katlettirmesi, Anadolu Kızılbaşlarının siyasetine dönüktür, başkaldıranlara gözdağıdır. Ama, yine de karşısında, kaynağını Anadolu'dan almış bir Kızılbaş devlet yönetimi vardı. Onu yoketmekle, Anadolu Kızılbaşlarına -umutlarını tümüyle kesemedikleri- bu yönetimin desteğini kesmiş olacaktı.

Şah İsmail, halifelerinden Nur Ali'ye yardıma gelseydi, büyük Kızılbaş kırımları da Çaldıran savaşı da olmayabilirdi. Belki Şah İsmail ile Yavuz ya da başka bir Osmanlı padişahı arasında, Timur-Bayezid arasındaki (Ankara 1402) savaşına benzer bir durum ortaya çıkardı. Kızılbaş ayaklanmalarını desteklemedi. Çünkü Şah İsmail Kızılbaşlık davasına ihanet içindeydi. Bu ihanete daha 1508'de Kızılbaş Ehl-i İhtisas kurulunu dağıtıp, Şah Vekilliği 'ni İranlı Şiilere vererek ve baş dinsel kurumu Sadr'i, Caferi mezhebi üzerinde işletmeye başlatarak adımını atmıştı.

Yine de görülüyor ki, çevresindeki Kızılbaş hanlar ve ordusunun baskısıyla, Kılıç adlı bir halifesini Kızılbaş kırımını incelemesi için Anadolu'ya göndermek zorunda kalıyor. Zaten Şah İsmail, Yavuz ile savaş yapmaya gönülsüz duruyordu. Ancak bu savaşa, büyük Kızılbaş kırımı nedeniyle, kendi ordusu tarafından zorlanmıştır. Yavuz tarafından gelen tahrikler de hesaba katılabilir.

3. Yavuz Selim Ordusuyla İstanbul'dan Çaldıran'a Beş Ayda Ulaştı

Yavuz Sultan Selim 1514 yılı Nisan ayının üçüncü haftası sonunda İstanbul'dan, Anadolu ve Rumeli beylerbeyleri ve timarlı sipahilerinin kuvvetleriyle destekli 140 bin kişilik ordusuyla yola çıktı. Konaklama yerleri olarak özellikle zaviyeleri tercih ve ziyaret ederek ilerliyordu; Akbıyık Zaviyesi, Karye-i Işık, Bozöyük Zaviyesi üzerinden Seyyidgazi'ye ulaşmıştı.

Seyyidgazi Zaviyesinde konaklama süresini uzatan Yavuz burada Kapıkulu askerlerine sefer için 1000 er akça bahşiş dağıtmıştır. Sonra orduda, yeni atamalarla görev bölümü yapmiş: 20 bin kişilik timarlı sipahi pişdar(öncü) ordusunun başına vezir Dukakinoğlu Ahmet Paşa'yı atayan Yavuz Selim, Karaca Ahmet Paşa'yı 500 süvari ile keşfe göndermiş. Mihailoğlu Mehmet Bey'i de akıncıların başına geçirmiştir. Bu arada Seyyidgazi türbesini ziyaret eden Yavuz Selim'in, zaviye dervişlerine 100 bin akça dağıttığını görüyoruz.

Yavuz Sultan Selim, Osmanlı Devleti sınırları içinde bulunan bu Alevi-Bektaşi zaviyelerinden geçerek bir yandan onlara gövde gösterisiyle gözdağı vermiş, öbür yandan da uslu durdukları takdirde kendilerine yardımcı olacağını göstermek istemiştir. Bu arada Konya'ya uğrayıp Mevlana'nın türbesini de ziyaret ettiği ve 100 bin akça da oraya bağışta bulunduğu halde, yukarıda adı verilen Zaviyelerin bağlı bulunduğu Hacı Bektaş Veli Dergahına uğramamıştır. Çok büyük olasılıkla Hacı Bektaş Dergahı çevresi de Alevi kırımından nasibini almıştır. Ancak başında bulunan Balım Sultan'in idam edilmemiş olması, çok geniş Alevi-Bektaşi kitlesi ve özellikle Yeniçerilerin büyük tepki ve isyanına neden olacağı korkusuna bağlanabilir. Balım Sultan'ın, 1511 Şah Kulu isyanından beri Dergah'ta gözaltında olduğu ve dışarısı ile ilişkisinin kesildiği, dergahın kapatıldığı kesindir.

Yavuz'un ne zaviyelere yaptığı parasal yardıma ve ne de saldığı korku ve gözdağına güvenmediğini de görüyoruz. Sivas'da 40 bin kişilik bir ihtiyat birliğini, Şah İsmail ile karşı karşıya savaştığı sırada Anadolu'da olası bir Kızılbaş başkaldırısını bastırmak için bıraktı.

Katliamın ardından, sinmiş olan Anadolu Kızılbaşları öyle anlaşılıyor ki, Şahkulu ve Nur Halife başkaldırılarında yardımlarına gelerek, Osmanlı ile savaşmayan Şah İsmail'in, bu kez

mutlaka savaşacağı ve Osmanlı'yı mutlaka yeneceğine inanıyorlardı. Şah İsmail'in Yavuz'u, ta Azerbaycan içlerine değin çekmesinden bu umuda kaptırmışlardı kendilerini. Bu kadar yolu yürüdükten sonra Osmanlı ordusunun Kızılbaş ordusunu yenebilecek gücü kalacağına herhalde artık kimse inanamıyordu.

Her alanda önlemini almış olan Yavuz Selim, Şah İsmail ile hiç değilse Erzincan dolaylarında karşılaşacağını bekliyor olmalıydı. Mama Hatun Kervansarayı'nı da geçip Çermük'e ulaştığı halde, hala ortalarda görünmeyen Şah İsmail'e yazdığı mektuplarda ona hakaret ediyor; memleketi içerisinde yürüdüğü halde, karşısına çıkamadığı ve kadınlar gibi korkup gizlendiğini; bir sultanın süslü kaftanlar içinde dolaşacağına, zırh giymesi gerektiğini yazıyor. Kendisinin de miğfer yerine baş örtüsü, zırh yerine de entari giymesini öğütlüyordu. Hatta ona bir kadın giysisi bile göndermişti. Bu hakaret edici söz ve davranışların arasında kâfirliği, yani Kızılbaşlığı terkedip müslüman olması ve yönetimi bırakarak inzivaya çekilmesi istekleri de vardı.

Burada bizce Yavuz, Şah İsmail'e, 6-7 yıldan beri İranlı feodal bürokrasi ögesiyle denge kurarak, eskiye göre hegemonyasını oldukça zayıflattığı Kızılbaş Türkmen askeri aristokrasisini, ehl-i Sünnete dönerek tümüyle terketmesini öneriyor sanki. Şah İsmail'in kafasındaki İranlı unsuru egemen kılma siyasetine Yavuz bu yolla yardımcı olarak, Kızılbaşları ortaklaşa, -tamamiyla yokedemeseler bile- adamakıllı sindirerek siyaset meydanından uzaklaştırabilirlerdi. Elbetteki o zaman Şah İsmail İranlı bir Şii hükümdar olarak yerinde kalırdı.

Şah İsmail'in, Yavuz'un mektuplarına verdiği yanıtlardaki yumuşaklıktan, sözünü ettiğimiz siyasetine uygun olarak anlaşma niyeti seziliyor. Mektuplarında Yavuz Selim'i kendisiyle savaşa zorlayan nedenleri irdelemekte; Al-i Osman hanedanıyla iyi geçinmek istediği ve savaşın kendisi için iyi olmayacağı ve Timur-Bayezid savaşı sonrası karışıklığa düşeceklerini belirtiyordu. Ayrıca hiç de hak etmediği hakaretlerine karşılık olarak ise; bu sözleri bir padişah değil, olsa olsa afyon çekmiş sarhoş katipler yazmıştır diyerek, afyon dolu bir altın kutu gönderiyor.

4. Çaldıran, Kızılbaşların Birliği İçin Çok Önemli Bir Dönüm Noktasıydı

Şah İsmail'in bu niyetinin uygulamaya konulması, yani Yavuz'la savaş yaparak değil de anlaşmalar yoluyla Osmanlı-İran arasındaki sorunları çözme yoluna girmesine, Kızılbaş askeri aristokrasisinin beyleri fırsat vermediler. Her nekadar bu Kızılbaş Türkmen beyleri, kısa sürede elde ettiği geniş imparatorluk coğrafyası içerisinde Şah İsmail tarafından, "Han" sıfatıyla eyalet valiliklerine atanarak, ya da geniş Timar arazileri bağışlanarak merkezden uzaklaştırılmaşsa da, Yavuz'un asıl amacının kendilerine dönük olduğunu anladıklarından Şah'ı savaşa itiyorlardi. Şah İsmail aslında onları, merkezden uzaklaştırma ve birbirine rakip duruma getirme yoluyla, temeldeki inanç ve güç kaynağı Anadolu'ya dönük Kızılbaşlık siyasetini parçalamış ve kendi öz güçleriyle başbaşa bırakmıştı.

Yavuz Selim'in 1513 yılı sonlarında yaptığı büyük Kızılbaş toplukırımı, Ustacalu, Afşar, Varsak, Dulkadirlu, Rumlu (Orta Anadolulu), Şamlu, Kacar ve Karamanlu Kızılbaş Türkmenlerinin hanlarını, siyasetlerini Batı'ya, yani Anadolu'ya yöneltmekte birleştirmişti. 80 bin kişilik büyük bir süvari gücü oluşturup, eski günlerin coşku ve heyecanı içinde Şah İsmail'i Anadolu'ya gönülsüz de olsa onlar yönlendirdiler. Bu nedenle Çaldıran, Kızılbaşların birliği için çok önemli bir dönüm noktasıdır: Savaşın kazanılması birliği sağlayacak, yitirilmesi ise büyük parçalanmayı getirecek; Şeriatçı Osmanlı yönetimi, Osmanlı-Safevi sınırının geçtiği Kayseri, Sivas-Suşehri'den itibaren tüm doğu ve güneydoğu Anadolu'nun artık tam egemeni olarak, Anadolu'da büyük çoğunluk oluşturan Alevi-Bektaşiler, yani Kızılbaşlar'a baskı ve zulmü artırarak onları sindirmeye çalışacaktı.

Savaşın başında gösterilen büyük taktiksel hatalardan anlaşıldığına göre, Şah'ın yakınında bulunan bazı hanların Anadolu'ya dönük Kızılbaş siyasetine olumlu bakmadıkları anlaşılıyor. Şah'ın en yakınındaki Şah vekili olarak Seyyid Nimetullah oğlu Emir Nizamüddin oğlu Abdulbaki, Sadr (dinsel işleri yöneten) Seyyid Şerif Cürcani'nin torunlarından Seyyid Şerif, Meşhed nakibi Seyyid Mehmed Kemune gibi İranlı ulema ve Kızılbaş emirlerinden Şamlu Durmuş Han onu çok etkiliyordu.

Yavuz'un Çaldıran seferini ayrıntılı işleyen Şahabeddin Tekindağ bu siyasetin farkında olmadığı için, yaptığı yorumlar aktardığı doğruları geçersiz kılıyor. Şöyle yazmaktadır: "Osmanli savaş tekniğini iyi bilip, daha Çaldıran tepelerinde iken Selim'e hücum edilmesini, Rumlu Nur Ali Halife ile birlikte teklif eden Ustacalu Mehmet Han'ın savaşın planını hazırladığı anlaşılmaktadır."
1512'de büyük bir ayaklanma hareketini yönetmiş, üzerine gönderilen birkaç Osmanlı ordusunu yenmiş ve valiliğini yaptığı Erzincan'da Sehzade Murat ile birleşip, "Üsküdar'a kadar rahatça ulaşabilen bir güce sahip olarak", Şah İsmail'i beklemiş olan Nur Ali Halife, elbetteki Osmanlı savaş tekniklerini iyi biliyordu. Ustacalu Mehmed Han'a gelince, 1501 yılından beri Şah'a çok yakın askeri kumandanlarından biriydi. 1509'da Dulkadirli Alaüddevle ile yaptığı savaşın arkasından teslim olan Diyarbakır'a vali olarak atanmış ve Kürt beylerinden bazılarını yenerek, Kürdistan'ın büyük bir kısmını Kızılbaş Safevi devletine bağlamıştı. Gerçi Faruk Sümer, inanmakta tereddüd gösteriyor, ama Lütfi Paşa ve Hoca Sadeddin gibi Osmanlı tarihçilerinin "Diyarbekir valisi Ustacalu Muhammed Han, Osmanlı hükümdarına pervasızca mektuplar yazarak onun sefere çıkmasına sebep olduğu gibi, Şah'ı da Selim ile savaşmaya teşvik etmişti" ortak ifadeleri, bizce doğrudur ve yukarıda açıklamaya çalıştığımız siyasetle üstüste düşmekte ve uyumlu görünmektedir.

Rumlu Nur Ali Halife ve Ustacalu Muhammed Han, Osmanlı ordusunun tepelerden inip, Çaldıran ovasında savaş düzenine girmeden hemen saldırılmasını, yapılan meşveret meclisinde önermiş ve şiddetle savunmuştur. Diğer birçok Kızılbaş Türkmen beyleri tarafından kabul gördüğü halde, Şah'ın üzerinde geniş nüfuz sahibi ve dolayısıyla Safevi İran (milli) devleti siyaseti yandaşı Şamlu Durmuş Han, Ustacalu Muhammed Han'a: "senin borun Diyarbekir'de öter" diyerek karşı çıkmıştır. (F. Sumer, agy., s.40, dipnt. 60) Bu karşıt siyasi muhalefet, savaşın Kızılbaş ordusu tarafından kazanılmasına engel olmuştur. Şahabeddin Tekindağ'in yanış bir yorum içinde ileri sürdüğü gibi, eğer savaş planını Ustacalu Mehmed ile Rumlu Nur Ali Halife yapmış olsalardı, tarihin seyri değişmiş olacaktı.

Son birkaç yıl içinde başkaldırı ve askeri hareketleri sırasında ani baskın, pusu ve beklenmedik hücumlarından çok büyük zararlar görmüş, defalarca yenilmiş Osmanlı ordusu ve kumandanları, bunların her ikisini de çok iyi tanıdığından, Çaldıran ovasına iner inmez, hiç dinlenmeden savaş düzenine girip hemen saldırıya geçmişti.

Burada, gerek akıncı beylerinden birçoklarının ve gerekse yeniçerilerin Alevi-Bektaşi inançlı olmaları dolayısıyla, neden Selim'e başkaldırmadılar? Kızılbaş casusları böyle bir hareketi başaramazlar mıydı? Bu tartışmaya girmeyeceğiz. Çünkü bu hareketlerde inançların değil, siyasetlerin en belirleyici ögeler olduğunu düşünüyoruz; sınıfsal sosyo-ekonomik (nesnel) koşullar bu siyasetlerin içinde saklıdır. Şimdi savaşın seyri ve sonucu hakkında kısa değinmelere geçelim:

5. Çaldıran Bir Kırım Savaşıdır: Savaşın Sonunu Ateşli Silahlar Baştan Belirlemişti

Osmanlı ordusunun sağ kolunu Anadolu Beylerbeyleri Sinan Paşa ile Zeynel Paşa'nın emri altındaki Anadolu ve Karaman kuvvetleri, sol kolunu ise Hasan Paşa komutasındaki Rumeli askeri oluşturuyordu. Yavuz Selim ise merkezde Sipahi, Silahdar, Ulüfeci ve Gureba (taşiiralılar, yabancılar) bölükleriyle çevrilmiş olup, yanında Sadrazam Hersekoğlu Ahmed Paşa, Vezir Dukakinoglu oğlu Ahmed Paşa, diğer vezirler, yüksek devlet ricali ve din adamları vardı. Padişahın tam önünde Ayas Ağa'nın emrinde sayıları 12 bini bulan tüfekçi yeniçeriler, arabalar ve develerden oluşturulan siperlerin arkasında yeralmıştı. Sağ ve sol kolun sonlarında biri 10 bin, diğeri 8 bin kişilik Anadolu ve Rumeli Azabları, birbirlerine zincirlerle bağlı ve hedeflerini bir mil içinde vurmakta ustalaşmış topçuların başında bulunduğu 500 topun önünde dizilmişlerdi.
Sultan Selim'e "yiğit, iyi, cesur, korkusuz" anlamında (sözcüğün "fena, zalim, acımasız" anlamları neredeyse unutturulmuştur) "yavuz" sıfatının yakıştırılması, "özyiğitlik ve mertlik" kavramlarına hakarettir. Babasını bile saltanat için zehirleterek öldürten; yüzbine yakın Alevi-Bektaşi inançlı Anadolu Türkünü toplukırıma uğratan Yavuz Selim'in "kuşkucu, korkak, kompleksli" psikolojisi, yukarıda verilen savaş düzenindeki bulunduğu yerden çok iyi anlaşılıyor. Şah İsmail'i "korkaklık ve acizlikle" suçlayarak, bunların simgesiymiş(!) gibi, ona "kadın giysileri" gönderen bu Osmanlı Padişahının nasıl canından korkup, sıra sıra topçuların tüfekçilerin ve azapların (okçu askerler) ardında saklanmış olduğu ortadadır.

Buna karşılık Şah İsmail, ordusunun sağ koluna bizzat kendisi kumanda ediyordu. Sol cenahın başında ise Diyarbakır valisi Ustacalu Mehmed Han bulunmaktaydı. Merkezde yüksek devlet ricali ve bazı Kızılbaş Türkmen hanları yer almıştı. Tarih-i Alemara-i Abbasi' de, savaş meşvereti sonunda Şah İsmail'in Yavuz'a, "teke tek, göğüs göğüse mertçe savaş yapalım" haberi gönderdiği fakat onun kabul etmediği yazılıdır. Bunun doğru olup olmadığını bilmiyoruz. Ama Şah İsmail; Ustacalu Muhammed Han ile girişecekleri çevirme harekat sonunda Azabları yarmak ve onların saflarını aşarak, Yeniçerileri arkadan vurmak niyetinde idi. Bu maksatla sağ kolun kumandasını üzerine almıştı...

Korcubaşı Saru Pire, Ustacalu'nun Çarhacılarla Mihaloğlu'na saldırıp, yenilmesi üzerine, "depesinden dırnağına gök demürlü" seçkin 40 bin kişilik süvari birliğiyle Rumeli Azablarının üstüne saldıran Şah İsmail, başlarda çok büyük başarı kazandı. Rumeli Beylerbeyi Hasan Paşa ve diğer birçok emirler bu çarpışmada yaşamlarını yitirdiler. Hoca Sadeddin'e göre, Azab askerleri oklarını çıkarmaya bile vakit bulamamışlardı.
Bu savaşta Malkoçoğullarından Sofya Sancak Beyi Ali Bey ile Silistre Sancaği yöneticisi Tur Ali Bey, Mora Sancak beyi Hasan Aga, Prizren beyi Süleyman Bey, Yörgüçoğlu Mehmet Bey de öldürülmüşlerdi. Öte yandan Gaffari, Şah İsmail'in bahadırlıklarını uzun uzadıya anlatırken, Malkoçoğlu Ali'yi onun öldürdüğünü söyler. Şah İsmail Hatayi başta verdiğimiz şiirinin birkaç dörtlüğünde de bunu anlatıyor. Tarihçilerin büyük çoğunluğu aynı gerçeği söylemelerine rağmen Şahabeddin Tekindağ, Malkoçoğlu'nun korci askerler tarafından tuzağa düşürülerek öldürüldüğünü kabul etmekedir.

Ayni şekilde İ. Hakkı Uzunçarşılı da Şah İsmail'in ordusunun sağ koluna bizzat kumanda ettiğini ileri süren tarihçileri onaylamıyor. Oysa bunu, Osmanlının büyük Şeyhülislamı ve tarih yazıcısı İbn Kemal kaydediyor. (Demek ki Cumhuriyet tarihçileri, Yavuz ve oğlu Kanuni döneminin alim ve tarihçisinden daha bir Osmanlı!) Diğer yandan Türkçü Şahabeddin Tekindağ Hoca'nin Yavuz Sultan Selim sevgisi ve hayranlığı temelinde kaleme aldığı, dönemin siyasetlerinden uzak ve habersiz yorumlar içeren makalesinde, Şah İsmail'in savaş başlamak üzereyken "bıldırcın avında bulunduğunu" yazanlara bile inanıp, onun savaş alanlarındaki başarılarını görmek istememesi doğaldır. Belli ki her iki tarihçi de, Yavuz Selim kat kat siperler ardında saklanmışken, Şah İsmail'in at sırtında savaş alanında kılıç sallamış olduğu gerçeğine tahammül edemiyorlar.

Şah İsmail'in başında bulunduğu ordunun sağ kolunun başarıları sürerken, sol kolun kumandanı Ustacalu Mehmed Han hızla merkeze doğru ilerliyordu. Osmanlı ordusunun sağ cenah kumandan Sinan paşa safları geri alıp, kaçarmş gibi görünerek ya da çarpışa çarpışa, Ustacalu'yu çektiği top menzilinde tuzağa düşürdü. Anlaşıldığına göre, tam merkezin karşısına gelindiğinde, Ustacalu Mahmed Han ile kardeşi Kara Han'in başında bulunduğu Kızılbaş Türkmen güçleri,
merkezdekilerle ayni zamanda top ateşine tutulmuşlardı.

Osmanlı yönetiminin Kızılbaşlarla baktığı açıdan bakan ve yazdıkça hırsı ve öfkesi kabaran Şahabeddin Tekindağ'in cümleleriyle yenilgiyi verelim:

"Sinan Paşa... (onları) müdhiş Osmanlı topçusu ile karşı karşıya bırakmış idi. Üzerlerinde büyük küçük kazanların bulunduğu topları hep birden açtıkları cehennemi ateş üzerine, Ş Ordusu (Kızılbaş Ordusu denilmek isteniyor. İ.K.) darma dağınık oldu; başta Mehmed Han Ustacalu olmak üzere, Seyyid Mehmed Kemune, Hulafe Bek, Emir Abdülbaki, Horasan hakimi Lala Bey Şamlu, Tekelü Çayan Bek ve pek çok Türkmen hasır gibi yerlere serildiler; savaş Osmanlılarin lehine döndü..." Ancak bilimsellik adına, taraflılığı fazla açık olmasın diye Hoca, "lehe dönüşün", pahalıya malolduğunu itiraf etmek gereğini duyuyor:

"Bununla beraber, bu çarpşmada, Anadolu umerasından (emirlerinden) Ataş Bey, Niğde beyi Yörgüçoğlu İskender Bey, Beyşehir hakimi Karlıoğlu Sinan Bey, Kayseri beyi Üveys Bey, Sultanzade olan Karesi hakimi Mehmed Bey yanında bir kısım züema (zeamet sahibi İ.K.) ve timarlı Sipahinin de şehit düştüklerini işaret etmek icap eder."

Aynı anda patlatılan yüzlerce topun yarattığı cehennemi ateşin ardından, canlı kalan Kızılbaşlar saldırıdan geri durmamış; Şah ve beyleri başlarında, çılgınca ve korkusuzca ateşli silahlara göğüslerini açarak, Osmanlı ordusunun merkezine doğru ilerlemeyi sürdürüyorlardı. Ölümü hiçe sayarak yalınkılıç üstlerine gelmekte olan Kızılbaş dalgalarından korkan Yavuz Selim, hemen yeni kuvvetler eşliğinde, deve katır gibi yük hayvanları birbibirine zincirlerle bağlanarak oluşturulan siperler arkasına konuşlandırılmış yeniçerilerin tüfeklerini ateşlemesini emretti. Ustcalu Menteşe Sultan emrindeki Kızılbaş Türkmenlerin bu siperlere hücumları da şiddetli top, tüfek ve zemberek ateşiyle karşılandı.

Yine birçok Han'lar ve askerler toprağa düştüler. Şiirinde beşyüz elli tüfekçinin peşine dütüğünü söyleyen Şah İsmail, birkaç kez at değiştirerek her tarafa koşuşturmakta, yaralanmasına rağmen, askerlerinin önünde çarpışarak onlara cesaret vermekteydi. İşte bu sıralarda Şah atından düşürülmüş; Ustacalu Türkmenlerinden Hızır Aka kendi atını verip kaçmasına yardım ederken, kendisine çok benzeyen ve olasıyla aynı kılıktaki musahibi, Afşar Türkmenlerinden Sultan Ali Mirza onun yerine Şah olarak yakalanmıştı.

Günümüze kadar, çok sayıda tarihçilerden gelmiş olan bilgilere göre; Sultan Ali Mirza "Şah benim!" diyerek, Şah İsmail'i kurtarmak için Osmanlı askerlerine teslim olmuştur. Oysa başta incelediğimiz şiirde ise tam tersine; Yavuz Selim onun Şah İsmail olduğunu söylemesini istiyor ve eğer kabul ederse kendisini bağışlayıp, atına bindirerek geri göndereceğini söylüyor. Yine şiirde Sultan Ali Mirza, cellatlara verilme ve katledilme pahasına Yavuz'un, "kendini Şah farzetmesi, gerçek Şahı inkar etmesi" isteğini şiddetle reddediyor. Ancak bu şiirde, kendisine atını verip kaçırdığı söylenen Hızır adındaki Ustaçlu Türkmenden sözetmemesi, Şah'ın kimsenin yardımı olmaksızın geri kaçtığının anlatılması biraz garip geliyor. Yerini almak istemediği için bu uğurda can vermiş musahibi Ali Mirza için bir ağıt yazıyor. Ama kendi atını vererek canını kurtarmasını sağlayan Ustacalu Hızır'dan neden tek söz etmiyor? Acaba Alevi inancında çok önemli bir yeri olan Hızır mı sözkonusudur? Ermiş velilerle arkadaş olan ve çağrıldığı anda insanların imdadına yetiştiğine inanılan boz atlı Hızır'ın Şah'ı kurtardığı mı yayılmıştı? Ve bu söylentiyi tarihçiler, Hızır adlı bir Ustacalu Türkmen askerine çevirmiş olamaz mı?

Şiirde, Sultan Ali Mirza ile "İnkâr" diye sıfatlandırılan Yavuz Selim arasındaki ilginç konuşmalar bize, Çaldıran hakkında yanlış bilinen ya da bilinmeyen birçok şeyin bulunduğunu gösteriyor: Öyle anlaşılıyor ki, savaş süreci içindeki bu aşamada, onca topa ve tüfeğe sahip olan Yavuz, ordusunun yenileceği yönünde bir korkuya kapılmıştır. Çünkü patlayan toplar ve tüfeklerle düşen her Kızılbaş alayının yerini bir başkası alıyor; geri çekilmek şöyle dursun korkusuzca ateşli silahların üzerine gidiyorlardı. Osmanlı ordusunun sol kolu tamamıyla dağılmış ve yukarıda Şahabeddin Tekindağ Hocanın -gönülsüz de olsa- itiraf ettiği gibi sağ kol da çok büyük kayıplara uğratılmıştı. Kızılbaş ordusu ise büyük kayıplarına rağmen merkezi alabildiğine sıkıştırıyor, sağ ve sol kol birleşerek çevirme hareketini gerçekleştirmek üzereydi.

Bize göre, işte bu aşamada Yavuz Selim, bir yandan aralıksız ve bütün şiddetiyle topları ve tüfeklerini ateşlerken, öbür yandan tutsak alınmış olan Şah'ın benzeri Sultan Ali Mirza'yi kullanmak istemiş olması doğal bir savaş hilesi ya da taktiğiydi. Sultan Ali Mirza'ya, canının bağışlanacağı sözü verilerek, Şah olduğu kabul ettirilince; bir anda Şah İsmail'in tutsak edildiği ilan edilip, Kızılbaş ordusunun karşısına çıkartılarak, teslim olmalarını söyletecekler ve bunu sağlayacaklardı. Bundan sonra gerçek Şah'ın ortaya çıkarak kendini kabul ettirebilmesi biraz zor olurdu. Şah İsmail Hatayi'nin şiirsel söylemiyle Sultan Ali Mirza, "başını kurtarmak için Mervan işi" işlememiş. "Şah'ın sadece kurbanı olduğunu" söyleyip, Yavuz'a hakaretler yağdırarak kendi kendisini cellatlara teslim ettirmiştir.

Dalga dalga gelen ve çılgınca bir cesaretle hücum üzerine hücuma geçen Kızılbaş birlikleri, aralıksız ateş kusan top ve tüfeklerle kırılmışlardı. Çok sayıda Kızılbaş Türkmen Hanları ve Beylerinin ve devlet ricalının ölümü ve Şah İsmail'in kaçması veya kaçırılması üzerine, Kızılbaş ordusundan geri kalanların bir kısmı dağıldı, bir kısmı geri çekilerek savaş alanından uzaklaştı. Merkezdeki ordugahta bulunan Şah'ın yakınları, Hanların aileleri ve kadınlarının esir alındığından sözeden kaynaklar, ordudan esir edilenler ve öldürülenlerin sayısını vermemektedir. Kızılbaş ordusundan, silahlarını bırakarak teslim olan birlik olmamış savaşarak ölmüşler, daha doğrusu bu dengesiz savaşta hepsi kırılmış, çok azı kaçarak kurtulmuştu. Lütfi Paşa'nın, Osmanlı'nın Çaldıran yengisine "Sufi Kıran" adını vermesi boşuna değildir. Çaldıran, bir inancı, bir yaşam felsefesini ortadan kaldırma ve bu inanca bağlı kitleleri yoketme amacını taşıyordu. Çaldıran bir kırım savaşıydı.

Osmanlı Padişahı Yavuz Sultan Selim, 500 top ve 12 bin tüfekle girmiş olduğu bu dengesiz savaşta; 15 yıldır yenilgi yüzü görmemiş Safevi Kızılbaş ordusunu, olağanüstü intihar hücumlarıyla büyük direnişine rağmen, gün boyunca yapılan aralıksız çarpışmalar sonunda dağıttı. Gerçekte, 23 Ağustos 1514 Çarşamba günü Çaldıran'da yapılan bu toptankırım savaşını Yavuz' a, ateşli silahlar kazandırmıştı.

Başlarda değindiğimiz gibi, Kızılbaş ordusunun yenilmesinin altında Şah İsmail'in gizli ihanetinin bulunduğunu da gözardı etmemek gerek. Ama, Sünni Osmanlının Rafızi-Kızılbaş kırım siyaseti de, daha sonraları Safevi Ş şeriatı da Kızılbaşlığı ve Kızılbaşları asla yenemediler. Bugün 25 milyona yakın Alevi-Bektaşi kitlesi, Kızılbaş atalarının zulme, baskıya ve insanı insana kul eden, sömüren inanç ve anlayışa sahip yönetimlere karşı amansız mücadele vermiş Anadolu kızılbaşlık siyasetiyle onur duymaktadır. Bu insancıl siyaset anlayışını benimseyen her toplumu kucaklar, herkesle barışıktır. "Yavuz ile Şah İsmail barıştırılmalıdır" gibi bir kaygısı da yoktur Alevi-Bektaşi inanç toplumunun. Yavuz'dan nefretini silemezsiniz, ama Şah İsmail de Çaldıran'dan sonra bu toplum için bir inanç simgesi değildir. Cem'inde, deminde-devranında yaşattığı Şah İsmail Safevi değil; can ve civan Hatayi'dir, şiirleri, nefesleri, düvazlarıdır.

Ama görülüyorki, yıkılan bir İmparatorluğun 700. Kuruluşu yıldönümü kutlanmakta ve övgü dolu yazılar yayınlanmakta, görsel ve işitsel gösteriler yapılmaktadır. Bu Laik ve Demokratik Türkiye Cumhuriyetinin işi değildir, olmamalıydı. Yeni devlet, yıktığı devletin kuruluşunu kutluyorsa, bu bir pişmanlık gösterisidir. Tarihe bu sakat yöntemli resmi anlayışla sahip çıkılmaz. Üniversiteler, Enstitüler, Akademiler ve diğer araştırma kurumları ve Osmanlı'ya ilgi duyan sivil toplum örgütlerinin işidir bu etkinlikler. Eğer bu kutlama yılı Osmanlı'ya özlemse ve Osmanlı hanedanın siyasetlerini diriltme çabalarıysa, Alevi-Bektaşi toplumunun bu çabalara katkısı olamaz ve karşısındadır.

6. Çaldıran Sonrası Ve Şah Tahmasb'ın İlk Döneminde Kızılbaş Yönetimi

1514 Ağustos'unda Osmanlı padişahı Yavuz Selim ile Kızılbaş Safevi Devleti Şahı İsmail arasında yapılan Çaldıran savaşında, Osmanlı ordusunun ateşli silah üstünlüğü, özellikle top kullanması yüzünden Kızılbaş ordusunun yenilmiş olduğunda batılı tarihçiler hemfikirdir.
Ancak Şah Abbas (1588–1692) tarafından sokulduğu bilinen Safevi yönetiminde, niçin daha önce Şah İsmail'in ve haleflerinin ateşli silahlar ve topun bulunmadığı hala anlaşılmış değildir. Oysa çok daha önce Akkoyunlular dahi ateşli silahları kullanmakta ve çok sayıda topa sahiptiler. Anlaşılan Safeviler de tıpkı Mısır ve Suriye Memlükleri gibi, ateşli silahların kullanılışını insanlığa ve şövalyeliğe yakışmaz buluyorlardı. Neden her ne olursa olsun, Osmanlıların Kızılbaş ordusunu yenmesi, üstün ateşli silahlara sahip olmasıydı.
Ancak Osmanlı Yeniçeri ordusunun Kızılbaşlarla, "Ali'nin Şah İsmail donunda ortaya çıktığı, Ali"nin kendisi olduğuna" inanmışlığı dışında, bir inanç farklılığı yoktu. Hacı Bektaş'ı Pir biliyor ve "Hacı Bektaş köçeği (yiğidi)" olduklarını söylüyorlardı. Yeniçeri kışlalarında Meydan açıyor, Cem-cemaat yapıyor; İkrar verip, nasip alıyorlardı. O dönemlerde din-iman uğruna cihat yapılıyor, can veriyorlardı. Neden Yeniçeriler aynı inançtaki Alevi-Kızılbaşlara kılıç çektiler? Neden Yavuza başkaldırıp, Kızılbaşların tarafına geçmediler?, diye sorular sorulur. Ya da, Safevi kuvvetlerine yaklaşırken Yeniçeriler arasında homurdanma başlamıştı. Bu, aylarca süren yürüyüş, soğukların başlaması, yetersiz beslenmeden çok aynı inancı paylaştıkları Kızılbaş Safevilerle savaşmak istemedikleri, isteksiz olduklarından dolayıydı, gibi hükümlere varılır.

Doğrudur Yeniçeriler çok kazan kaldırdılar, birçok uzun seferlerde "Önümüzde ot arabası var, gitmezük!" diye direndiler, kelleler aldılar. Bunlar Ulufe içindi, hak ve isteklerinin kısıtlandığı zaman yapılırdı.
Yeniçeri ordusu Padişah'ın kapı kuluydu. Ezen devletin kılıcıydı, ezen yönetici sınıfa hizmet ediyordu; bilendiği sürece kesecekti. Bilenmesi durduğu ya da durdurulmak istendiği zaman geri dönüp kelle alıyordu. Aynı inançtan olmak Yeniçeri ordusu için hiçbir zaman belirleyici olmamış ve etkilememiştir. Çaldıran savaşı öncesi ve sonrası Kızılbaş kırımları çoğu bunların kılıcıyla yapılmış ve onlarca Alevi-Kızılbaş başkaldırıları da Yeniçerilere ezdirilmişti. Çaldıran savaşı için de bir şey fark etmemiş, Alevi-Bektaşi inançlı Yeniçeri ordusuna yüklenmiş tarihsel ezgi görevi yerine getirilmişti.

Çaldıran savaşı sonrasını R. M. Savory'nin Cambridge History of İslam'daki (Vol. I, s. 400 vd.) makalesinden özetleyelim: Şurası açıktır ki, Safevi yenilgisinin baş nedeni ateşli silahların azlığı ve top olmayışı, bunun ihmal edilişiydi. Çaldıran'da Safevilerin kayıpları arasında, çok sayıda yüksek rütbeli Kızılbaşlar vardı. Osmanlı kayıpları da önemsiz sayılmazdı; Safevilerin bozmuş olduğu hat üzerindeki sol kanat tamamıyla çökmüş ve komutanı öldürülmüştü. Yavuz Selim Tebriz'i işgal etti ama Yeniçeri ordusu ve komutanlar İran'da kışlamayı reddettiklerinden, sekiz gün sonra başkentten çekildiler.
Toprak bakımından Safeviler, Diyarbakır, Maraş ve Elbistan bölgesini içine alan eyaletin kaybıyla kurtulmuştu. Yenilginin sonuçları: 1) İsmail'in kendisi üzerindeki büyük psikolojik etki olarak, 2) devlet işlerini yürütmesinde, Kızılbaş yöneticilerle ilişkilerinde ve Devlet yönetimindeki Türkmen ve Pers unsurlar arasındaki dengelemede ortaya çıkan geri tepme olarak kendini gösterdi. Çaldıran, Şah İsmail'in Kızılbaşlar arasında yenilmezliği inancını yıkmıştı.

Savory bu konudaki görüşünü şöyle açıklıyor:
"Ona bağlı Kızılbaş Türkler için İsmail, hem onların dünyasal yöneticisi hem de ruhsal, yönlendiricileriydi. Fakat o, bundan çok daha fazlasıydı. Bunları, cahil aşiret mensuplarına kendi dillerinde ve basit anlayacağı sözcükler kullanarak anlatan kendisi, bizzat Tanrının mazharı olduğu inancını besleyip pekiştirmişti. Safevi devleti, ilk zamanlarda gerçek anlamda bir teokrasiydi. Çağdaş Venedik tacirlerinin yazıları, Kızılbaşların liderlerine nasıl fanatik yaklaştıklarını ve onun ölümsüz olduğunu düşündüklerine tanıklık etmektedir. İşte bu inanç Çaldıran'da büyük yara aldı. İsmail dünyadan elini ayağını çekti ve üzüntülerini içkide boğmaya çalıştı ve zamanının çoğunu avlanmakla geçirmeğe başladı. Ölümüne kadar 10 yıl boyunca, her hangi bir savaşta ordunun başına geçmedi."

Araştırmamızın içerisinde yeri geldikçe, Kızılbaşların Şah İsmail ve Safevi hanedanını nasıl ve niçin yarattıklarını anlatmıştık. Tarihçi Şah İsmail'i merkez aldığı için, birçok tarihçilerin anlattıklarından farklı bir söylem getirmiyor. Cahil Kızılbaşları kandırmak için, kendi anadillerinde, yani Türkçe ve anlayacakları biçimde yazdığı şiirleri kapalı olarak anlatmak isteyen yazar, bilmiyor ki Hatayi mahlasıyla yazdığı bu şiirler bugün bile Türk Halk edebiyatının şaheserleri düzeyindedir.
Ona Tanrının mazharı olduğu inancını veren, çevresindeki ve onu yetiştiren Anadolulu Kızılbaş Dede-beg'lerdi. O da Tanrının insanda, kendisinde olduğuna inanıyordu her Alevi-Kızılbaş gibi. Çaldıran yenilgisindeki büyük psikolojik sarsıntı bu inancının çökmesindendir. O bu çöküntüyü yaşarken başlangıca dönülüyor ve Türkmen unsur toparlanıp eski nüfuzunu yeniden kazanma yolunda büyük adımlar atmış ve İranlı unsur, 1508'lerde yapılan yönetimsel değişikliklere rağmen karşılarında sinmişti.

Elbette ki Çaldıran'daki Kızılbaşlar ve Kızılbaşlığın uğradığı ağır kayıplar, son on yılda başarılan genişlemelerde etkisini zayıflatmasına rağmen, Horasan'daki (Şamlu) Kızılbaş valinin 1516'dan 1522'ye kadar, Şah'tan ve merkezi yönetimden gelen buyrukları hiçe sayarak bu önemli eyaleti yönettiğini görüyoruz. Bu gösteriyor ki, artık Şah İsmail'in yüceltilmiş kutsallığı zayıflamış, özel ilgi görmüyordu. Şah İsmail'in inançsal boyutta Ali ile özleştirilerek yaratılmış Kızılbaş önderliği sıfatı Çaldıran yenilgisiyle flen son bulmuştu.

Ama R. M. Savory burada yerinde bir değerlendirmeyle:
"Kızılbaş Türkmenler yeniden eski kabilesel bağlılıklarına döndürür, diyor. Bu andan itibaren pratikte artık Şah'ın kişiliğini, her ne kadar resmi mythos olduysa da, özel bir saygıyla tutmuyorlardı. Bu nedenle, genç Şah Tahmasp'ın ilk on yıl içerisinde onlar üzerinde otorite sağlamaya muktedir olamaması şaşırtıcı değildir. Hatta 1530-31'de, rakip Kızılbaş hizipler arasındaki iç çatışma sırasındaki bir olayda, bir Türkmen grubu Şah çadırına saldırmış ve iki ok Şah'ın tacına saplanmıştı."

Şah Tahmasp'a geçmeden önce, Şah İsmail'in son on yıl içerisinde artık buyruklarının dinlenmediği ve kendini içki ve ava verdiği dönemde gerçekleşmiş olduğunu sandığımız bir olayı burada yorumlamaya çalışalım. Hacı Bektaş Veli evlatlarından Kalender Şah'ın Şah İsmail'i ziyaretidir söz konusu olay. Pir Sultan Abdal üzerine yaptığımız araştırma sırasında rastladığımız ve incelemede kullanmış olduğumuz Şah İsmail Hatayi'nin Kalender üzerine yazdığı şiiri bunu göstermektedir. Balım Sultan incelememizde yorumladığımız Hatayi'nin bu şiirini aşağıda veriyoruz:

İki âlemde sultandır Kalender
Kadimi küfr ü imandır Kalender

Kalender'dir hakikat sırr-ı kevneyn
Emir-i Hayy-i fermandır Kalender

Kalender Mustafa vü Murteza'dır
Zihi cism ile hem candır Kalender

Cihan içinde sertapa bürehne
Şehin aşkına kurbandır Kalender

Misafirler ki mest-i cam-ı Hak'tır
Visal-ı Şah'a mihmandır Kalender

Cihanın devrini buldu gıda nuş
Acayip ehl-i imandır Kalender

Geç imdi şöhret-i âlem göründü
Hisaba cümle ihsandır Kalender

"Velâyet Ka'besin açtı" Hatayi
Gulam-ı Şah-ı Merdan'dır Kalender

Şiirdeki Kalender 1509'da Yıldız dağında tanıdığı, Balım Sultan'ın kardeşi Kalender Çelebi'dir. Kanımızca henüz hayatta ve Hacı Bektaş Dergahı'nın başında fakat sıkı bir kontrol altında bulunan Balım Sultan tarafından Şah İsmail'e gizlice gönderilmiştir. Beşinci beyitten anlaşıldığı üzere, "Şah'a vasıl olmuş Kalender'le birlikte, Tanrı kadehinden sarhoş olmuş Misafirler", yani bir heyet gelmiştir. Olasıdır ki, Şah İsmail ve diğer Kızılbaş Türkmen önderlerle ortak toplantılar yapıp, Anadolu'ya ilişkin Kızılbaş siyasetleri gözden geçirildi. Belki yeni Ehl-i İhtisas Kurulu ile Şah İsmail'in durumundan ötürü yeni bir yönetim düzeni tartışıldı. Belki de kuvvet toplayıp ama gizlice Anadolu'ya geri gelmeleri ve mücadele edenlere yardımcı olmaları önerildi. Küçük Asya haritasının çok değişmiş bulunması, bu konuda yeni Kızılbaş yönetimini nasıl bir davranışa yönelttiğini tahmin etmek güç görünüyor.

Yavuz'un 1514'de Çaldıran savaşını kazanmasıyla, Doğu ve Güneydoğu'nun fethinin kapıları açılmıştı. Bu bölgeyi ellerinde tutan Kızılbaş Safevi komutanları savaş sonrası büyük direniş gösterdiler. Çaldıran savaşı öncesi Osmanlı-Safevi sınırı Sivas'ın Suşehri'nden geçiyor, ondan sonra Fırat'ı takip etmek üzeri Memlük-Safevi sınır başlıyordu. Divriği, Darende, Malatya Ayıntab (Gaziantep) Memlüklerin, Kemah Kalesi ile Harput ve Urfa Safevilerin sınır kentlerini oluşturuyordu Koyu Sünni devlet olan Memlükler Safevilerle iyi geçinme yolunu tutmuş, buralarda kendi sınırları içerisinde yaşayan Alevi Türkmenlerin Kızılbaş Safevi devleti hizmetine geçmelerine kayıtsız kalmıştı.

Yavuz Selim Çaldıran savaşı dönüşünde, Azerbaycan-İran içlerinde yapamadığı Kızılbaş temizlik hareketini bu bölgeye yöneltti. İlk önüne gelen Kemah Kalesine saldırdı. Kale komutanı Kızılbaş Muhammed Bey teslim olmayarak içindeki üç yüz Varsak Türkmeniyle koca bir orduya karşı ölünceye kadar savaştılar. Kemah'ın alınmasından sonra Selim Akkoyunlu Türkü olan Bıyıklı Mehmet Paşa'yı Doğu Anadolu'nun fethi için görevlendirildi. Büyük Kızılbaş düşmanı olduğu anlaşılan Bıyıklı Mehmet, ilk saldırısını Erzincan üzerine yöneltti. Erzincan valisi Rumlu Nur Ali Halife'ydi. Çaldıran öncesi Sivas, Tokat ve Amasya Kızılbaşlarını ayaklandırmış, Şehzade Ahmet'in oğluyla birleşerek hareketi genişletme çabasındayken yenilgiye uğramıştı. Kendisi aynı zamanda Şah İsmail'in Çaldıran komutanlarından biriydi. Bıyıklı Mehmet Nur Halife'nin üzerine giderek, onu Dersim'de Ovacık yakınlarında ağır yenilgiye uğrattı. Nur Ali ve beylerden Ulaş ve Yaraş öldürüldüler.

Bıyıklı Paşa daha sonra güneye inerek Amid (Diyarbakır) üzerine yürüdü. Bu bölgeyi han unvanı ile Şah İsmail'in kız kardeşinin kocası Kara Han ve kardeşleri Ulaş ve Süleyman Beyler yönetiyordu. Babaları eski vali Ustacalu Muhammed han idi. Şah İsmail'in çok değerli komutanlarından olan Muhammed Han Çaldıran'da ölmüştü. Üç kardeş Osmanlı ordusuna canla başla direnerek topraklarını savundular. Sonunda Mardin yakınlarında Dede Kargın düzlüğünde yapılan savaşta Kara Han, ordusunda ateşli silahlar bulunan Bıyıklı Mehmet Paşa'ya yenildi ve bir kurşunun rastlaması sonucu savaş meydanında öldü. Böylece Güney Doğu Bölgesi kesin bir şekilde Osmanlı yönetimine geçti. 1520 yılında Kızılbaş düşmanı Yavuz Selim öldüğünde, Anadolu'nun Çukurova, Divriği, Malatya, Antep ve Antakya gibi bazı bölgeleri ile Suriye, Mısır ve Hicaz Osmanlı devletine katılmış ve İmparatorluğun sınırları Güney Doğu,da Irak'a dayanmıştı.

Yavuz Selim'in Mısır seferini yaptığı yıl, 1517'de Tokat ve Amasya Alevi Türkmenleri Bozoklu Celal'in başkanlığında başlattıkları isyanla, 20 bini aşkın yoksul Kızılbaş köylü Osmanlı'ya karşı iki yıl mücadele verdi. Bozok ve yandaşları üzerlerine gönderilen kuvvetleri yenerek Turhal, Artova ve Sivas üzerinden İran'a yöneldiler. Ferhat Paşa Erzincan yakınlarında Celali yakaladı ve öldürdü. Olasıdır ki kurtulanlar İran'a geçtiler. Bu yıllarda Horasan valisi Rumlu Kızılbaş Türkmen'in, Şah İsmail'e karşı çıkıp, bağımsız davranmasının nedeni, bu Bozok bölgesi akraba Rumlu aşiretlere yardıma gidilmesi gerektiği; yani kökleri ve gövdeleri Anadolu Kızılbaşlarına bir yenilgi yüzünden yüz çevirmeden, Anadolu içlerine yönelmek gerektiği düşüncesi olabilir mi?

Bu isyan Bozoklu Şah Celal"in talibi Şah Veli ayaklanmasıyla 1519–20 yılı içerisinde sürdü. Bir Osmanlı tarih yazıcı "Şah Veli'nin ünü Şah İsmail'i unutturacak kadar yayıldı." diye yazar. Bozoklu Celal'in öcünü alan Şah Veli, Hüsrev Paşa kuvvetlerince Kızılırmak üzerindeki Şahruh köprüsü yakınlarında yenildi. Şah Veli'nin Şah İsmail'e benzetilmesi, onun Anadolu'ya gelmesi ve kendilerini kurtarmasını beklediklerinin kapalı ifadesidir.

Şah İsmail'in öldüğü yılın ertesi, 1525'de Süklün Dede ve Baba Zünnun'un sürdürdüğü başkaldırı hareketi, Hacı Bektaş evlatlarından ve postnişin Kalender Çelebi'nin başa geçmesiyle tüm Anadolu Alevi-Bektaşi toplumunu ve diğer ezilen halkları da içine alarak genişledi, birkaç paşanın ordusunu bozduktan sonra Sadrazam İbrahim Paşa'nın, bazı grupları satın alması yüzünden Kalender'in kuvvetleri dağıldı. 1528'de yenilip başı kesilmesiyle, birbirini izleyerek on yıldan fazla süren aynı nitelikli başkaldırı hareketi son buldu.

Anadolu'daki bu Kızılbaş isyan hareketleri döneminde Kızılbaş Safevi devleti yönetiminin Anadolu'ya dönük görünürde, ya da açık girişimlerini göremiyoruz. Şah İsmail ile Kalender Çelebi başkanlığında Anadolu'dan gelen heyetin görüşmesinden nasıl sonuç alınmıştır? Bilemiyoruz. Sadece Devletleri, şahları ve sultanları kısaca egemenleri ilgilendiren olaylar tarihsel bilgiler olarak günümüze ulaştığından, ezilen halkların, inanç ve emek topluluklarının tarihini bu bilgilerden çıkarmak zorunluğu vardır. Onun için en ufak çelişkileri değerlendirmek gerekiyor. Görünüşte böyle bir girişim yoktur. Şah İsmail Çaldıran'ın sonrası her fırsatta Yavuz'la anlaşma ve yeni bir sefer yapmasını önleme girişimlerinden söz ediliyor. Onun kişiliğinin bu savaştan sonra ne hale gelmiş olduğu da çok iyi biliniyor. Ama 1515'ten 1533–4'e kadar, yani 17–18 yıl gerçek bir İran devletinden, yani İranlı çoğunluk unsurun devletinden sözedilemez. Yeri geldiğinde söylediğimiz gibi, Osmanlı Devleti'nin karşısında Türkmen unsurun İran topraklarında yarattığı bir Kızılbaş devleti vardı; inancıyla, toplumsal konumlarıyla bunun alaşağı edilmesi söz konusudur. İsyan hareketlerinin tümünde de direniş gücünün sonu yaklaştığında İran'a yöneliş vardır. Osmanlı bunu bildiğinden, onları pusuda avlıyordu.

7. Sonuç: İrandaki Kızılbaş Yönetim Güçlü Görünümü Altında Zayıflığı Yaşıyordu

Bu süreçte Osmanlı'nın da büyük katkısı vardır. 1533'den 1555'e kadar Kanuni Süleyman'ın İran'a yaptığı üç sefer İran devletini ortadan kaldırmak için değil, Kızılbaşlığı ve Kızılbaşları yok etmek amacını taşıyordu. Bilindiği gibi 1530'lara kadar Anadolu'da onlarca bölgesel Kızılbaş başkaldırıları olmuştur. Ama siyasetleri Osmanlı başkenti İstanbul'a, padişahın tahtına yöneliktir. Kul Himmet de Pir Sultan da bu siyasetin sözcüleri ve propagandacısıdırlar. Örneğin yukarıda iki dörtlüğünü verdiğimiz şiirinde görüldüğü gibi Pir Sultan, İran yandaşı değil, tam tersine Kızılbaş Safevi yönetimini Kızılbaş çoğunluğun bulunduğu Anadolu'ya ve Kalender Şah ayaklanması sırasındaki (1527–28) büyük mücadeleye çağırmaktadır. Kızılbaş halk yönetimini İstanbul'da görmek istemektedir. İran'daki Kızılbaş Türkmen oymakları kökleriyle Anadolu'ya bağlı oldukları için, Kızılbaş hareketlerin hem destek hem de sığınak yerleriydi.

Kısacası Cahit Öztelli'nin abartarak: "Aleviler Şah Tahmasb'ı çok severlerdi. Nefeslerde onun adı ile andıkları gibi 'Güzel Şah, Ala gözlü Şah' ve özellikle Alevi toplumu arasında 'Dehmen-Dehmen Şah' diye anılmakta idi." diye yazması, dönemin tarihini iyi bilmemesinden veya tarihe çarpık bakışından kaynaklanıyor. Sözünü ettiğimiz 8–9 yıllık ilk döneminde Alevi-Kızılbaş ozanlarının şiirlerinde Şah Tahmasb'a bütün adların yakıştırılması da Kızılbaş Yüksek Kurulunun (Ehl-i İhtisas) siyasetinin uzantısıydı.

Şah İsmail'in son yıllarından başlayarak kendi içine dönmüş Kızılbaş Türkmen kabileleri, Kızılbaş Safevi devletini kurmada gösterdikleri eski birlik beraberlik ruhunu terk etmiş devlet yönetimini (Şah Vekilliği ve Emir ül Umeralığı vb. en yüksek makamları) tek tek ele geçirme çatışmasına girmişlerdir. Kızılbaş önderler, Dirlik toprağı olarak verilmiş (Bu Şah İsmail'in 1508'den sonraki devleti İranlaştırma siyaseti sırasında bu kişileri Merkezi yönetimden uzaklaştırmak taktiğiyle ilgiliydi.) İran eyaletlerinin Han adıyla valiliğini yapıyorlar. Bağlı oldukları oymaklar da buralarda yerleştirilip, imtiyazlı azınlık oluşturmuşlardı. 244 Ama kökleri Anadolu'nun çeşitli bölgelerindeydi.

Akraba oymakları Osmanlı merkezi hükümetinin zulmüne başkaldırmış, dişi tırnağa katarak mücadele etmekteydiler. Anadolu'da çok büyük Alevi-Kızılbaş kırımı yaşanıyordu. Kendilerinin kurmuş oldukları Kızılbaş Safevi Devleti siyasetinin, İranlı aristokrat ailelerin etkisiyle Şah İsmail'in İran'a yönlendirmiş olması yüzünden, bir şey yapamaz görünümdeydiler.

Şah İsmail'in ölümünün (1524) ardından birkaç yıllık iç savaş ya da anarşik dönemden sonra Kızılbaş oymak beyleri İnterregnum'da (resmi hükümetsiz ara yönetim) buluşup anlaştılar. Üçlü ve ikili yönetimlerle, on buçuk yaşında tahta oturtulmuş Şah Tahmasb (1524–1576) adına, birbirleriyle savaşa-didişe devleti yönettiler. Ayrıca İç Savaş yılları adı verilen bu dönemi R. M. Savory, adını vermeden antik Roma'nın Cumhuriyet dönemindeki Triumvirate yönetimlerine benzetmektedir:
"1524'den 1533 yılına kadar geçen on yıllık dönem İnterregnum diye adlandırılabilir. Rumlu, Tekelü, Ustacalu Kızılbaş Türkmen oymaklarının önderleri bir triumvirate (üçlü yönetim) giriş döneminden sonra, Ustacalu ile diğerleri arasında 1526-27'de iç savaş çıktı. Tekelü ile Rumlu arasında bir duumvirate (ikili yönetim) bunu izledi (1527–30). Son olarak da 4 yıllık (1530–34) Şamlu hegemonyası. 1534'de Şah Tahmasb, Şamlu oymağının başı ve değerli devlet yöneticisi Şamlu Hüseyin Han'ı öldürttü... Şah bir daha Şamlu oymağından birini bu makama getirmedi. Bir İranlı Vekillik makamına, genç kardeşi Bahram Mirza da Ordu komutanlığına (Emir ül Ümera) atadı. Şah İsmail'in ölümünden beri, on yıldır bu makamlar Kızılbaşların kontrolüne geri dönmüştü. Şah Tahmasb artık kendi ellerine alarak son kırk yıl boyunca isteğine göre düzenledi."
Şah Tahmasb bu değişiklikleri zor yoluyla yaptı. Türkmen oymaklarını birbirine düşürterek yaptı. Desteği ise Kızılbaş yönetimin iç ve dış düşmanlarıydı. Kızılbaş Safevi devletini kurmuş olan Türkmenlerin ve onların yönetiminin iç ve doğal düşmanı İran Aristokrasisiydi.

Daha önce de sözü geçtiği gibi İran topraklarında -hangi kökenden olursa olsun- ne zaman bir devlet kurulur, aristokratik aileler yönetimin yüksek makamlarında yerlerini alırlardı. Kuşaklar boyu bu deneyimleri sayesinde bazı aristokratik aileler Civil Servant'lar, yani yüksek devlet memuru kadroları yetiştirmişlerdi. Daha önceki Akkoyunlu, Karakoyunlu ve Timuroğulları'nın devlet yönetimindeki kadroları aynı ailelerdendi.
Şah İsmail'in İran feodal sınıfıyla olan bağlarının etkisiyle, İranlı unsurlara Türkmen'lerden daha az sempati duymuyordu. Zaten iktidarı eline alır almaz, kendinden öncekilerin yaptığı gibi, bu sınıfın deneyimli bürokratlarını kullanmaktan başka seçenek görememiştir. Bu İranlı sevgisi ve yakınlığı daha önce anlatıldığı gibi, 1508–9 yıllarında, kendisini iktidara taşıyan Kızılbaş Türkmen unsurların nüfuzlarını kırmak için, Şah ordu komutanlığı (emir ül umera) ve başvezirlik (Vezir-i azam) işlevlerini kişiliğinde birleştiren, Şah Vekilliği yüksek makamına İranlı Şeyh Necmeddin Mesud Raşti ve arkasından Yar Ahmed Kuzani'yi getirmişti.

Oniki İmamcı ve Ortodoks Şii olan bu aileler Şah Tahmasb'ın çevresinde ve yüksek makamları işgal ediyorlardı. Şah Tahmasb'ın 1533-4'de ilk yaptığı önemli değişikliklerden ilki Ortodoks Şliğin örnek kişileri olarak ortaya çıkan Mücahit'ler kurumunun genişletilmesi, ikincisi Şah İsmail'in ilk dönemlerinde kurulmuş ve Kızılbaşlığın yayılmasına ilişkin propagandayla görevli olup işletilememiş görünen Sadr makamının, Oniki İmamcı Ortodoks Şliğin lehine güçlendirilmesi olmuştur. Sadr'ların siyasi işlerle ilgilenmesine son verdirilip Şlik sorunları, dinsel ve ibadet amaçlı bağışların toplandığı kurum Evkaflar'ın yönetimi ile ilgilenmeleri sağlanmıştır. Tahmasb'ın son zamanlarına doğru, katı köktendinci biçimlenmeleri üstlendikleri için, Ortodoks Şiiliğin din bilginleri olan Mücahitler ile Sadr makamı çevrilmişti.

Böylece 1533'den itibaren başkent Kazvin'de Şah Tahmasb'ın devleti resmen İranlaştırdığı ve Oniki İmamcı Ortodoks Şiiliği devlet dini ilan ettiğini görüyoruz. Daha 1531'de bir Kızılbaş Türkmen topluluğunu dinsiz ilan edip ezdirdiği de bilinmektedir. Öte yandan Şii ulemanın başına geçirdiği Şeyh Muhakkik el Karaki'yi; Ortodoks Şliğin İran ve bağlı ülkelerde yayılmasını sağlamak için dolaşıp vaizler veren, köylerde ve kasabalara Ş imamlar tayin eden bu kişiyi, Sünniliğe açıktan hücum ettiği ve Ebubekir ve Ömer'e sövdüğü için sürgüne göndermiştir. Bu kişinin Mekke'de öldürüldüğü söylenir. 1576'de yerine geçen oğlu . Şah İsmail ise Sünniliği resmi din ilan etmeğe kalkışmıştır.

Gerek Doğu ve gerekse çağdaş Batı kaynakları, İran'da Ortodoks Şliğin, yani bugünkü Şeriatçı Şliğin temellerini Şah Tahmasb'ın attığında hemfikirdirler. Yaşamının son yıllarında şeriatçı Ş tutuculuğu gerçek bir saplantı halini aldı (in his last years Tahmasp was seized with a veritable mania for conservation). Üstelik Osmanlı karşıtlığını yoketme çabası içine girmişti. 1534–35, 1548 ve 1553 tarihlerinde olmak üzere üç Osmanlı istilası, başkenti Tebriz'den Kazvin'e taşıyan Tahmasb'ın gözünü fena halde korkutmuştu. Olasıdır ki 1555'de Osmanlılarla yaptığı Amasya anlaşmasının gizli koşullarında Kızılbaşlığın tamamıyla ortadan kaldırılıp, İran'da (Şii) Şeriatın egemen kılınması maddesi mevcuttu. Anlaşılıyor ki Osmanlı'nın İran yönünde düzenlediği seferler, İran Safevi Devleti'ni ortadan kaldırmak değil, Kızılbaşlığı ve Kızılbaş güçlerini yoketmekti. Böylelikle hem topraklarında yaşayan Kızılbaşların da güvencelerine ortadan kaldırıp, onları sindirmiş olacaktı.

Bir düşünelim; Sadrazam İbrahim Paşa'nın 90 bin askerle saldırdığı ilk hücumlarından birinde, karşısına sadakatlerinden bile kuşkulanılan 7000 kişilik bir İran ordusunun çıkması, o devleti ortadan kaldırmak için bulunmaz fırsat değil midir? Ama yapmıyor. Kızılbaş güçler Şah Tahmasb ve sadık kardeşi Bahram Mirza'nın komutası altında Osmanlılara karşı çarpışmak istememişlerdi. Osmanlı İran içlerindeki eyaletlere dağılmış Kızılbaş Türkmen emirlerinin güçlerinin karşısına çıkmaları için birkaç sefer yapıyor. Bununla da yetinmiyor Tahmasb'ın kardeşleri Horasan valisi Sam Mirza ve Şirvan valisi Alkas Mirza'yı yanına çekerek iç savaş çıkartıyor. Ceyhun'dan Fırat'ın ötelerine uzanan bir imparatorluk kurmuş Kızılbaş Türkmen güçleri eski kabilesel birimlerine dönmüş ve ortadan yok olmuşlardı sanki. R. M. Savory, İran ordusunun yıpratıcı (Fabian) taktiklerle veya düşman yararlanmasın diye mahsulü yok ederek (scorched earth) geri çekilme yöntemleriyle, Osmanlı ordusuna karşı durdu. Onu yıpratarak başarısız kıldı, diye yorumluyorsa da biz buna katılmıyoruz. Çünkü Osmanlının hedefi İran devletini yok etmek değildi. İsteseydi silerdi gibi geliyor bize.
Demek ki, 1533'den sonra Anadolu Kızılbaşları için Şah Tahmasb dosttan çok düşmandır. Ne Kızılbaş ozanları ve ne de dedeleri onu kendilerini kurtarması beklemiyor ve çağırmıyordu. Bu tarihten sonra Anadolu'ya giren bazı "Buyruk" kitaplarında beş vakit namaz ve ramazan orucu geçmektedir. (Bizdeki Buyruk versiyonu tipik örnektir.)

Bu tarihten sonra, yani Şamlu Hüseyin Han'ın öldürülmesiyle, devletin Kızılbaş önderler tarafından kontrolü son buldu. Kısacası Kızılbaş Safevi Devleti sona ermiş oluyordu. Merkezi yönetimin askeri ve politik görevlerini yürüten Emir ül Umera'lık da sahneden kayboldu. Onun yerini Gürcübaşı'lık aldı. Gürcübaşılığa atanan yüksek memurlar Avşar oymağı beylerinden seçilmeye başlandı. 1587'e kadar seçimle gelen Emir ül Umera'lar, bu tarihten sonra babadan oğula geçmeye başladı. Tahmasb'ın son zamanlarında Sadr'lar (en yüksek din görevlisi) da irsi tayinle geliyordu. Safevi İran Devleti Şah'ları Şah Tahmasb'dan itibaren Kızılbaş Türkmen güçlerinin yerini Gürcüleri ve Çerkezleri doldurmaya başladılar.

Kızılbaşların iktidarı üçüncü kez ele geçirme girişimi 1587–90 arasında, Şah Muhammed Hüdabende (1586–87) ve Şah Abbas'ın (1588–1628) ilk yıllarında olmuştur. Şah Abbas'ı da başa geçiren Kızılbaş güçler olmuşsa da, o babasından daha sert bir biçimde Kızılbaş Türkmenleri yönetimden atmış, yerine Gürcüleri ve Çerkezleri yerleştirerek büyük kıyımlar yapmıştır. Bir daha da Kızılbaş güçleri İran'da kendilerini iktidara yöneltecek ortamı yakalayamamışlardır. (İsmail Kaygusuz, Görmediğim Tanrıya Tapmam, Kızılbaşlık ve Materyalizm, Genişletilmiş 2.Baskı, Su Yayınları, İstanbul,2009'dan)

 


[1] İbrahim Arslanoğlu,Şah İsmail Hatayi ve Anadolu Hatayileri,İstanbul-1992, s.411-412.

[2] Osmanlı Tarihi I, Ankara-1983, s. 268.

[3] The Cambridge History of Islam, Vol. I, s. 400.

[4] M.C. ŞahabeddinTekindağ, "Yeni Kaynak ve VesikalarınIşığı Altında Yavuz Sultan Selim'in İran Seferi", İ.Ü. Ed. Fak.Tarih Dergisisayı 22, s.59.

[5] M. C. Şahabeddin Tekindağ, agy. S.62.

[6] Osmanlıyönetimi bunu, 16.yüzyılın son çeyreğine doğru, İran'da Şii şeriatınınegemen olmasına yaptığı katkılarla başardı. Kızılbaş Safevi Devleti, Şah Abbas'ın güçlenmesine bağlıolarak, kızılbaş Türkmen askeri aristokrasisi dağıtmış ve İran Şii devletinedönüşmüştür. Şahabeddin Tekindağ'ın adı geçen makalesinde Şah İsmail'in, birŞii devleti kurduğu ve Anadolu'da Şiiliğin propagandası yaptığı – kitarihçilerin büyük çoğunluğunun hemfikir olduğu- sözleri doğru değildir.Yavuz'un mektuplarında da, Şeyhü'l İslamve müftilerin toplukırım fetvalarında da tek Şii sözcüğü kullanılmamıştır.

[7] Ş. Tekindağ, agy.S.67.

[8] Faruk Sümer, Safevi Devletinin Kuruluşu ve GelişmesindeAnadolu Türklerinin Rolü, Ankara-1992, s.20, 30, 39.

[9] ŞahabeddinTekindağ, agy. s. 65-66

[10] İbn Kemal, DefterIX, 227/a.

[11] Tacü't- Tevarih , 263'ten aktaran Şahabeddin Tekindağ, agy, s.68.

[12] Ibidem, s.68 dipnt.70.

[13] Osmanlı Tarihi . Cilt, 4. basım, Ankara-1983, s.266.

[14] Şahabeddin Tekindağ,agy, s.68-69.

[15] R. M.Savory, The Cambridge History of IslamVol. I, s. 400.

[16] Alevi-Bektaşi inancında birkurtarıcı hep beklenir; Ali donunda gelir, Mehdi olarak ortaya çıkar toplumuzalimlerin elinden kurtarmak, dünyayı düzeltmek için. Bireysel sıkıntı, darlıkve belalardan da boz atlı Hızır yetişip kurtarır.

[17] Defterdarlardan Piri MehmetÇelebi'nin; asker arasında Şah İsmail'e taraftar bulunması, özellikleakıncıların büyük bir kısmının Alevi olması dolayısıyla karşı taraflaanlaşmadan önce, beklemeden savaşa girmenin uygun olacağını söylemesi üzerineYavuz Selim'in: "İşte yegane rey sahibi adam, yazık ki vezir olmamış!" diyeiltifat ederek önerisini kabul etmiş olması da (İ. Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi II. Cilt, 4.basım,Ankara, 1983, s. 267-68) bizce fazla anlam taşımıyor.

[18] Ama Yeniçeriler açısından dadurum tersine çevrilemez miydi? Bu olasılık, Kızılbaş Safevi devletinin merkeziAmid olsaydı belki gerçekleşebilirdi. Yani Osmanlı ülkesindeki Hacı BektaşDergahı çevresindeki Kızılbaşların ve Balım Sultan'ın siyaseti ile Şah İsmailKızılbaşlarınınki üstüste düşüp İstanbul'a dönük olsaydı çok şeygerçekleşebilirdi. Açıktır ki İstanbul'da padişah tahtına yönelen Tekelü ŞahKulu'nun 1511'deki başkaldırısının ezilmesinin ardından yapılan büyük kırım vesürgünle birlikte Dergahın tüm etkinlikleri durdurulmuş; Balım Sultan'ın değilİstanbul'da Yeniçeri Bektaşi ağa-babalarıyla temasa geçmesi bir yana, HacıBektaş evladı gözaltına alınmış dışarı çıkarılmıyordu.

[19] Müneccimbaşı Ahmet Dede: "SelimHan, sanat ve marifet erbabı bin kadar Tebrizli ailenin İstanbul'ayerleştirilmesini emir buyurdular. Bunların yiyecek ve içeceklerini, yoltedariklerini mükemmel şekilde gördürttüler. İstanbul'a vardıklarında bunlaraöyle mesken ve işler verildi ki asıl vatanlarını unuttular.." diye yazmaktadır.(Müneccimbaşı Tarihi 2. cilt, s. 467) Anlaşılıyor ki, Tebriz'de kalıp zararveremeyen Yavuz Selim, bu yolla başkentin ekonomisini yokederek yıkıntıyaçevirmiş ve yaşanmaz duruma getirmiştir.

[20] Agy. s.401.

[21] Agy. s.403.

[22] FarukSümer, agy. s. 38–40.

[23] FarukSümer, agy. s. 38.

[24] Kızılbaş Türkmen oymaklarının herbiri Çaldıran sonrası on yıl içerisinde elde ettikleri yeni güçlenme ilegenellikle İran'ın bir bölgesini dirlik halinde elinde tuttuğu görülmektedir.Ustacalu'lar, emirlerinin sayısal fazlalığı ve en önemli makamları ellerindetutmaları dolayısıyla başta geliyorlardı. Ustacalu beylerinin dirlikleri dahaçok Azerbaycan, kısmen Acem Irak'ında bulunuyor ve ayrıca Kirman'ı da tasarrufediyorlardı. Şamlu'larınki Horasan'da, Tekelü'lerinki de İsfahan ve Hemedanbaşta olmak üzere Acem Irak'ında idi. Fars hemen hemen yalnız Dulkadırlı'ların,Bağdat ise Musullu'ların elinde bulunmaktaydı. Rumlu'ların dirliklerinin çoğuAzerbaycan ve Erran'da olduğu görülüyor. Aski oymaklardan Kaçar veKaramanlı'ların, Gence ve Berda yörelerinde, Avşar'ların ise Guh Guliyebölgesinde yaşadıklarını biliyoruz. Şirvan, Gilan, Mazenderan, Luristan eskisigibi yerel sülalelerin yönetimindeydi. (Faruk Sümer, Safevi Devletinin Kuruluşu, s. 57. 244)

[25] R. M.Savory, Cambridge History of Islam I,s. 403–4; Cambridge History of İran 6,s. 360 vd.

[26] H. R.Roemer, Cambridge History of Iran VI,s. 227–23.

[27] R. M.Savory, Cambridge History of Iran VI,s. 362.

[28] MoojanMomen, An Introduction to Shi'i Islam, s. 110.

[29] B. S.Amoretti, Cambridge History of Iran VI,s. 642.

[30] R. M.Savory, Cambridge History of Islam I, s. 404.

[31] Agy. s. 405.

[32] R. M.Savory, agy. 406–7.