Darbe Günlerinde Bir Öğle Dinlencesi

Perge antik ören yerindeki Kazı evinin verandasının bir köşesinde oturuyoruz işçileriden birkaçıyla. Kimimiz bağdaş kurmuş, kimimiz belimizi duvara verip ayaklarımız üzerine çömelmiş dertleşiyoruz. Eylül ayının Antalya sıcağından bir günü yaşıyoruz. Ama Güneş ışınları duvarın arkasında onu delip de bize ulaşamıyor. Gölgedeyiz. Herkes yemeğini yemiş, öğle dinlencesindeyiz. Kazı alanına doğru giderlerken, onları sohbet etmek için çağırmıştım. Daha yarım saatten fazla zamanları vardı işe başlamak için. Cesaret edip de kendiliklerinden gelemiyorlar. Kazı başkanı ve yardımcısından, yani işverenlerinden çekiniyorlardı. Onlar da kapıya yakın verandanın öbür köşesinde şezlonglarında kestiriyorlar.

Bunlar Toparlar köyünden ve her yıl kazıcıları dört gözle bekleyen sürekli kazı işçileriydi. Kazı başkanları bunu gelenek haline getirerek olumlu bir iş yapmışlar. Ne var ki bu geleneği de yaratan köylülerin kendisiydi. Haklarını söke söke almışlar. Prof. Mansel'in başlattığı Perge kazısının ilk yıllarından birinde, daha ucuza çalıştırmak üzere Burdur köylerinden işçi getirmişler. İçlerinden kim akıl etmişse Toparlarlıları uyarmış, başkaldırmışlar; “Ölürüz de kendi arazimiz içindeki ören yerinde başka köylüleri çalıştırmayız!”demişiler. Önce güzellikle bir heyet yollamışlar, kazıcılar önemsememşler. “Bu resmi iş, devlet işi! Siz devlete karşı mı geliyorsunuz? Hepinizi deliğe tıktırırız!” demişler. “Hiç bizsiz devlet olurmuymuş? Sizler olsanız olsanız devletin hizmetçileri olursunuz” diyememişler kendilerini devlet görüp, köylüleri dışlayan kazı yöneticilerine. Ama, gözleri korkmamış Toparlarlıların. Bu kez uzak köylerden getirilmiş işçilerin birkaçının ve özellikle aracılık yapanların önlerini kesip dövmüşler. “Siz bizim yerimizde olsanız, buna razı olur muydunuz? Vallahi billahi kan çıkar!” demişler. Üniversiteli kazıcılar, bir gün kazı alanına geldiklerinde kazmaları kürekleri ellerinde Burdurlu işçileri değil, onların sayısı kadar Toparlarlıları bulmuşlar. O günden beri, iki üç ay çalışıp para kazanmak için, yazları kazı ekibinin gelmesini iple çekerler.

Traktörcü Hüseyin, Durmuş Ali, Mehmet Ali ile Arap ile Veli kardeşler sohbet grubumuzu oluşturuyordu. Son ikisi sadece sessiz sessiz gülen, hiç konuşmayan iki zararısz akıl hastasıydılar. Sorulduğunda tek bir sözcükle anlamsız bir yanıt verir ve aynı sözleri hep yinelerlerdi. Ama işçilerin en çalışkan olanlarıydı; durmaz dinlenmek bilmezlerdi. Onlar bir dakika bile oturmadılar, gülerek çekilip gittiler. Traktörcü Hüseyin, damperli traktörüyle kazıdan çıkan molozu antik kentin dışına götürüp tarlalara döküyordu. Toparlarlılar, tarlalarına birkaç dönüm moloz dökmesi için Hüseyin'in bir dediğini iki ettmezlerdi. Kazı sırasında en çok parayı o kazanıyordu traktörü sayesinde. Yanımıza gelir gelmez “aman dedi, büyük Hoca’yı unadırmayalım, hocaları rahatsız etmeyelim.” “Eğer Hoca uyuduysa diye karşılık verdim, yanında top patlasa duymaz. Yarım saat veya kırkbeş dakikalık öğle uykusunu alınca kendiliğinden uyanır. Traktörcü her zamanki sözlerini yineledi:

“Hocam siz de köylüsünüz, ondan olacak. Değil diğer hocaların, postabaşı öğrencilerin yanında bile rahat konuşamıyoruz sizinle konuştuğumuz gibi. Mayanızda köylülük olduğu için bizi daha iyi anlıyorsunuz.”

“Anlamasına anlıyorum dedim, ama ben kendimi size anlatamıyorum. Daha doğrusu buna çaba gösteriyorum ya, gördüğüm eğitim, okuduğum okullar beni kökenime, sizlere yabancılaştırmış. Yaptığımız çalışmalardan elde ettiğimiz bilgileri sizlere ne aktarabiliyor ve ne de anlatabiliyoruz.”

“Yok yok, diye söze karıştı Mehmet Ali, siz çok iyi anlatıyorsunuz. Geçenlerde okul salonunda kazı hakkında yaptığınız konuşmayı ben şahsan çok iyi anladım.” Durmuş Ali atıld:

“Hocam, Mehmet Ali'yi imtihandan geçirsene! Ben kalın kafalıyım, tekrarlasın, ben de anlayalım!”

Traktörcü ona bakarak hafif yollu kaşınınca, “Yapma Hüseyin, ananı si....” deyip, zıplayarak kaçmak istedi. “Sıkma dişlerini, istediğin gibi küfredebilirsin, çekinme! Senin derdini biliyoruz” diyerek, kolundan tutup oturttum. Mehmet Ali o oturunca, “anlatsana Durmuş Ali dedi, bir kaç gün önceki aramayı!” Sonra bana dönerek, “yahu hocam! asker başa geçeli evlerde, tarlalarda, yollarda adımbaşı arama var!”

“Bu askeri yönetim bu, Mehmet Ali! dedim. Biz bu sabah, Antalya'dan buraya kadar, yirmi km.lik yolda tam üç kez durdurulup arandık. Altımızda resmi araba olduğu halde...” Traktörcü Hüseyın sözümü tamamlamama izin vermeden söze karıştı:

"N'olacak bunun sonu? İnanırmısınız? Mutfaklarımızdaki ekmek bıçaklarını bile saklamak zorunda kaldık. Evlere baskın yapıp, silah arıyorlar. Dilinin ucunu yaşlasan, asker sorgusuz-sualsiz alıp götürüyor.”

Mehmet Ali: “Hele aileniz içinde Lise ya da Üniversitede okuyan bir genç varsa yandınız! Onu anarşist-törörist diye alıp götürüyor; anasına, babasına ve bacısına, kardaşına etmediklerini bırakmıyorlar.”

“Haklısınız, dedim. Görmediniz mi? Dün öğle üzeri bir mangaya yakın asker geldi; yanımda çalışan Oğuz’u alıp götürdüler. Lisede okuyor, sınıflarını zar-zor geçen biri.  Karakol komutanı uzatmalı Onbaşı Oğuz’la ilgili olarak beni de sorguya çekti. Çocuğu üç yıldır tanıyorum, hiç kimseyle ilgisi yok soldan da sağdan da. Araştırdım, tarlada tartıştığı namazında niyazında bir komşusu “Oğuz anarşisttir” diye karakola ihbar etmiş.”

Traktörcü Hüseyin çekincesiz konuştu: “Artık namussuz çavuşun eline fırsat geçti şimdi, yaktı köylüyü vallahi! Sıkıyönetim zammıyla maaşı da iki kat artınca general kesildi; vaktiyle kim köy kahvesinde önünden kalkmadıysa, kim çay ısmarlamadıysa, kimden tavuk yemediyse yedi bayram anası .ikildi.”

Görüyordum ki köylüler, hiç de aydın çevreler gibi konuşmuyorlardı. Onlarla darbe öncesi, bazı toplumsal çevrelerde şiddetle arzulanmakta olan asker müdahelesi konusunda tartışmamış olduğuma hayıflandım. Ama şimdi bu konuları konuşmak tehlikeliydi hepimiz için de. Çünkü ihbar mekanizması darbeyle birlikte yüksek ödüllü  bir resmiyet kazanmıştı.

“Bunları konuşmayalım diye yeniledim; herkesin yanında askeri yöneticileri eleştiren sözler söylemeyin. Durmuş Ali anlatsana. Neler geldi başına senin? Bazı şeyler çalındı kulağıma ama ayrıntısını bilmiyorum.”

Durmuş Ali kısa kesti: “Hocam, zaten her aklıma geldikçe tüylerim dilken diken oluyor. Bırak ben gideyim, Mehmet Ali anlatır, o her şeyi gördü.”

Onu bırakmadım. Atsın üzerinden sıkıntıyı ve korkuyu, anlatarak boşalsın istiyordum. O omuzlarını silkerek yeniden otururken, Mehmet Ali başlamıştı bile: “Aramada beraberdik. Öte mahalleden Recep ağanın traktörüne doluşmuş işe geliyorduk. Aksu'dan geçmek için 200-250 m.lik Alanya-Antalya asfaltını dolaşmamız gerekiyordu. Askerler ve polis barikat kurmuşlardı sabahın erken saatlerinde. Önümüzde bir iki özel araba vardı; onlara şöyle bir bakıp bıraktılar, dışarı bile çıkarıp aramadılar.”

“Ya sizi? dedim, ya şu zavallı Durmuş Ali’yi? 30-40 m. uzaktan işaretle gıdıklanan zavallıcık kimbilir ne terler dökmüştür?”

“Dinleyin, diye sürdürdü kaldığı yerden Mehmet Ali, hem de ne terler! Traktörden indirip yol boyuna dizdiler bizi. On kişiydik. Bir baştan polis, öbür baştan asker başlamıştı. Ellerimizi başımıza koydurttular. Askerin biri ararken, öbürü eli tetikte karşımızda duruyor. Biz tam ortadaydık Durmuş Ali'yle, yüzüne baktım kül gibiydi. Tir tir titriyordu. Onun adına korkmaya başlamıştım. Arama sırasında gıdıklanacak, elinde olmadan küfredecek ve bir ton sopa yiyecekti zavallı.” Kendisine sordum:

“Peki ne yaptın Durmuş Ali? Anlatsana o anda neler hissettin?”

“Mehmet Ali'nin dediği gibi zangır zangır titriyordum. Affedersiniz, neredeyse altıma sıçacaktım. Bana bir iki adım kala Assubay Çavuş, benim titrediğimin farkına vardı.” Duramadım: “Eyvah yandın!” dedim. Traktörcü, “Durmuş Ali'nin yerinde olmak istemezdim doğrusu” diye mırıldanırken, Mehmet Ali sözü yine ele aldı: “Kim ister? Assubay bir bokluğun var senin ulan diye bağırdı, üç adım ileri çık! Sakın elini başından indirme yoksa vururum seni.”

Durmuş Ali yeniden yaşıyor gibi anlatmaya koyuldu :

“Assubay bağırınca, bayılıp düşecektim neredeyse. Ama ayıla bayıla emri yerine getirdim, üç adım ileri çıktım. Assubay iki asker çağırdı. Onlar silahlarını iki yandan bana çevirince, o tabancasını beline sokarak aramak için yaklaştı. Ellerini bana uzatır uzatmaz iki adım geri zıpladım ellerim havada. Küfretmemek için dişlerimi sıkıyordum. Askerler makineli tüfekleri iki yandan böğrüme dayadılar.”

Mehmet Ali söze karıştı: “Oradakilerin hepsi Durmuş Ali'nin hastalığnı biliyordu. Bir felaket olacak diye ödümüz kopuyordu; vücuduna dokunulunca ya ana-avrat küfredecek yada kaçacaktı. Allah yardım etti de aklına bir fikir geldi...” Ben “ne fikri?” diye sordum.

“Hocam silahlar dayanmış böğrüme; ölüyorum gıdıklanmaktan. Dişlerimi öylesine sıkmışım ki, dilimi ısırmıştım, ağzım kan içindeydi. Ama taş kesildim, kıpırdamamak için bütün gücümü harcıyordum. İşte o anda kenetlenmiş dişlerimin arasından, komutanım birşey söyleyebilirmiyim? diye fısıldadım. Adam başını salladı. Ayaklarını öpeyim komutanım benden uzak durun, askerler de silahlarını çeksinler! Yoksa çıldıracağım. Anadan doğma soyunacağım, istediğiniz gibi arayın urbalarımı.” Olayı birlikte yaşamış olan Mehmet Ali duramadı yine karıştı:

“Assubay şaşırmıştı ne diyeceğini. Bir ona, bir bizlere doğru baktı ve başını salladı. Durmuş Ali bir adım geri çekilip, çabucak soyundu.” Gülerek yavaşça “deyusta bir maslahat var ki” diye fısıldayıp, sürdürdü: “Herkes gülmeye başlamıştı. Askerler ve assubay kahakahalarla urbalarının ceplerini aradılar.”

Durmuş Ali:

“Ah hocam! O sırada az ileride aranmış olanlardan birinin kaşındığını farketmeyeyimmi, ben başladım ana-avrat küfrederek zıplamaya.”

Mehmet Ali:

“Assubay, Durmuş Ali tam açıklama yapmadığı için, kendisine küfrettiğini sanarak çok öfkelendi. Tabancasının kabzasıyla arkadan kafasına indirecekti. Elini kaldırdığını görünce ben, vurmayın komutanım, O gıdıklanma hastasıdır, diye bağırdım. Birisi karşısında kaşınınca kudurur. Benim kaşındığımı gördü, bana küfrediyor.”

Durmuş Ali:

“Mehmet Ali'nin sayesinde kendimi anlatabildim. O  karşımda biriki kez kaşındı, ben ana-avrat çektim; durumumu ancak açıklayabildik Assubaya. Bunun üzerine askerler polisler, katıla katıla hem gülüyor hem de kaşınıyorlardı. Ben de dalbacak, yani anadan doğma koşarak zıplayarak küfrediyordum. O günden sonra üç kez daha aramaya düştüm. İki keresinde bana yaklaşmadan cıscıbıldak oldum ya, her biri bir olay! Son kez beni tanıyan askerlere rastladım soyurmadılar ‘senin kıllı vücudunu mu seyredeceğiz?’ diyerek. Ama karşımda uyuz uyuz kaşınarak beni ayılar gibi oynattılar. Hepsine bastım kalayı ağız dolusu. Artık asfalta gelince traktörden iniyorum, bayırbacak dolaşıp işbaşı yapıyorum; ele güne irezil oldum hocam vallahi!”

Radyonun cızırtılı sesi duyulunca, işçiler yanımdan ayrıldılar ve koşaraktan çalıştıkları kazı alanına gittiler. Ben de köşemi terkedip, öğle şekerlemesinden uyanmış hocaların yanına geldim. Bir boş koltuğa oturmuştum ki, büyük Hoca bir güzel haşladı yine:

“Sen dedi, işçilerle çok senli benli oluyorsun. Yerini ve durumunu bil. Onlar senin muhatabın değil.” Tartışmaya girmek istemedim bu kez:

"Senli benli olduğum yok; sizlerle konuşup tartıştığım gibi onlarla da sohbet ediyorum. Sordukları soruları yanıtlıyor, anlayacakları biçimde açıklamalar yapmayı deniyorum. Ya da demin yaptığım gibi, onların anlattıklarını dinliyorum. Aramalar sırasında Durmuş Ali’nin başından geçenleri dinledim. Üzücüydü, gülünçtü; halkın ne duruma düştüğünün göstergesiydi” diyerek sustum. Ama o üstüme gelmeyi sürdürdü:

“Peki peki, ama iş başında da onlarla konuşup hikaye anlattırma. İşlerimizi aksamasın!” Asistanlar sessizce gülüyorlardı, tartışma kokusu almışlardı yine. Sakince karşılık verdim:

“Yapmayınız hocam Allahaşkına! Ben çocuk değilim. Elbetteki boş vakitlerde konuşup sohbet ediyoruz.” Tavrını değiştirip sürdürdü:

“Köy okulunda yaptığın konuşma da bayağı başarılı oldu ha! Nereden buldun öyle başit örnekleri, karşılaştırmaları? İyi ki ihtilal oldu da kurtuldum, yoksa ekipce kararlaştırdığımız üzere, senden sonra ben konferans vermeğe zorunlu kalacaktım. Sen  köylü olduğun için onların dilinden iyi ötüyorsun. Ben öyle basit konuşamam.”

Bu kez ben atağa geçtim:

“Doğru efendim. Siz, büyük kentin soylu tabakasına mensupsunuz, cahil köylülerin düzeyine inemezsiniz!”

“Elbette inemem doğal değil mi? Niye öyle alaylı konuşuyorsun?”

Bunun üzerine beni bıraktı. Baş asistanına dönüp, “Faruk’cuğum dedi, uzun dalgayı çevir. Saat 1.00’i geçiyor. Evren Paşa’nın bugün basın toplantısı vardı, haberlerde mutlaka geniş bir özet geçecektir.”

Faruk, Ankara radyosunu bulur bulmaz askeri darbenin Konsey başkanı General'in sesi duyuldu. Acaba kaç yıl bu sevimsiz sesi, evlerde, meydanlarda, işyerlerinde duyacağız? sorusunu içimden geçirirken o haykırıyordu:

“...Bu soruyu sormanız bile hata! Siz basın mensupları dedikodulara, memleketi bölmek isteyenlerin çıkardıkları bu dedikodulara nasıl inanırsınız? Basın olarak gerçeği arayıp bulmanız gerekir! Şu anda ileri sürdüğünüz gerçek değil. Yok biz ihtilal yaparken ABD'ye danışmısız? YOk CIA'nin haberi varmış! Güya yabancı radyolar, TRT den yarım saat önce askeri kuvvetlerin yönetimi ele geçirdiğini dünyaya duyurmuş. Yalan bütün bunlar yalan! İç ve dış düşmanlarımızın uydurmalarıdır hepsi!...”

Baş asistan Faruk dayanamadı. “Yahu!, dedi, ben kendi kulaklarımla duydum. Türkiye radyorlarında tıss!, yokken BBC geçti haberi. ABD dışişleri sözcüsünden kaynaklanarak.”

Hoca kesti: “Bir dakika canım, dinleyelim!” Faruk boynunu bükerek sustu ve düğmeyi çevirip sesi artırdı. Paşa bağırıyordu:

“Tekrar ediyorum sayın basın mensupları. Yalan hepsi bunların yalan! Biz ihtilali memleketin yüksek menfaatları için yaptık. Milletin can ve mal güvenliğini sağlamak için gerçekleştirdik. Efendiler, efendiler! Anarşi, terör hergün 20 can alıyordu; buna seyirci kalamazdık. İhtilal planı tam 8 ayda ikmal edildi. Bu ihtilal bu, oyun değil, yabancı bir ülkeye hiç bildirilir mi? Efendiler, beyler! Koynumdaki karıma bile söylemedim karıma!.”

Bu son cümle her nasılsa büyük Hocayı da sinirlendirmişti.

“Şu sözlere bakın, ne ciddiyet! Yok koynundaki karısına da bile söylememişmiş ihtilal yapacaklarını! Karına mı söyleyecektin yani?”  diye söylendi ve sesini kıstırdı radyonun.

Sanki Konsey başkanı kendisini şahsan yalanlamış gibi, Faruk çok üzülmüştü. Sigarasını  yakarak ayağa kalkmış ve “Konsey başkanı yalan diyor. Yalan söylüyen sensin be!”diye söyleniyordu kızgın kızgın.

“Bırak artık üzülmeyi arkadaşım, diyerek söylenmesini durdurdum. Sağduyu sahibi, az çok yurt ve dünya olaylarını izleyen hangi vatandaş bu sözlere kanar? Bir kere CIA’den habersiz askeri darbe mi yapılırmış yeryüzünde? CIA’nin içimize, damarlarımıza kadar girmiş olduğunu en yetkili ağızdan duymuştuk. Üstelik Nato kuvvetleri Komutanı ABD’li general Rogers’ın Evren paşayla yakınlıklarını bilmeyen mi var?”

Sustum. Tartışmaya girmek istemiyordum. Hoca’nın bu nazik dönemde sağı solu belli olmazdı. Bu konularda bazan yüzde yüz ters iddialarda bulunuyordu. Hoca bir ara konuşmadı, bakışları harabeye doğru dalıp gitmişti. Herhalde düşünecelerinde Hellenistik kuleleri aşmış, sütunlu ana cadde üzerinden akropole doğru uçarak, antik kente kanat geriyor olmalıydı. Benim kulaklarım ise, General Evren'nin basın toplantısındaydı. Üniversiteye ver yansın ediyor; anarşinin kaynağı suçlamalarıyla ve genç öğretim üyelerini terör ve anarşi pınarının gözü olduğunu söyleyerek, onları hedef gösteriyordu.

Kazı arabasıyla Antalya'dan yeni gelen restoratör Hüseyin'in getirmiş olduğu Milliyet gazetesinin yapraklarını çevirmekte olan olan Faruk birden haykırdı: “Bakın burada, hepimizin tanıdığı birinin demeci var. Çok önemli; askeri darbeye ilişkin!” Hocayla ikimiz aynı anda sorduk:

“Kimin demeci?” Ona fırsat vermeden, içeriye girmiş olan Restoratör seslendi: “Kimin olacak  Davit Friendly'nin! Kazımızın velinimetinin demeci!” Hoca elinde olmadan bana doğru baktı. Elbetteki bay Davit’le ilgili konuşmaları, onu kazı alanına sokmak istemeyişimden kaynaklanan ve tüm ekibin beni desteklediği tartışmayı anımsamıştı. Onunla ilgili düşündüklerimiz ve suçlamalarımızda yanılmış olmamızı kuşkusuz candan arzu ediyordu. Kim bilir ne söylediğini tahmin ediyordu ki, “oku Faruk dedi, oku bakalım  Davit Friendly ne demiş?” Baş asistan arkadaş yüksek sesle okumaya başladı:

“Washington Post gazetesinin yazışleri müdürü Mr. Davit Friendly, ABD’nin Sesi radyosunda, Türkiye'deki askeri ihtilal üzerinde bir konuşma yapmıştır. Radyo spikerinin “Türkiye uzmanı” olarak takdim ettiği Mr. Friendly şunları söylemiştir: ‘Türkiye'de anarşi ve terörün zirveye tırmandığı anda Türk silahlı kuvvetleri yönetime el koymuştur. Öyle umuyorum ki anarşinin kaynağı kurutuluncaya dek ordu başta kalacaktır. Nato'nun Doğu kanadının en büyük ordusuna sahip ve komünizme karşı bir kale durumunda olan Türkiye, şimdi güçlü ordusunun elindedir. Yönetimi kansız bir şekilde ele geçiren Türk silahlı kuvvetleri, anarşi yuvaları ve komünizm odaklarınını dağıtmak; ABD'ye karşı yükselen çatlak sesleri susturmak için çok geniş operasyonlara başlamış bulunmaktadır.” Faruk, gözle okuyup biriki paragraf atladıktan sonra “bakın dedi, anarşi ve kaynağı konusunda neler söylüyor: ‘...Türkiye'de anarşi ve terörün kaynağı Üniversitelerdir. 1968’de başlayan dünya gençlik hareketlerinin yansıdığı Türkiye Üniversitelerinde; o zaman yönetimden bazı haklar koparmak için işgal ve boykot yapan gençlerden birçoğu, bugün genç öğretim kadrolarını oluşturmaktadır. O zamanki masum istekleri bugün düzen değiştirme ve komünizmi getirme çabasına dönüşmüştür. Bu genç öğretim üyeleri körpe beyinleri yıkayarak, onların silahlanmalarına neden olmuşlardır!...”

“Yeter arkadaşım, diye araya girdim. Meğer şu bizim kazı velinimetimiz Davit’imiz ne büyük adammış! Türkiye uzmanı, doğru CIA’nın Türkiye'de politik olayları yönlendirmek için yetiştirilmiş bir uzman. Bu birbirini izleyen aynı öz içerikli demeçler, darbecilerin basın toplantıları bir rastlantı değil. Ne dersiniz Hocam?” Ahbabı bay Davit’e toz kondurmak istemeyen Hoca, işine gelmediğinden her zaman yaptığı gibi yavaşça, “ben siyasetten anlamam, benim branşım değil” diyerek geçiştirdi. Hiç söze karışmayan asistan Sedat çekilip kazı alanına gitmiş, yerine Hüseyin oturmuştu. Faruk'la Hüseyin'in gözleri bana dönmüş, içimden geçenleri dışa vurmamı ister durumdaydılar. Bu kez saklamadım düşündüklerimi:

“Hepimiz acaba bundan sonra neler olack diye merak ve endişeyle bekliyoruz. Darbenin ikinci haftası içindeyiz. Sürek avı çoktan başladı. Ünıversiteler açılınca vurucu timler yerleştirilecek; dersleri sınavları silahların gölgesinden yapacağız. Belki de subaylar sınavlarda gözcülük yapacaklar yanımızda. Öğretim üyelerini Orta ve Lise öğretmenleri gibi derse girip çıkan saat 5.00’den sonra kitaplarını kapatan hoca tipine dönüştürecekler; araştırma inceleme de neymiş? Bilinenleri aktarsınlar yeter. Fişlenmiş sol görüşlü genç öğretim üyeleri Üniversitelerden atılacak. İhbarcılık, espiyon yaygın bir biçimde çalıştırılacak Fakültelerde. Sol eğilimli, namuslu demokratlara dek uzanan gemiş tutuklamalara gidilecek. Her ne kadar, Necmettin Hocanının başkanlığında sarıklıların MSP Konya mitinginde “Şeriat isteriz!” diye bağırmaları, bardağı taşıran son damla oldu Atatürkçü komutanlar için deniliyorsa da inanmayınız! Sağ gösterip solu vuracaklar!” Hüseyin yine araya Friendly'yi soktu soluk almamdan yararlanıp: “Gördünüzmü Mr. Friendly'yi, o babacan amatör arkeolog görünümü altında neler yatıyormuş? Demek ki genç Üniversite mensupları olarak, çok iyi tanıdıkları bizler birer anarşistiz? Anlaşıldı o Cerrahpaşa soygununu göneten Faruk beydi belki de! Ya  İhsan by siz? Kapalı çarşı kuyumcularından gaspettiğiniz altınlarla silahlanıp Maraş, Malatya ve Çorum’da Alevilere saldırarak yapılan iç savaş denemelerini yönlendiren siz miydiniz yoksa?" Faruk kızdı Hüseyin'in bu şakasına: “Sus allahaşkına! dedi, şimdi içeride çalışanlardan biri duyacak, başımızı belaya sokacaksın!” Hoca belli belirsiz mırıldandı:

“Hakkında atıp tutuyorsunuz, ama adam Kültür bakanlığının kazımıza ayırdığı paradan daha fazlasını veriyordu her yıl. Onun kazımıza hediye ettiği arabayla harabeye gelip gidiyoruz sabah akşam. İhtilalden bir hafta önceydi sanırım, son gelişinde bir mermer delicisi Pixie söz vermişti, yattı artık!”

Onun düşündüğü varsa yoksa kazı idi. Kazıda heykel çıkarmak ve arkeolojı sempozyumlarında buluntularını anlatarak ününe ün katmaktı.

“Yatmaz hocam yatmaz, üzülmeyiniz, dedim. Bay Friendly’niz gelir, mermer delicisi de. Onun demecini kerkes bizim gibi utanılacak bir belge olarak yorumlamıyor, yani bağımsız bir ülkenin içişlerine karışmak, darbecilere bir çeşit direktif olarak görmüyor. Bilinen gerçek şu ki ABD hep güleryüzle, dostluk eli uzatarak girmiştir geri kalmış ülkelere; karşılıksız gibi görünen yardımlarla onları kendine bağlamıştır. Yeni sömürgeci yöntem...” Faruk yine gevezeliğim tuttuğunu, çık konuşacağımı anlamıştı. Kesti sözümü:

“Gelenlere bakın, gelenlere! Galiba bir yeni buluntu var; Arzu’nun postası gelin alayı gibi traktörün arkasına dizilmiş geliyorlar.”

 

İşçi Hüseyin romörkünü sökmüş olduğu traktörü üzerinde, postabaşı Arzu’yu yanına oturtmuş, onun arkasında ayakta Durmuş Ali, ağır ağır geliyorlardı. Hellenistik kuleleri geçmiş, Septimius Severus çeşmesinin önündeydiler henüz. Buluntu Durmuş Ali'nin kucağında bir örtüye sarılı durumdaydı. Hoca sevinçle ayağa fırladı ve “bu bir baş mutlaka! İnşallah beklediğim buluntudur!” diye bağırdı.

Gerçekten de Hoca'nın iki yıldır umutla beklediği tanrıça Athena'nın başıydı. Oracıkta, sevinç içinde baş hakkında kısa bir açıklama yaptı:

“Bakınız çocuklar, miğferin sorgucu altındaki sphynx'in büyük bir kısmı da duruyor. Baş ve boyun çok iyi korunagelmiş, omuza pat diye oturacak. Korinth tarzı Athena başı bu. Haydi restoratör arkadaşım, haydi Hüseyin benim sarı kıza atlayıp hemen Antalya’ya gidelim. Müzede iki yıldan beri başsız sergilenmekte olan güzel tanrıçamızın heykelini tamamlayalım.”

Sarı Wolksvagen’e bindiler ikisi de. Profesör, insan başından büyük Athena başını, bir sandık üzerine yerleştirilmiş amerikan beziyle çevresinii sararak yanına oturtmuştu. Ön koltuğa yaslanmış baş, neredeyse kendi başıyla aynı seviyedeydi. Karşıdan bakanlar, başına sorguçlu bir miğfer takmış bir savaşçının onu rehin tuttuğunu sanırlardı. Tanrıça Athena antik çağlarda atlı arabalarla, tahtrevanlarla taşınmış, ama ilk kez 1980 yılının Eylül’ünde bir wolksvagen'a biniyordu. Acaba yollarda sürekli arabaları durdurarak arama yapan darbe yönetimi askerleri, bunu görünce nasıl davranacaklardı? Bunu düşünerek kendi kendime gülüyordum ki, alkış sesleri arasında büyük Hoca, kafasını arabanın penceresinden çıkarmış: “ Çocuklar! bu geceki ziyafeti, Athena onuruna kendi kesemden çekeceğim, kazı parasından değil! Sabaha dek bendensiniz. Pazar günü de Thermessos harabelerinde piknik yapacağız!” diye bağırıyordu. İşçiler ise bir kenarda durmuş bakıyorlar ve alkışlara katılıyorlardı. Ne kadar istiyordum içlerinden biri çıkıp, “Yahu Hocam, bu değerli ve sizleri sevince boğan başı çıkaran biziz. Durmuş Ali'nin kullandığı şu kazma çıkardı onu. Bizlerin teri damladı üzerine, ama şölende ise sizler içip sıçacaksınız! Bu hangi adalete sığar?” diye konuşsun. Ha ha ha! Askeri darbe de neymiş? İnsan avı başlamış; hapisaneler birbir doluyormuş düşünce suçlularıyla! Bize ne? Niye üzülecekmişiz? Bu akşam buluntu şölenine tıkınmaya marş marş!